Küresel salgın başladığından bu yana devletler ekonomiye para politikası ile müdahil oldu. Faiz oranları düşürüldü, varlık alımları arttırıldı ve bu araçlarla parasal genişleme sağlanarak ekonomiler bir ölçüde canlı tutulmaya çalışıldı. Belki de çöküşü engellemek için yapıldı demek daha doğru olur.
İşsizlik artışı ve gelir kaybını önlemek için maliye politikası ayağında da bazı destekler verildi. Otomatik olarak yapılan işsizlik ödemeleri yanında kısa çalışma ödeneği ve diğer gelir destekleri aracıyla transferler yapıldı.
Yapılan transferlerin ve ek harcamaların finanse edilmesi gerekiyor elbette. Bunun da iki yolu var. Birisi borçlanma, diğeri de vergi artışı. Bütün ekonomilerin daraldığı bir dönemde vergi artışı gündeme pek getirilemez. Bu yüzden de finansmanda ağırlıklı olarak borçlanmaya gidildi ve kaçınılmaz olarak kamu borçları arttı.
ABD’de yeni iktidara gelen Biden yönetimi ise vergi artışlarını da gündeme getirdi. Ekonomik küçülmeye rağmen bireysel gelirleri %20’nin üzerinde arttıran bu transfer harcamalarının finansmanında toplumun bir kesiminin elini cebine atmasını istedi. Bunlar da yıllık geliri 1 milyon doların üzerindeki kesimdi. Aslında kastedilen kesim, salgın döneminde parasal genişlemeden yararlanarak kazançlarını ciddi ölçüde arttıran kesim. Borsa ve emtia piyasalarına yatırım yaparak küçülen ekonomiye rağmen gelirlerini en az %70 arttırdılar. Bunun en azından bir kısmını vergi olarak ödemeleri isteniyor.
Vergi artışları her zaman mükelleften direnç görür. Bu taleplerin yasama sürecinden olumlu geçip geçmeyeceğini göreceğiz. Lakin maliye politikaları açısından konuşulması gereken başka iki mesele var. Bunlardan birisi küresel düzeyde ortaya çıkan ve hiçbir ülkenin dışında kalamadığı çevre kirliliği ve salgın hastalık gibi küresel kamusal mallar. Bu alanda atılacak adımların maliyetine bütün ülkeler ödeme güçlerine göre katılmak zorundalar. ABD’de Trump döneminde çevreyi ilgilendiren Paris Anlaşması’ndan çekilme veya küresel salgını ilgilendiren Dünya Sağlık Örgütü ile ilişkileri sonlandırma gibi girişimler, yeni yönetimle beraber tekrar gündeme geliyor. Normali de bu idi.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, küresel düzeyde önemli olan başka bir konu daha gündeme geldi. Kurumlar vergisinde bir uyumlaştırmaya gidilmesi. Bu önemli bir konu. Zira küreselleşmenin arttığı bu dönemde ülkelerin rekabet ettiği konulardan birisi vergi oldu. Her ülke yabancı sermaye çekerek üretimi arttırmak, bu yolla tasarrufları arttırarak yeni yatırımlar için kaynak oluşturmak üzere vergi indirimlerine gitti. ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’in “dibe doğru yarış” diye adlandırdığı konu bu. Her ülke daha fazla sermaye çekmek için vergi indirirken, bu süreç vergi indirme yarışına dönüştü.
Bu yarışın iki temel etkisi oldu. Birincisi akışkan olan üretim faktörleri üzerindeki vergi azalırken, akışkan olmayan, yani kaçamayan faktörler üzerindeki vergiler arttı. Mesela ücretler üzerindeki gelir vergisi. Tersine oranların düşürüldüğü söylenebilir ama göreli bir artıştan söz ediyoruz. Yani ücretler üzerindeki vergiler değişmese bile sermaye kazançları üzerindeki vergiler azalıyorsa, bu kesimin göreli yükü artıyor demektir. Sadece bu kesimden alınan gelir vergisi ve herkesten alınan KDV ve ÖTV türü dolaylı vergilerle elde edilen gelirler harcamaları finanse etmeye yetmeyince bütçe açıkları arttı. Şu anda ABD ve AB ülkeleri dahil kamu borçları devasa boyutlarda.
Borçlanma ilelebet devam edemeyeceğine göre bir noktadan dönülmesi gerekiyordu. Şu an buna yönelik sinyaller geliyor. OECD’nin bir süredir üzerinde çalıştığı küresel kurumlar vergisi düzenlemesine destek var. Biden yönetimi kurumlar vergisi oranını %28’e çıkarmayı düşünüyor. Küresel oran ise %21 olarak düşünülüyor. Bir fikir vermesi açısından, bu oran Çin’de %25, İngiltere’de %19, Almanya’da %15, İrlanda’da %12,5. Türkiye’de de bu oran son yıllarda %20-25 arasında değişmekle beraber 2021 yılı için %25 oranında uygulanacak. Oran kendi başına belirleyici olmayabilir. Çünkü matrahın belirlenmesinde dikkate alınan giderler, indirimler vs. sonucu değiştirebilmektedir. Ancak mükellef bunu bilir ve ona göre yatırım yeri seçecektir.
Vergi rekabeti bununla da kalmamıştı. “Vergi cennetleri” adı altında, ne üretimle ne de tüketimle ilgisi olmayan, adacıklarda ve devletçiklerde tabela şirketleri kurularak da vergiden kaçınma yoluna gidiliyordu. Çalışmalarda bunlar da gündeme gelecek.
Kolay bir süreç olmayacak. ABD ve AB ülkeleri ortak adım atmayı destekliyor. Ancak OECD bu oranı %12,5 olarak düşünürken, ABD %21 öneriyor. İrlanda gibi bu oranı düşük uygulayan ülkeler artışa karşı.
Küresel kamu harcamaları ve vergilendirmede bir mutabakat sağlanır mı göreceğiz. Ancak konu önemli ve bir orta yol bulunmadığı takdirde devletlerin maliyesini kaotik sonuçlar bekliyor demektir.