Liberal ekonomi yaklaşımı ile ulusçuluk beraber doğmuştur. Fransız ihtilalinin Avrupa’ya sunduğu yaklaşım bireysel hak ve özgürlüklere dayalı iktisadi faaliyetler ve tabii ki devlet düzeyinde de ulusçuluk ve kendi kaderini tayin etme (self determinasyon) oldu. Sadece Avrupa’da değil, o günün en büyük coğrafyası ve barındırdığı unsurların çeşitliliği itibariyle oldukça zengin olan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde de etkili oldu. İçerisinden geçtiğimiz dönemde Doğu Akdeniz, Ege, Kıbrıs, Ermenistan, Afganistan, hatta Tayvan meselesini anlamak için de biraz geriye gitmekte yarar var.
Saf iktisadi bakışın saflığı içerisinde kendi meslek alanımıza olan inancımızı da yitiririz. Şöyle bir noktadan başlayıp çözümleme yapmak yol gösterici olabilir: Teori yol gösterir, devlet yolu açar ve sermaye o yoldan gider. Sermaye derken sadece parasal ve fiziksel sermaye değil, beşeri sermayeyi de kastediyoruz.
Serbest ticaretin sömürgeciliğin kucağında büyümesini daha iyi anlayabilmek için 1500’lerin sonlarına gitmek gerekir. İngiliz ticaret gemilerinin okyanuslarda daha etkili olmaya ve Hindistan’a kadar uzanmaya başlaması 1500’lerin sonunda İngiliz donanmasının İspanya donanmasını ağır bir yenilgiye uğratması ile başladı. Uluslararası ticaret ve finansın gelişmesi için yeniliklere açık ve girişimci bir grubun varlığı yeterli değildir. Bunların önünü açacak, güvenliğini sağlayacak ve gittikleri yerlerde saygınlıklarını temin edecek devlete ihtiyaç vardır. Tam da bu nedenledir ki İngiliz denizci tüccar okyanuslara açılırken, Kraliyet de onlar için imtiyazlar alma çabasındaydı. Doğu Hindistan Şirketi’nin büyük bir ordusu vardır ve Hindistan’ın büyük bir bölümünü bu ordu ile kontrol altında tutmaktadır.
1600’lerin başında Hollanda’da ticaret odalarının bir araya gelerek bugünkü Endonezya’yı da içeren Doğu Hint Adaları Şirketi farklı değildi. Bu şirket, bölgedeki ticareti tekeline almaya çalışıyordu. Kraliyet adına yetki kullanıyor ve vali tayin edebiliyordu. Karada 10 bin, denizde 50 binden fazla askerden oluşan orduları vardı. Bunlar yanında yargı yetkisini de kullandığını söylemeye gerek yoktur herhalde. Şirket, ticaret faaliyetleri ile muazzam kazançlar elde ederken tekel gücünü korumak için bölgeyi İngiliz, Fransız ve Portekizli tüccara kapatmaya çalışıyordu.
1700’lerin sonunda sistemli olarak ortaya çıkan uluslararası ticarete dayalı zenginleşme teorilerinin düşünce düzeyindeki katkısı asla gözardı edilemez. Ancak saf iktisadi yaklaşımla bakıldığında 1800’lerdeki güç mücadeleleri ve çatışmaları anlama imkânımız olmaz. İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki dalgalı ilişkileri, Almanya ve Avusturya arasındaki ittifakları bir de bu çerçeveden ele almakta yarar vardır.
İngiliz ticaret yolu olarak bilinen Cebelitarık’tan Akdeniz yoluyla Süveyş’ten Hindistan’a devam eden güzergâhın güvenliği İngiltere ekonomisi açısından hayati öneme sahipti. Rusya’nın denizlere inmesi planlarına karşılık İngiltere’nin Osmanlı yanlısı tutumu 1800’lerin sonuna kadar devam etmiştir.
Güçlenen Almanya’nın alternatif ticaret güzergâhı arayışı ve Berlin-Bağdat hattından demiryolu ile Basra’ya ulaşmak istemesi sonucu Osmanlı’ya yanaşması İngiltere’yi endişelendirmiştir. Benzer bir endişeyi Japonya’nın Çin üzerindeki planlarında ve Rusya’nın Orta Asya’dan güneye inmeye çalışmasında da görmekteyiz.
Ülkelerin kendi kaderlerini tayini söylemi ile balkanlarda “bağımsız” devletçikler oluşturulması Rusya ve Avusturya’nın bu bölgedeki mücadelesini bitirmek yerine şiddetlendirdiğini biliyoruz. Başta Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan olmak üzere bölgedeki devletler bazen doğrudan saldırıya da uğrayarak bu baskıyı hep hissettiler.
Asıl çelişki, Fransa’nın dayanak olarak kullandığı “kendi kaderini tayin etme” söylemine karşılık 1700’lerin sonunda Mısırı işgal girişimi ve 1800’lerin sonunda İngiltere’nin benzer girişimi. Osmanlı merkezi yönetimi ile anlaşamayan Mısır yerel yönetiminin bazen İngiltere bazen Fransa tarafından desteklenmesi veya baskılanması, sözü edilen İngiliz ticaret yolunun kontrolü ile ilgilidir.
1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte İngilizler, Kızıldeniz’den geçen ticaret yolunun güvenliğini sağlamak amacıyla bölge ülkelerini işgal etmişlerdir. Önemli ülkelerden birisi Somali’dir ve ülkenin körfez kıyı şeridini İngilizler, güney bölgelerini ise İtalyanlar işgal etmiştir. Etiyopya’nın kaderi farklı değildir ve bu ülkeler hala açlıkla boğuşmaktadırlar. Hâlbuki coğrafi konumları Avrupa ülkelerinin iyi bilinen devasa ekonomik gücünün can damarı niteliğindedir. Akdeniz bölgesindeki güç mücadelesinde Tunus, Cezayir, Libya dâhil Kuzey Afrika ülkelerinin işgal girişimleri farklı değildir.
Osmanlı’nın dağılmasına da neden olan bu gelişmeler, çatışmalar, aynı işbirliği içerisinde bile ortaya çıkan güç mücadelelerinden bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
Birincisi insan hayatı için uzun olan 100 veya 200 yıl, devletlerin hayatında o kadar da uzun değildir. Kişiler, yönetimler değişir ama devletlerin politikaları ve stratejik planları revize edilse de özünde değişmez. En azından son iki yüzyılı görmeden bugünkü jeopolitik meseleleri anlamak mümkün değildir.
İkicisi o gün itibariyle Avrupa’dan Asya’ya giden ticaret yollarının güvenliği ve önemi, bugün itibariyle bırakın azalmayı, artmıştır da denebilir. ÇHC’nin kuşak-yol projesi veya Rusya’nın kuzey denizinden alternatif ticaret yolları arayışı bu önemin birer göstergesidir.
Son olarak, iktisat teorileri en az diğer bilim alanlarındaki teoriler kadar önemlidir ve son 300 yılda dikkate değer gelişme göstermiştir. Bu tarihsel bakış önerisi teorileri tartışmak veya yanlışlamak değildir. Lakin bir gerçek var ki bilimsel çalışmalar ve gelişmelerin gerçek hayattaki yansıması devletlerin ulusal ve uluslararası düzeydeki politikaları ile kısıtlıdır. Diğer deyişle parlak ekonomik fikirler ancak devletlerin uyruğundaki sermayenin önünü açması ve desteklemesi ile sonuç verir.
Ekonomik nasyonalizmi devletin iç piyasayı koruması ve ekonomiyi dışa kapatması olarak tanımlamak doğru değildir. Serbest ticaret ve liberal ekonomi nasyonalizm ile iç içe doğdu ve gelişti. Biri diğerini korudu ve kolladı. Geçmişte farklı değildi ve bugün de serbest piyasa mantığına aykırı bulunan birçok korumacı tedbirde görüldüğü gibi farklı değildir. Ekonomik olayların kendi mantığı içerisindeki işleyişi ile devletlerin kendi uyruğunda bulunan sermayeyi koruyup kollaması ayrı değerlendirilmediği takdirde önümüzde duran problemleri anlama ve çözümleme şansımız yoktur.
Ortaya atılan teoriler refah arttırıcı öneriler içerebilir ve hatta bu konuda geniş bir kabul de görebilir. Çatısı altında yaşadığınız siyasal otorite buna ikna da olabilir. Ancak sürtünmesiz bir dünya için bütün rakip siyasal otoritelerin ikna olması gerekir. Küresel politikaların da uzlaşı ile belirlenmesi için tarafların oy birliği ile olmasa bile büyük çoğunlukla desteklemesi gerekir.
Böyle bir dünya mümkün müdür? Adalet kavramında uzlaşı olmadığı sürece mümkün görünmüyor.