Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Üretmeden Tüketmek

Abuzer PINAR
17 Aralık 2018 10:19
A-
A+

İktisadi sorunlarımızın özüne bakmamız lazım. Her kesimden insanlarımız en kolay ekonomiyi konuşur. Faiz, kur, enflasyon, borsa endeksi vs. yükseldi, düştü. Risk iştahı arttı, azaldı. Bütün bunlar önemsiz mi? Elbette değil ama bu ve diğer göstergelere ilişkin verileri sadece sorunların belirtisi olarak görmek gerekir. Bir insan hastalandığı zaman ateşi çıkar, boğazı kızarır, halsizlik olur vs. Tedavi süreci de önce bu testlerle başlar. Ancak bunlar hastalığın kendisi değil, asıl hastalığın semptomlarıdır.

Şunu demeye çalışıyorum. Enflasyonun ve faizin yükselmesini, kapasite kullanım oranlarının düşmesini, güven endekslerindeki zayıflamayı periyodik olarak konuşuruz. Hele de günlük faiz, döviz, borsa göstergeleri için söyleyeceklerimiz hiç bitmez. Her gün bir daha konuşuruz. Ancak ekonominin yapısal taraflarına bakmazsak, sadece bu göstergelerden bir yere varamayız. Günlük göstergeler, en iyi ihtimalle elimizdeki parasal/finansal varlıkların değerini korumamıza yarar. Ama bu da en iyi ihtimal!

Asıl mesele ekonominin yapısal sorunlarına bakmak ve ekonomik hayatın dinamik yapısına göre değişimi gerçekleştirebilmektir. Ben derim ki asıl sorun üretmeden tüketmektir. Üretimde güçlü olmayan bir ekonomideki parasal varlıklar hiçbir anlam ifade etmez. Sadece birilerinin cebinden alarak diğer birilerinin cebine aktarır. Lakin bir gün gelir herkesin cebi boşalır.

Birey ve hanehalkı için en büyük sorun kazançtan fazlasını harcamaktır. Doğal olarak herkes refahını yükseltecek araçlara sahip olmak ister. Ancak harcamalar her zaman refah yükseltici olmaz. Özellikli bilgisayarlar, cep telefonları veya ulaşım araçları birer değer üretme aracı ise anlamlı olabilir. Aksi hâlde, servetler ödeyip satın aldığımız araçların özelliklerinin onda birisini bile kullanmıyorsak, israftır, savurganlıktır. Hele de ithal ise milli servetin dışarıya akması, heba olması, yok edilmesidir.

Aynı şey üretici için geçerlidir. Üretilen malı satamamak, ya da satılabilir bir mal üretememek. Eğer çay, pamuk, mısır veya diğer tarımsal ürünler ancak devlet desteğiyle kazançlı hale geliyorsa, hatta tek kazancı alınan kamu desteği oluyorsa burada bir sorun vardır. Kaynaklar heba ediliyor demektir. Ülkemizde devasa ovalar var. Yüksek tutarlarda harcama yaparak inşa ettiğimiz barajlar, sulama altyapıları var. Sanayimiz için gerekli pamuğu ithal etmek zorunda kalıyorsak durup düşünmemiz gerekir. Gıda sanayiinde kullandığımız susamı ithal ediyorsak faaliyetlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Sadece miktar değil, kalite sorunumuz da var. Kaliteli ürün emek ister.

Kaliteli girdi ürettiğimizi varsayalım. Yeter mi? Elbette yetmez. Bu girdiyi alıp nihai ürüne dönüştürerek katma değeri yükseltecek sanayiye de ihtiyaç var. Sanayi sektöründe yatırım yapmak risk almaktır. Hele de oturduğu yerden yüksek parasal gelirler elde etmek varken bu kadar risk almaya ne hacet? Ama dedim ya, bu risk alınmadan, cebimizdeki para değerlenmez. Gün gelir buharlaşır gider.

Devletin topladığı vergiden fazla harcaması da bir sorundur. Bütçe açığıdır ve belirli şartlarda enflasyon demektir. Fakat kamu dengelerine bakarken dönüp özel sektöre, hanehalkına da bakalım. Başkasının ürettiği otomobilin, hem de en özellikli olanına talip olmak maharet değildir. Bu açık vermek demektir. Açık sadece kamuda olmaz. Özel sektörün ve hanehalkının da açığı olur ve şu an olduğu gibi devletin açığından daha önemli hale de gelebilir. Ama biz kamunun açığını konuşurken kendi açığımızı görmezden geliriz.

Tasarruftan fazlasını verimsiz sektörlere yatırmak da açık vermektir. Verimli kullanılıyorsa ne âlâ. Ancak risk gerektiren, değer üreten sektörlere yatırılmıyorsa geleceğimizden yemek demektir. Yüksek tutarlarda yabancı kredi ile alış veriş merkezleri (AVM) inşa etmek örneğin. AVM de gereklidir elbette. Ancak şuna dikkat edelim. AVM üretilen malın satıldığı, bir miktar da hizmetin üretildiği yerlerdir. Devasa borçlanmalarla AVM inşa etmek, gelecekte ağır borç yükü ile karşılaşmak demektir. Hizmet sektörü yüksek boyutlarda büyürken, bunu besleyecek bir sanayi üretiminin olmaması borç yükü ve enflasyon demektir.

Herkesin cebinde telefon, altında araba varsa ve lakin bunun önemli bir bölümü dışardan satın alınıyorsa, bu bir yerden patlar. Üretim olmadan hizmet sektörünün büyümesi bir toplumu sadece fakirleştirir. Buradaki kastımız sektörün küçümsenmesi değil. Özellikle turizm sektörünü gözardı edemeyiz örneğin. Ne var ki yurtiçi tüketime yönelik hizmetlerin asimetrik büyümesinin bedeli ağır olur. Komşumuz Yunanistan, bir süre AB’ye üyeliğin keyfini çıkardı. Bunu da yüksek asgari ücretler ve bol tüketimle yaptı. Ancak gün geldi bedelini ağır ödedi ve başladığı yerin de gerisine düştü.

Üretim, üretken işgücü ile olur. Büyük bütçelerle yürüttüğümüz üniversite eğitiminden çıkan mezunların katma değere yapacağı katkı bizi ilgilendirmiyorsa, söyleyecek bir şey yok demektir. Mesleki eğitimi güçlendirerek ara eleman yetiştirmek zorundayız. Mezun ettiğimiz mühendis asgari ücretle bile iş bulamazken, bunun çok üzerindeki ücretlerle ara eleman bulamıyorsak, verdiğimiz eğitimi sorgulamak zorundayız.

Bu anlamda ikinci yüz günlük icraat programında yer alan “tüm üniversitelerde kariyer merkezlerinin kurulması” ve “üniversitelerin ve bağlı bölümlerinin mezuniyet sonrası performansını ölçmeye yönelik Üniversite Mezun İstihdam Edilebilirlik Araştırması” dikkate değer. Umarız üniversiteler rahatlarını bozmamak için bunu da kâğıt üzerinde yok etmezler.

Yurtiçi katma değer oranının yükseltilmesine yönelik yeni teşvik uygulamalarını da doğru adımlar olarak görmek gerekir. Uygulama da planlandığı gibi işlerse, belki bu kısır döngüden çıkarız. Orta gelir tuzağını laf olsun diye değil, içini doldurarak gündemimize almak zorundayız.

Hem dış açık hem de yüksek katma değer açısından yenilenebilir enerji, bilişim sektörü, otomotiv ve savunma sanayiini geliştirmek zorundayız. Zira en yüksek ithal giderlerimizde bu sektörler ön sıralarda yer alıyor.

Velhasıl çalışmak ve üretmek zorundayız. Eğer “birileri hiç çalışmadan yüksek refah düzeyinde yaşıyor” algısı varsa, bunu da değerlendirelim. İki boyutuyla. Hakikaten varsa, bunu düzeltelim. Çalışmanın ödüllendirildiği bir iktisadi yapı kuralım. Diğer yandan bunun bir bölümü sadece algı ise, bu algıyı değiştirecek, çalışma barışını sağlayacak bir ortam oluşturalım.

Ezcümle ülkemizin gelişmesini, toplumsal refahımızın yükselmesini ve dünyada söz sahibi olmayı istiyorsak üretmek zorundayız. Aksi halde, üretmeden tükettiğimiz sürece kendimizi tüketiriz.