12 Yıla Ayarlı Bomba: Küresel Isınma
* Murat Bayar
Uluslararası işbirliğini sağlamayı zorlaştıran sebepler arasında, devletlerin siyasi, ekonomik ve diğer alanlardaki farklı (veya öyle algılanan) çıkarları gösterilebilir. Özellikle güvenlik alanında çıkarları uyumlaştırmanın zorlukları bilinmekle birlikte, uluslararası ilişkilerdeki belki de en büyük trajedi, devletlerin uzun vadede aynı çıkara sahip oldukları nadir durumlarda dahi işbirliğini kolay kolay sağlayamamalarıdır. Bu vakalardan birisi küresel ısınma ile mücadeledir.
İçinde bulunduğumuz ayda ulusal ve uluslararası mecralarda meydana gelen “sıcak” gelişmeler sebebiyle, bütün insanlığın geleceğini ilgilendiren bir haber arka planda kalmıştır. Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 8 Ekim 2018 tarihinde yayımladığı rapor, büyük ölçüde insan faaliyetlerinden kaynaklanan küresel ısınmanın 1.5°C ile sınırlandırılabilmesi için son 12 yılda olduğumuz uyarısını yapmaktadır. Gerekli önlemler (sera gazı salınımlarını yarı yarıya azaltmak, daha sonra da kademeli olarak sıfırlamak) alınmadığı takdirde yaşanacak felaketler arasında, tarımsal üretimin birçok bölgede çökmesi, tatlı su kaynaklarının kritik seviyede azalması ve buzulların erimesine bağlı deniz seviyesi yükselmesi sonucunda, kıyı kesimlerinde yaşayan en az 150 milyon insanın 2050’lerde mülteci konumuna düşmesi sayılmaktadır. Bazı ülkeler ısı artışından olumlu etkilenecek olsa da, yönetilmesi mümkün görülmeyen derecede mülteci akınına maruz kalabileceklerdir. Aynı hafta açıklanan Nobel Ekonomi Ödülü’nün iklim değişikliği ve ekonomik büyüme üzerine çalışan iki araştırmacıya verilmesi, bilim dünyasının bu konuya yaptığı eş zamanlı bir vurgu olmuştur.
Dünyanın maruz kaldığı bu ortak tehdite karşı devletler tamamen duyarsız kalmamış, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1994 Rio Zirvesi’nde geniş katılımla kabul edilmiştir. Ancak, gelişmiş ülkelere sera gazları salınımında bağlayıcı sınırlamalar getiren 1997 Kyoto Protokolü, Bush yönetiminin 2001’de katılmama kararı almasıyla ölü doğmuş, Kanada’nın 2012’de çekilmesiyle ise toprağa verilmiştir. 2000’lerin başında dünyada sera gazları salınımına en fazla katkı veren ülke olan A.B.D.’nin Kyoto Protokolü’ne katılmama gerekçesi olarak, salınımı sınırlamaktan doğacak maliyet artışının sadece gelişmiş ülkelerin sırtına yüklenmesi, ekonomileri hızlı büyüyen Çin ve Hindistan’ın ise kapsam dışında tutulması gösterilmiştir. Bu kaygıların çok temelsiz olmadığı, 2016 yılı itibariyle Çin’in A.B.D.’den neredeyse iki katı fazla sera gazı salınımı üretmesi, Hindistan’ın ise sıralamada üçüncü olmasıyla ortaya çıkmıştır.
Obama yönetimi döneminde çevre politikasını tekrar önceleyen A.B.D.’nin de katılımıyla Paris Anlaşması 2015 yılında 196 devletin üzerinde birleştiği bir metin olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlaşma küresel ısınmanın yüzyılımızda 2°C’nin altında tutulmasını, mümkünse 1.5°C ile sınırlandırılmasını ve bu hedefe ulaşmak için azaltılacak salınım oranlarını her devletin kendisinin belirlemesini öngörmektedir. Herhangi bir yaptırım mekanizması içermeyen metnin aşırı esnekliğine karşın Trump yönetimi 2017 yılında yaptığı açıklamada anlaşmadan (yasal olarak 2020’de) çekileceklerini duyurmuştur. Söz konusu kısıtların Amerikan ekonomisini zora sokacağını gerekçe gösteren Trump yönetimi, kömür tüketimini artırmayı ve araçların yakıt tüketimine getirilen sınırlamaları gevşetmeyi amaçlayan yasa tasarılarını gündeme almış bulunmaktadır.
A.B.D. ve Kanada’nın uluslararası iklim değişikliği rejimine katılma konusundaki çelişkili performansları not edilirken diğer gelişmiş ülkelerin karnelerini de tartışmak gerekir. En çevre dostu ülkelerden (bilinen) Norveç elektriğin %95’ini hidroenerjiden karşılamakta ve fosil yakıtla çalışan araçları 2025 yılından itibaren tamamen yasaklamaktadır. Ne var ki, Foreign Policy dergisinde 19 Eylül 2018 tarihinde Lars P. Teigen imzasıyla çıkan yazıda vurgulandığı üzere, Norveç kendi sınırları içerisinde bu çevreci adımları atarken dünyada kişi başına düşen gelirini petrol üzerinden sağlamada B.A.E. ve Kuveyt ile yarışmaktadır. Çoğunluğu Kuzey Denizi’ndeki sondajlarla elde edilen ham petrol ve doğal gaz Norveç’in toplam ihracatının yarısını oluşturmaktadır. Sera gazlarının %80’ini temsil eden karbon dioksidin büyük ölçüde fosil yakıtların yakılmasıyla açığa çıktığı göz önüne alındığında, devletlerin küresel ısınmayla mücadeledeki başarısını sadece ülke içindeki karbon salınımı ile ölçmenin yetersizliği belli olmaktadır.
Önde gelen bütün iklim bilimcilerin ve yetkin kurumların üzerinde hemfikir olduğu bu küresel tehdit karşısında bazı devletlerin işbirliği yapmamak için ayak diremeleri nasıl açıklanabilir? Uluslararası ilişkiler teorileri açısından baktığımızda realizm, devletlerin birbiriyle işbirliğini zorlaştıran unsurlar arasında nispi kayıp ve aldatılma endişelerinin yer aldığını öne sürmektedir. Örneğin, yukarıda bahsi geçtiği üzere, fosil yakıtlar yerine daha pahalı olan yenilenebilir enerji kaynakları kullanılırsa A.B.D.’nin Çin ve Hindistan’a karşı ticari rekabet gücünü kaybedeceğini gerekçe gösteren Bush yönetimi Kyoto Protokolü’ne dahil olmamıştır. İklim değişikliği konusunda daha duyarlı olarak bilinen Obama yönetimi ise Alaska açıklarında yeni petrol ve doğal gaz sondajlarına onay vermekten kaçınmamıştır. Büyük güçleri anlaşmalara katılmaya zorlayacak veya uymadıklarında cezalandıracak etkili uluslararası mekanizmaların bulunmaması, sorunun yapısal olduğunu göstermektedir.
Modern tarihe bakıldığında, eş zamanlı atılan adımlar (örneğin, A.B.D.-Sovyetler Birliği arasındaki 1987 Orta ve Kısa Menzilli Füzeleri Tasfiye Anlaşması) veya devletler-üstü yapıların (örneğin, Avrupa Birliği) sayesinde işbirliğinin belli bir dereceye kadar sağlandığı vakalar görülmektedir. Ancak, IPCC’nin 12 yıla ayarlı bomba uyarısı, bütün devletleri bağlayıcı bir iklim anlaşmasının yapılması için çok az zaman kaldığını göstermektedir. Böyle bir anlaşmanın “dünya düzeninin” çökmekte olduğu günümüzde yapılabilmesi ise, devletler sisteminin karşı karşıya kaldığı muhtemelen en zorlu meydan okumadır.
2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle tek kutuplu hale dönüşen dünya düzeni, farklı güçlerin ortaya çıkması ve A.B.D.’nin de içerisinden gelen itirazlarla çökecekse, yeni kurulabilecek sistemin neye benzeyeceğini tartışmak gerekir. Ortaya çıkması muhtemel çoklu güç sisteminde uluslararası işbirliğini teşvik/ceza ile sağlayacak bir egemen olmayacağına göre, ortak hedeflere ilerlemek için ahlaki liderliğe ihtiyaç duyulacaktır. Küresel ısınma ile mücadelenin bugün hayatta olan kuşakların yaşam süreleri içerisinde başarılı veya başarısız olarak sonuçlanacağı anlaşıldığına göre, söz konusu liderliğin ortaya konulması için kaybedilecek zaman yoktur. Ekonomisini yenilenebilir enerji kaynaklarının, özellikle de çevreyle dost güneş ve rüzgar enerjisinin tüketimine ve ilgili teknolojilerin geliştirilmesine, üretimine ve ihracatına göre yeniden düzenlemiş, uluslararası platformlarda insanlığın ortak çıkarlarını savunurken bütün bilim dünyasını ve kamuoyunu arkasına alan bir devlet, yeni kurulacak dünya düzeninde ahlaki liderliği üstlenebilir. Sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma stratejisine acil ihtiyaç duyan, orta gelir tuzağından ve enerjide dışa bağımlılık prangasından kurtulmak zorunda olan bir devlet, bu sorumluluğu üstlenmek için en doğal namzet olmaz mıdır?
20.10.2018
Kelime Ara
Konular
- Uluslararası İlişkiler
- Savunma-Güvenlik
- Teknoloji-Siber Güvenlik
- Enerji
- Ekonomi
- İklim-Çevre
- Sağlık
- Toplum
- İnsan Hakları
- Çatışma
Bölgeler
- Asya
- Afrika
- Avrupa
- Amerika
- Okyanusya
- Orta Doğu ve Mağrib
- Türkiye
- Rusya
- Körfez Ülkeleri
- Avustralya
- Kuzey Amerika
- Batı Afrika
- Batı Avrupa
- Kafkasya
- Merkez Asya
- Doğu Avrupa
- Doğu Afrika
- Latin Amerika ve Karayipler
- Yeni Zelanda
- Levant Bölgesi
- Kuzey Afrika (Mağrib)
- Diğer Okyanusya Ülkeleri
- Orta Afrika
- Balkanlar
- Doğu Asya
- Güney Afrika
- Çin
- Güney Asya
- İskandinav-Baltık Ülkeleri
- Güney Doğu Asya