2001 krizi sonrasında çokça tartışılan yapısal reformlar yeniden tartışma gündemimize girdi. Akademik çevrelerde ve medyada zaman zaman gündeme gelse de siyasal otoritenin gündemine girince daha fazla tartışılıyor. Yapısal reformlar çok boyutlu olmakla beraber bugün konuşulan ekonomik yapı ile ilgili reformlardır.
Özü itibariyle bir ekonomi büyüdükçe eskiyen ve işlevini yitiren yapıların ekonomik faaliyetleri güçlendirecek şekilde dönüştürülmesidir. Konuya ilişkin üç temel soruna değineceğim. Dış açık, kamu açığı ve işsizlik.
En temel yapısal bozukluklardan birisi üretim ve tüketim yapısının dış açığa neden olmasıdır. Mevcut üretim yapısı yoğun dış girdi kullandığından ekonomi büyüdükçe dış açığımız artıyor. Elbette bu üretimden net kazanç elde ediyoruz. Ancak üretime kattığımız değer düşük olduğunda sürdürülebilir olmuyor. Çünkü gelir arttıkça ithal edilen nihai ürünler de arttığından düşük orandaki net kazanç anlamını yitiriyor. Bu yüzden bir süredir ihraç ettiğimiz ürünlerde katma değerimizin arttırılması yönündeki teşvikler konuşulmaktadır.
Bu yönlü önemli adımlar atılmaktadır. Elbette zaman alacak ancak bu yöndeki başarımızın önünde hiçbir engel yok. Sadece bir konuda zorlanabiliriz. Büyüdükçe enerji talebimiz artıyor. Halen enerji tüketiminin önemli bir bölümünü oluşturan petrol ve doğalgazımız yok maalesef. Bu yüzden de enerji ithalatımızın faturası yüksek. Buna yönelik tedbirlerimiz güneş ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji yatırımları olabilir. Ancak bu yatırımlar için gerekli girdi de ithal ediliyorsa net kazancımız yine düşecektir. Dolayısıyla aramalı üretiminin de güçlendirilmesi gerekir. Üniversitelerimiz bu konuda ar-ge katkısında bulunabilir.
Diğer önemli sorun kamu açıklarına ilişkindir. Ekonomi büyüdükçe kamusal ve sosyal hizmetler talebi de artıyor. Kamusal hizmetler merkezi hükümet bütçesinde açığa neden olurken, sosyal hizmetler sosyal güvenlik açıklarına neden oluyor. Kolay gibi görünse de bu açığı kapatmanın maliyeti sanıldığından daha yüksektir.
Vergi reformu yapalım ama geliri vergilendirmenin çalışma ve tasarruf üzerindeki etkisi konusunda net bir bilgimiz yok. Harcama vergilerine yüklendiğimizden hem vergi adaleti zedeleniyor hem de vergi kapasitemizi kullanamamış oluyoruz. Harcama tarafında ise alışkanlıkların terkedilmesi o kadar da kolay değil. Bütçenin önemli bir bölümü üzerinde çok da oynayamayacağınız kalemlerden oluşur. İsrafın önlenmesi ve harcama etkinliğinin sağlanması elzemdir.
Sosyal güvenlik açıkları da kendi başına bir sorun. Kayıtdışı çalışma nedeniyle prim geliri yetersiz kalırken, sosyal hizmetlerin kapsamının genişlemesi harcamaları arttırmaktadır. Elbette prim gelirlerini arttırmanın ve harcamalarda tasarrufa gitmenin bir maliyeti olacak. Mesele bu maliyeti kimin yükleneceğidir. Emekli maaşlarını ve sağlık harcamalarını mı kısacağız, primleri mi arttıracağız? Primler artacaksa işveren payı mı arttırılacak? Kayıtdışı çalışma engellenecekse ortaya çıkan vergi ve prim maliyetini kim yüklenecek? Ya da vergi ve primlerin aşırı yükü ekonomiyi nasıl etkileyecek? Yani iddia edildiği gibi ek işgücü maliyeti bazı sektörlerin rekabet gücünü olumsuz etkiler mi?
Değineceğim son konu işsizlik ile ilgili. Temel yapısal bir sorun bu. İlk akla gelen devletin iş vermesi. Ancak artan işgücünün tamamını devlet massedemez. Peki, neden ilk akla gelen kamu istihdamıdır? Çünkü özel sektör yeterince istihdam yaratamıyor. Yatırım yetersizliği deyip geçmek çok da doğru bir teşhis değil. Mesele işgücünün donanımıdır. Yani eğitimdir. Yatırım ortamı elbette önemli ama verdiğimiz eğitimin sadece sınavlara girme hakkı veren bir belgenin ötesine geçmesi gerekir. Temel eğitimden başlayarak üniversite eğitimine kadar ciddi bir reform gerekiyor. Burada da parasal maliyetten ziyade zihinsel dönüşüm kaçınılmazdır. Bir gecede bir yasa değişikliği yapılabilir. Ancak eğiticinin, yöneticinin, velinin zihinsel dönüşümü zaman alır ve kendiliğinden olan bir dönüşüm değildir.
Nihayet yapısal reform bir zihinsel hazırlık gerektirir. Bu hazırlık bir toplumsal mutabakat gerektirir. Toplumun her kesiminin bir parçası olduğu sağlıklı bir tartışma zeminini gerektirir. Bu da yetmez reformun uygulanması bir maliyet çıkarır ortaya. Toplumsal mutabakat sadece zihinsel değil, maliyetin bölüşümü açısından da gereklidir.
Mesela eğitimden başlayalım. Bu konuda eğitime yıllarını vermiş öğretmenlerimiz ne düşünüyor? Sadece teorik tartışmalar değil, yılların deneyiminden de yararlanmanın yollarına bakmalıyız. Tartışmalar küçümsenmemelidir. Bir eğiticinin sözgelimi yapacağı bir değerlendirme tahmin edemeyeceğimiz katkılar yapabilir.
Yıllarını yargı hizmetine vermiş hukukçularımızın görüşlerini gözardı etmemeliyiz. Hayatını bürokrasi hizmetine harcamış çok değerli insanlarımız var. Üniversiteyi bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve hatta başka hayatı olmamış akademisyenlerden yararlanmanın önündeki engel nedir?
Olsa olsa reforma zihinsel olarak hazır olmayışımız ya da muhtemel maliyetlerinden kaçmamız olabilir.