2001 krizine giden süreçte en çok konuşulan konulardan birisi kamu dengeleri idi. Devletin borcu hızla artmış ve sürdürülemez hale gelmişti. Yani milli gelire oranla kamu borcu sürekli bir artış eğilimi içerisinde idi. Bir anlamda, bırakın borçları geri ödemeyi, mevcut borcu bile yeniden borçlanma ile öderken, üzerine biraz da fazladan borçlanıyorduk.
Takip eden yıllarda uygulanan sıkı maliye politikası ile faiz dışı fazla verilerek borç yükünde belirgin düşüşler sağlandı. Toplam kamu borç stokunun gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı %70’lerin üzerinden %30’a kadar düştü. Bu arada hanehalkı ve şirketler kesiminin borcu da arttı. Ekonomik genişleme ile beraber hanehalkı konut ve taşıt alımına yönelirken, şirketler kesimi da yatırımlarını genişletti. Yani 2001 krizi sonrasında milli gelire oranla kamu borcu azalırken, özel sektör borçlarında belirgin artışlar oldu. Peki, bunu nasıl okumalı?
Birinci mesele, büyüme ve yatırım için gerekli tasarruflar. Bir ülkede özel sektör tasarruf yapar. Bu sektörde hanehalkı ve firmalar vardır. Hanehalkı kazandığının bir kısmını harcarken bir kısmını da tasarruf eder. Yani biriktirir. Firmalar işlerinin gerektirdiği harcamaları yapıp üretimi sürdürürken, kârların bir kısmını hissedarlara dağıtır, diğer bir kısmını da firmada tutarak yatırıma dönüştürür. Hanehalkı da tasarruflarını finansal aracılar vasıtasıyla yatırımcıya borç verir.
Diğer tasarrufçu devlettir. Vergi toplar veya mülk gelirleri gibi diğer kaynaklardan gelir elde eder. Bunun bir kısmını devlet faaliyetleri için harcar. Bir kısmını da tasarruf ederek kamu altyapı yatırımlarına dönüştürür. Ya da 2001 sonrasında olduğu gibi geçmişten kalan borçlarını öder. Nihayetinde sonuç değişmez. Devletten alacaklı olan kesim parasını alınca, devlet yeniden borçlanmıyorsa, özel sektöre borç olarak verir.
Peki, Türkiye gibi dünya ortalamasının üzerinde büyüyen bir ülke, gerekli yatırımları kamu tasarruflarından ve özel tasarruflardan karşılayamıyorsa ne yapar? Bu durumda yabancı tasarruflar kullanılır. Yani dış borçlanmaya gidilir. Bu borçlanmayı devlet de yapabilir, özel sektör de. Yabancı bankalardan doğrudan borçlanma olabileceği gibi, yerli bankaların yurtdışından kaynak bularak yurtiçindeki firmalara ve hanehalkına borç vermesi de mümkündür.
Eğer devlet veya özel sektör birimleri borçlanıp, bu borçtan kazanç elde edip borcunu ödedikten sonra hala kazançlı kalıyorsa herhangi bir sorun yok demektir. Lakin bir sorun var. Dünya finansal piyasaları bazen dalgalı olur. Normal zamanlarda borçlanıp kazanırken, borçlu olduğunuz sırada dalgaya yakalanırsanız ve bu dalga büyükse, geçmişteki kazançları da kaybetme riski ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Uluslararası finansal kurgunun doğal sonucu bu mudur, yoksa bu dalgalar tesadüfi mi ortaya çıkar? Bu da ayrı bir tartışma konusu.
Bir de şöyle bakalım. Ortada bir borç ve borçlu varsa, bir de alacak ve alacaklı vardır. Borçlular hanehalkı, firmalar ve devletlerdir. Alacaklılar da aynı kesimlerdir: hanehalkı, firmalar ve devletler. Borçlular, üretim yapan firmalar, kredili ev ve araba satın alan hanehalkı, kamu altyapı yatırımı ve diğer hizmetleri yapan devletlerdir. Alacaklı da bankaya parasını yatıran hanehalkı ile onlar adına bu işlemleri yürüten banka, vadeli mal satan firma veya doğrudan ya da finansal aracılar eliyle borç veren devlettir. O halde sorun nerede?
Eğer bir sorun varsa borç alacak ilişkisinde şartların nasıl belirlendiği ve borç verilen fonların nasıl kullanıldığı ile ilgilidir. Borçların yüksekliğini konuşurken sadece bir ülke için konuşmak büyük fotoğrafı vermeyebilir. Dünya ekonomilerinde genel olarak kamu ve özel sektör borçları artmaktadır. Tabloda bazı ülkelerin kamu borcunun GSYH’ya ve hanehalkı borcunun net harcanabilir gelire oranları verilmektedir. Ülkemizdeki durumla karşılaştırılabilir olması açısından 2001-2017 dönemi verilmektedir (Bazı ülkeler için 2016 yılı verilerine bakılmaktadır. Türkiye için hanehalkı rakamları kendi yaptığımız yaklaşık hesapların sonucudur).
|
Kamu Borcu/ GSYH |
Hanehalkı Borcu/ Harcanabilir Gelir |
||
2001 |
2016-17 |
2001 |
2016-17 |
|
ABD |
64,1 |
124,6 |
107,9 |
110,9 |
İngiltere |
45,0 |
118,3 |
114,4 |
152,7 |
İsviçre |
53,6 |
42,5 |
170,3 |
212,8 |
İsveç |
64,7 |
57,8 |
119,5 |
186,3 |
İspanya |
60,6 |
114,9 |
87,1 |
117,9 |
Japonya |
148,9 |
234,5 |
117,1 |
108,8 |
İtalya |
118,1 |
155,6 |
56,5 |
88,3 |
Almanya |
58,8 |
76,2 |
113,0 |
93,4 |
Yunanistan |
114,5 |
191,1 |
37,5 |
111,6 |
Fransa |
71,3 |
123,4 |
77,0 |
109,0 |
Danimarka |
58,3 |
52,4 |
236,8 |
283,1 |
Kanada |
105,2 |
109,1 |
114,9 |
178,1 |
Türkiye |
77,0 |
30,7 |
5,4 |
48,2 |
Yuvarlanmış rakamlarla, ABD’de kamu borcunun GSYH’ya oranı %64’den %125’e çıkmıştır. Bu oran İngiltere’de %45’den %118’e, Fransa’da %71’den %123’e, İspanya’da %61’den %115’e, Japonya’da ise %149’dan %235’e çıkmıştır. İsviçre, İsveç, Almanya, Danimarka ve Kanada daha stabil görünmektedir. Türkiye’de ise bu oran %77’den %31’e inmiştir.
Diğer yandan hanehalkı borcunun net harcanabilir gelire oranına da bakmak gerekir. Kamu borcu açısından olumlu görünüm sergileyen ülkelerde bu oran artmaktadır. Örneğin, bu oran İsviçre’de %170’den %213’e, İsveç’te %120’den %186’ya, Danimarka’da %237’den %283’e ve Kanada’da %115’den %178’e çıkmıştır. Türkiye’de bu oran %5 civarından %50 civarına çıkmıştır.
Elbette bu ülkelerdeki gelir düzeyi ve borç ödeme kapasitesi yüksektir. Ancak ele aldığımız rakamlar gelire oranladır. Bu demektir ki Danimarka’daki ortalama bir aile gelirinin yaklaşık üç katı borçludur. Kanada’da ise bu oran yaklaşık iki kattır. Hem kamu hem de hanehalkı borcunu düşüren tek ülke Almanya’dır.
Amacımız burada konuyu rakamlara boğmak değil. Bütün dünya ekonomilerinde borçluluk artmaktadır. Ya devlet borçlanarak harcamakta, ya da hanehalkının kendisi borçlanmaktadır. Tek ülke örneğinde borç yükünü ve muhtemel riskleri elbette tartışabiliriz. Lakin büyük fotoğrafa bakıp dünya ekonomisinin gittiği yöne mutlaka bakmak gerekir. Aksi halde yanlış sonuçlara ulaşılacaktır.
Bir ülkenin borç düzeyi ve muhtemel geri ödeme senaryolarını tartışmak elbette değerlidir. Ama hiçbir ülkenin veya finansal sektörün gündeminde borçlanmayı sıfırlamak gibi bir hedef olduğunu sanmıyorum. Mevcut uluslararası kapitalist sistem ve finansal kurguya aykırıdır bu zaten. Dolayısıyla daha az önemsiz olmayan, hatta daha önemli olabilecek bir tartışma konusu, kapitalist sistemin bu finansal aşamasında para ilişkilerinin nasıl düzenleneceğidir. Kim, hangi şartlarda, kime, ne kadar borç verebilir? Bunun denetimi nasıl ve garantisi ne olmalıdır? Borçlanma maliyetini belirleyen kimdir?
Çalışıp, kazanıp, tasarruf edenin parası kendisinin değil mi? İstediği gibi borç veremez mi? Elbette mülkiyet hakkı vardır ve anayasal garanti altındadır. Serbest piyasada, yasal çerçevede istediğine borç da verir. Lakin dikkat çekmek istediğim bu değil. Sizin mülkiyetinizde olan paranın, bir faiz ya da döviz hareketiyle değer kazanması ya da kaybetmesinden söz ediyorum. Ya da mülkiyetinizdeki bir gayrimenkulün bir faiz veya döviz hareketiyle değerinin yarısını kaybetmesinden söz ediyorum. Sadece bizde değil, ABD’deki 2008 yılı gayrimenkul kredilerindeki yıkımı düşünelim. Ev alıp yıllarca taksit ödeyen ABD vatandaşlarının kaybettikleri emeklerini düşünelim.
Kapitalist sistemin merkezi birbirine girmişken, en reel olan ticaret bile sorgulanırken, finansal büyüme ve kuralsızlaşmanın tartışılmaması büyük bir eksiklik.
Dolar %1 arttığında, yani 4,80’den 4,85’e çıktığında, dolar cinsinden borcumuz 4,5 milyar dolar artıyor. Tersinde de bu kadar düşüyor. Bu hareketler bazen bir günde birkaç defa olabiliyor. Aşırı dalgalanmalarda kalp ritmi bozulan insanların psikolojik durumlarını mı, yoksa her tarafında ritim bozukluğu olan bu dünya sistemini mi tartışalım? Ateş düştüğü yeri yakar elbette ama bu dünya sistemini de birilerinin konuşması gerekiyor. Aslında konuşuluyor da. Bütün bu uluslararası tartışmaların özü dönüp dolaşıp buraya dayanıyor. Ama açıkça konuşulan bu mu derseniz, değil. Bu şartlarda günlük hareketleri elbette tartışalım ama işin özünü kaçırmadan.
18.07.2018