Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

AB Seçimleri: Oportünist Siyasetçilere karşı Irkçı Partilerin Birleşme Çabaları

*Köksal Çiftçi-Araştırmacı/Yazar

 

Bir önceki yazımızı, 23-26 Mayıs 2019’da gerçekleşecek Avrupa Birliği Parlamentosu seçimlerine göndermede bulunarak kapatmıştık. AB’nin İstikbal’i için yaşamsal öneme sahip bu seçimlere iki ay kala İtalya’nın Milano kenti ilginç bir buluşmaya ev sahipliği yaptı.

Faşistlerin Kardeşliği

İtalya’nın Başbakan Yardımcısı ve “İtalyan Ligi’nin” lideri Matteo Salvini’nin davetiyle gerçekleşen toplantıya, Almanya’dan “Almanya için Alternatif” partisi (AFD), Finlandiya’dan “Finlilerin Partisi” ve Danimarka’dan “Danimarka Halk Partisi” katıldılar.

Bu arada, dikkatlerden kaçmayan iki “boş sandalye” vardı.

Katılmayanlardan biri “Ulusal Birlik” lideri Marine Le Pen, diğeri Macaristan Başbakanı, Avrupa popülistlerinin ağır topu Viktor Orbán oldu.

Matteo Salvini’ye yakınlığını gizlemeyen, Fransa siyasetçi, Le Pen girişimi desteklediğini açıkladı ve bu sürece kesinlikle dâhil olacakları yönünde görüş bildirdi.

Viktor Orbán’ın durumu farklı:

  • Partisi “Fidesz” Avrupa Parlamentosunda merkez ve muhafazakâr sağ partileri bir arada toplayan Avrupa Popüler Partisine (PPE) üye.
  • PPE içerisinde gittikçe “persona non  grata” (istenmeyen adam) muamelesi görmesine rağmen (20 Mart 2019 kararıyla Fidesz partisinin üyeliği askıya alındı) Orbán bu grupla, köprüleri yakmak istemiyor.
  • Buna birde Salvini ile Orbán arasında, Avrupa Popülistlerin Önderliği noktasında, kişisel çekişmeyi eklemeliyiz.

Orban’ın yokluğu bu sebeplere bağlanmalı.

Pan-Avrupacı çevreleri kara kara düşündüren Milano Zirvesine dönersek,

8 Nisan 2019 tarihinde bir araya gelen örgütlerin ortak paydaları biliniyor:

  • Hafif ve kibar deyimle, popülist, gerçekte neofaşist;

Genelde yabancı karşıtı, özellikle, İslam düşmanı

  • Göçmenin her çeşidine (gerek ekonomik gerek siyasi) tahammülsüzlük
  • Yeniden sınırların kurulmasından, duvarlar örülmesinden yana
  • Egemenlik Paylaşımına, dolayısıyla federatif yapıya karşı
  • Avrupa Konseyi ile Parlamentosunun yetkilerinin azaltılmasından ve Ulusal Hukukun Avrupa normlarının üstünlüğünden yana
  • Tabi ki Türkiye’nin üyeliğine karşı

Kısaca bu partiler AB’nin bugünkü yapısına kin kusuyorlar.

Ortak hedefleri ise çok açık:

Kaleyi içeriden fethedip kurucuların hayalindeki Avrupa ulus hedefini yıkarak yerine Uluslar Avrupa’sını inşa etmek.

Bütün kamuoyu anketlerinde oy oranları yüksek çıkan aşırı partiler bu rüzgarı arkalarına alarak yıkmak istedikleri Meclis’e güçlü bir grupla girmek istiyorlar.

Grup kurmak için aranan şartlara (en az yedi ayrı ülke kökenli, asgari yirmi beş milletvekili) bakarsak “Salvini Çetesi” bunu rahatlıkla başarabilir.

Zira beklentiler, AB genelinde, muhafazakâr sağ ve merkez soldan oluşan yerleşik partilerin kan kaybetmesi yönünde.

Somut olarak, sağ partileri temsil eden PPE ve sol partilerin sözcüsü

“Sosyalistlerin ve Demokratların İlerici İttifakın” (S&D) çok sayıda koltuk kaybetmesi bekleniyor.

Macron ’un yeniden “Ya ben Ya Felaket” numarası

Yukarıdaki tablo, Fransa siyasetini takip edenlere, 2017 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini hatırlatmıştır mutlaka.

O dönem Emmanuel Macron, merkez partilerin eridiğini görerek bakanı olduğunu ılımlı sol iktidardan ayrılarak Başkanlığa aday olmuştu.

Kutuplaşmaya dayalı bir strateji uygulayan genç aday seçmeni bir tercih yapmaya zorladı aslında. Bir tarafta Macron ‘un başını çektiği “ilerici ve demokratik güçler”, diğer tarafta Marine Le Pen ve onunla birlikte gelecek popülizm, otoriter rejim, ekonomik buhran...vs

Hikayenin sonunu biliyoruz.

Macron kerhen seçilirken, Le Pen seçimi kaybetse bile ana muhalefet koltuğunun “doğal” sahibi oldu.

Hoşgörülü yorumlara göre konjonktüre, daha tarafsız bakışlara göre Fransız Siyasetinin sıradanlığına bağlanmıştı bu sonuçlar.

Her neyse;

Emmanuel Macron’un, işin kolayına kaçarak , aynı yöntemi AB seçimlerinde kullanma peşinde olduğu gözleniyor.

Fransız Başkan’ın geçen Mart ayının başlarından aldığı bir inisiyatif bu hevesin somut bir örneğidir.

“Avrupa’nın Yeniden Doğuşu İçin”

Bu başlıkla kaleme alınan bir mektup Macron tarafından Yirmi sekiz AB üyesi ülkenin önde gelen gazetelerine gönderilmişti.

Her ülkede aynı gün yayınlanan yazı da Macron kendi Avrupa vizyonunu överek bazı somut öneriler sıralamıştı.

Bunlardan birkaçı şöyleydi:

  • Schengen Anlaşmasını yeniden masaya yatırarak AB içindeki sınırlar tartışmasına son vermek ve bunu “güvenlik içiresinde özgürlük” için yapmak
  • Ortak Avrupa sınır polisi kurmak
  • Mülteci başvurularını inceleyecek bu konuda karar verecek ve sığınmacıların üye ülkeler arasında “adil dağıtım” sağlayacak bir Avrupa Sığınma Ofisi
  • Bu başlıklarda yetkili “Avrupa İç Güvenlik Konseyi”
  • İklim değişikliğine bağlı çevre sorunlarına çözümler için ”İklim Bankası”
  • Gıda güvenliğinden sorumlu bir Avrupa Sağlık Gücü...

Bu önerileri sıralarken “Avrupa’nın hiç bu kadar tehlikede olmadığını” ve bu yüzden durumun “acil” olduğunu, vurguluyordu.

Acil tehlikenin adresi elbette milliyetçi ve popülist partiler idi.

Hemen belirtelim, bu açık mektupla kampanyasını başlatan Macron umduğunu bulamamıştır.

Özellikle Almanya’nın kibar sessizliği ve diğer yöneticilerin kayıtsız tavırları “filozof başkanın” dilini karnına düşürmüş gibi.

Zira yabancı yorumcuların birçoğu tarafından daha acımasız eleştiriler yöneltildi.

Yorumların ekseriyeti “öneri ve çözümlerinizi önce sarı yeleklilere anlatın” mealinde olmuştur.

Genel anlamda Avrupa Birliğinden yana görünen bugünkü yöneticiler aşağıdaki çelişkilere açıklık getirmelidirler. Madem AB o kadar mükemmel ve umut vadeden bir yapıdır neden “tepeden tırnağa” reform söylemleri ile kampanya yürütüyorsunuz ? İşlenen temalar mülteciler, güvenlik, Schengen gibi konuların gerçek sahipleri popülist ve ırkçı partiler.

Seçmenin her zaman “asılı fotokopiye tercih ettiğini” göz önünde bulundurarak, kampanyanızı o partilerin belirlediği gündeme göre yürütmek mantıklı mı? Daha çok hoşgörü, daha çok paylaşım ve dayanışma, geniş özgürlükler gibi “fabrika ayarlarına” yani  “AB’nin Kuruluş Felsefesine” dönüşü işlemek daha akıllıca olmaz mı? Brexit’in gerçekleştiği vakit, AB diplomatik, ekonomik ve özellikle askeri (İngiltere ’siz Ortak Savunma Projesi tamamen yok olacaktır) alanlarda çok güç kaybedecektir. Bu durumda Birleşik Kraliyetin yerini doldurabilecek bir ülke olarak Türkiye’nin önemi anlatmak düşünülemezdir? Türkiye gibi bir ülkenin üyeli AB için İslam dünyasında sıfırlanan itibarini yeniden kazanmak, Ortadoğu ve dünya jeopolitiğinde yeniden söz sahibi olmak, enerji tedarikini güvence altına almak anlamına gelmez mi?

Maalesef görünen o ki, Macron gibi fırsatçı ve kıt vizyonlu liderler elindeki bir AB, iç ve dış düşmanlarına karşı kaybetmeye devam edecektir.

Özellikle içindeki düşmanlar şimdiye kadar  AB trenini yavaşlatabildiler fakat raydan çıkartmayı henüz başaramadılar.

Gelecek seçimlerde bize Avrupalıların Avrupa’yı raydan çıkarma gücüne erişip erişmediğini gösterecektir.