Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Meşhur Alman Dergisi Der Spiegel: “Amerika Dağınık Devletleri İç Savaş Riski Altında Mı?”

Alman Der Spiegel Dergisi'nin uzun analizinin Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından hazırlanan kısa bir özetini sunuyoruz.
SDE Editör
24 Temmuz 2024 12:24
A+
A-

Almanya'nın önde gelen yayın kuruluşlarından Der Spiegel, 30/2024 sayılı yayınında;

“Amerika'nın uzun kan izleri” başlığı altında 50 sayfalık ayrıntılı bir analiz yayınladı.

 

Analizde kuruluşundan itibaren ABD İç savaşları, siyasi suikastlar gibi kanlı tarihi olaylar ele alınarak ülkenin yine bir kanlı iç savaşla karşı karşıya olduğuna dikkat çekildi.

Alman Der Spiegel Dergisinin uzun analizinin Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından hazırlanan kısa bir özetini sunuyoruz.

Kolluk kuvvetleri, başkent Washington'a doğru ilerleyen isyancı “Batılı Güçleri” geri püskürtmeye çalışıyor. ABD'de iç savaş şiddetleniyor. İsyancılar Başkanın ölmesini istiyor. New York'ta bir suikastçı kendini havaya uçurur. İşte tam da bu sırada, özgür dünyanın lideri olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı kravatını düzeltir ve halkına hitap eder: “Şu anda zafere hiç olmadığımız kadar yakınız!”

Yukarıda anlatılanlar, bu yıl Amerikan sinemalarında geniş yankı uyandıran ‘’Civil War’’ (İç Savaş) filminden bir kesit. Gerçek Amerika henüz bir iç savaş halinde değil. Eski Başkan Trump’a yönelik saldırıdan sonra dahi.  Ancak böyle bir distopyanın bir gün gerçeğe dönüşebileceği endişesi Amerikan nüfusunun büyük bir çoğunluğunda mevcut. Public Religion Research Institute (Kamu Dini Araştırma Enstitüsü) ve Brookings Enstitüsü tarafından geçtiğimiz Ekim ayında yapılan bir araştırmaya göre, Amerikan nüfusun ¾,  2024 yılında gerçekleştirilecek olan Başkanlık seçimlerinin Amerikan Demokrasisinin geleceğini belirleyeceği düşüncesinde. Yine aynı araştırmaya göre, (33% Cumhuriyetçi ve 13% Demokrat olmak üzere) ankete katılanların ¼  ‘’Gerçek Amerikan Patriot’ların ülkeyi kurtarmak adına şiddete başvurmalarının olası olduğu yönündeki cümleye katıldıklarını aktarmışlar.

Öte yandan Amerikan hanelerinin 42%’sinin silah bulundurduğunun ve bunların çoğunun sayıca 1’den fazla olduğu bilinmektedir. Öyle ki Trump’ın seçilmesi durumunda Başkan Yardımcısı olarak değerlendirilen isimlerden olan J.D. Vance bir konuşmasında, Babaannesinin evinde en az 19 adet silahın bulunduğundan bahsetmiştir. Amerikan halkının bireysel mülkiyeti altında toplamda 400 milyon silahın bulunduğu söyleniyor. Bunların yaklaşık 20 milyonu yarı otomatik silahlar olduğu tahmin ediliyor.

İşte tüm bu koşullar, Timothy Naftali'nin[1] deyimiyle siyasi söyleminde “kıyamet dili ”nin hakim olduğu bir ülkeyi karakterize ediyor.

Haziran ayında Trump'ın sosyal medya ağı Truth Social'da bir kullanıcı, sonbaharda yapılacak seçim gününü Teksaslıların özgürlük mücadelesinin sembolü olan Alamo Savaşı ile ilişkilendirerek “Savaş halindeyiz” diye yazdı. “5 Kasım Amerika'nın Alamo'sudur. Hepimiz varız. HADI GIDELIM, LANET OLSUN!”

Şekil 1: Temmuz 2024: Huntington Beach, Kaliforniya'da Trump destekçilerinin açtığı bir bayrak, “Tanrı, Silahlar, Trump” (Fotoğraf: Etienne Laurent / REUTERS)

 

Şekil 2: Temmuz ayının başında, sol çizgide yayın yapan “New Republic” dergisi Donald Trump'ı Hitler'e benzeten bir kapak resmini “ Amerikan faşizmi - Neye benzer?” sorusu altında yayınladı.

Bu şiddet eylemlerinin itici gücü yukarıdan ve özellikle de bir kanattan geliyor. Donald Trump son Cumhuriyetçi Parti konferansında ılımlı bir ton yakalamış olabilir. Ancak daha önce siyasi rakiplerini “yok edeceği” “haşarat” olarak nitelendirmişti. Kendisi iktidara dönmezse ülkeyi yönetecek ve “uçuruma” sürükleyecek bir “derin devlet ”in seçilmemiş yetkililerin elinde olduğunu söyledi. Geçtiğimiz Mart ayında Donald Trump, Joe Biden'ın yerde bağlı bir şekilde yatarak yer aldığı bir video paylaştı. Paylaşımda Trump, Amerika'nın öncelikle dışarıdan değil, içerden tehdit edildiğine yer verdi.

Şekil 3: New York'ta bir kamyonet üzerinde fotomontaj, Mayıs 2024: “Tehdit içeriden geliyor” Fotoğraf: Mark Peterson / Redux / laif

Her ne kadar Trump’ın söylemleri ile kıyaslanamasa da, Joe Biden’da bu konuda tepkisiz sayılmaz. Kendisi Trump’ın sadece siyasi bir rakip olmayıp, Amerika için ‘varoluşsal bir tehdit’ olduğunu ifade etmiştir. Trump’a yönelik gerçekleştirilen suikast girişiminden günler öncesinde, Biden’in bağışçıları ile gerçekleştirdiği bir telefon görüşmesinde Trump’ın hedef diskinin tam ortasına alınması gerektiğini ve atağa geçilmesi gerektiğini ifade ettiği kaydedilmiştir.

İşte bu gibi cümleler yıllar boyunca Amerika’nın siyasi atmosferini belirlemiş ve sonunda silahların gerçekten çekilmesine sebep olmuştur. Trump suikastçisinin saldırı sebebi henüz gizemini korurken, saldırganın ruh sağlığı ile ilgili net bir bilgi yok. Ancak şu soruyu sormadan da geçemiyoruz: Trump, bu saldırıda hayatını kaybetmiş olsaydı, Amerika şuan ne durumda olurdu? Muhtemelen girişte bahsettiğimiz ‘İç savaş’ Filminin senaryosunda bir tık daha ilerlemiş olurdu. Saldırı sonrası gözle görülür şekilde sarsılmış olan Biden ‘’Biz ulus olarak böyle değiliz. Amerika'da siyasi şiddetin ya da bu ölçekte bir şiddetin olması hayal bile edilemez” şeklinde konuştu.

Hâlbuki Amerika, tam da bu. Amerika’nın siyasi geçmişine baktığımızda, tarihi boyunca siyasette şiddetin, gerçekleşen ve gerçekleştirilemeyen suikastların, kalkışmaların, devrimlerin ve iç savaşın hep var olduğunu ve Amerika’yı tanımladığını görmek mümkün. İç Savaş tarihçisi ve Harvard Üniversitesi eski Başkanı Drew Gilpin Faust geçtiğimiz günlerde “The Atlantic” dergisi için kaleme aldığı bir makalede “Ulusal mitolojimizin temelinde şiddet yatıyor” diye yazdı. Bu cümle bize Amerika'nın bugün bulunduğu noktaya nasıl geldiği hakkında çok şey anlatıyor.

Bir hükümeti devirmeye yönelik başarısız bir girişim ayaklanma olarak adlandırılır. Başarılı olana ise devrim denir. 1783 yılında, sekiz yıl süren savaşın ardından böyle bir darbe girişimi başarılı olur. Ve Birleşik Devletler, 4 Temmuz 1776 tarihinde İngiliz kraliyetinden bağımsızlığını ilan eder. Devrimci bir savaş ulusun doğuşunu sağlar, ilk başkanı George Washington bir generaldir. Artık bu ulusu İngiliz monarklar yönetmeyecektir; İlk andan itibaren “13 Koloni’nin” isteği güçler ayrılığıdır: Başkan, Kongre, Yargı.

Bu şekilde Amerikan Deneyi monarşinin tiranlığını ortadan kaldırır- ve aslında yine bir tür imparator üretir. Başkan devletteki en yetkili kişidir. Bu onu aynı anda hem güçlü hem de savunmasız yapar. Devletin simgesi olarak, siyasi muhalifler için olduğu kadar kafası karışık olanlar için de bir hedef tahtasıdır. Bu makam dört cumhurbaşkanının hayatına mal olur. Hepsi de kurucu babaların ABD'nin hayatta kalması için gerekli gördükleri silahlarla vurulmuştur.

1791’de Anayasa “iyi düzenlenmiş bir Milis, özgür bir Devletin güvenliği için gereklidir” der. Bu nedenle, “halkın silah bulundurma ve taşıma hakkı ihlal edilmeyecektir”.

Halk silahlandırılmalıdır, aksi takdirde güvende değildir: bu satırlarda devlete şüpheyle yaklaşan bir ruh dile gelmektedir. Yeni federasyona katılmakta hala tereddüt eden eyaletlere verilen kendinden emin bir taviz. Kurucu baba James Madison, Avrupalı monarkların “halka silah emanet etmekten korktuklarını” yazar. ABD'nin liderleri ise halklarına güvenir. İki yüzyıl sonra, silah lobileri bu anayasa değişikliğini saptırır, tüfekleri Amerika'da kan izleri bırakır.

Ancak tarihçi Naftali, kuruluş günlerinden bu yana siyasette gerilim ve şiddetin Amerikan sisteminin “kemiklerinde” olduğunu söyler. Devletin direniş ruhuyla doğmuş olması, ardında devrimci ve yer yer şiddet yanlısı bir toplum da bırakmıştır: “Siyasi şiddet DNA'mızın bir parçasıdır.”

Ve gerçekten de kan erkenden akmaya başlar. 1801 den itibaren Başkan Yardımcısı görevini üstlenen Aaron Burr, görevdeki üçüncü yılında siyasi rakibi Alexander Hamilton'ı bir düelloda vurur. Ülkenin kurucularından biri, ilk Hazine Bakanı ve ABD temsili demokrasisinin beyni olan Hamilton, birlikte hayal ettikleri ve kurulmasına yardımcı oldukları ulusun iki numarası tarafından öldürülür.

 

Şekil 4: Aaron Burr ve Alexander Hamilton arasındaki düello, 1804: Başından beri kan. Fotoğraf: Evrensel Tarih Arşivi / Universal Images Group / Getty Images.

Şiddet bu genç Cumhuriyetin içine farklı bir şekilde işlemiştir. Özgürlükler ülkesinde insanlar köleleştirilir, güney eyaletlerinde milyonlarca insanın insanlığı onlarca yıl boyunca elinden alınır. Kölelik devleti tekrar savaşa sürükleyecektir.

Siyasi şiddet ne zaman nasıl meşru hale gelebilir sorusunu 19. yüzyılın ortalarında, kölelik karşıtları yanıtlar: Tamda şimdi! Kendisi de kölelikten gelen siyahi aktivist Frederick Douglass bu felaketi ortadan kaldırmak için karşı-şiddetin gerekli olduğuna inanmaktadır. Douglass, köleliğin adaletsizliği hakkında konuşmalar yapar ve bugün hala okullarda kullanılan eserler kaleme alır. Ancak bu çağrılar Güney'de hiçbir işe yaramaz. Kelimeler kırbaçlarla boy ölçüşemez.

Köleliğe karşı çıkan beyazlar da bu fikri paylaşır. 1859 yılında, koyu bir dindar olan kölelik karşıtı John Brown liderliğindeki bir grup, Virginia Harpers Ferry’de bulunan ABD ordusuna ait cephaneliğini yağmalamak için plan hazırlar. Amaçları köle isyanını kolaylaştırmaktır. Plan başarısız olur ve liderleri asılır. “Ben, John Brown,” diye yazar idamından kısa bir süre önce, “bu suçlu ülkenin günahlarının ancak kanla temizlenebileceğinden artık eminim.”

Ertesi yıl Abraham Lincoln, Kölelik tartışmalarında net bir duruş sergileyerek başkanlık seçimlerini kazanır: Kölelik Batı'daki yeni bölgelere yayılmamalıdır. Güneydeki eyaletler öfkelenir. Siyahilere karşı şiddet kullanmanın hakları olduğuna inanırlar. 7 eyalet ayrılarak Amerika Konfedere Devletleri'ni kurarlar.

Mart 1861'deki yemin töreninde yaptığı konuşmada Lincoln bir kez daha insanların ‘içlerindeki iyi meleklere’ seslenir. Ama nafile. 39 gün sonra Amerikan İç Savaşı başlar. Dört yıl sürer ve yaklaşık 750.000 kişinin hayatına mal olur.

Tarihçiler Amerikan İç Savaşı'nın başlangıcını 1861 yılının Nisan ayında Charleston'daki liman kalesi Fort Sumter'ın Güneyliler tarafından bombalanmasına dayandırmaktadır. Tarihçi Gilpin Faust'a göre, 1859 da Harpers Ferry'deki cephaneliğin yağmalanmasına da dayandırılabilir- ancak bu durumda ilk adımı atan gerici Güney değil, ilerici kölelik karşıtları olmuş olacaktırlar. Nitekim onlarda da şiddeti meşru görüyorlardı.

Şiddet köleleştirebilir de, özgürleştirebilir de” diye yazar Gilpin Faust. “Bu amaca bağlıdır.” Siyasi şiddetin meşrulaştırılması Amerikan tarihinde hiçbir zaman tek bir siyasi cenahla sınırlı kalmamıştır. Abraham Lincoln savaşı kazanır ama hayatını kaybeder. 14 Nisan 1865 de Köleliğin kaldırılmasıyla radikalleşen aktör John Wilkes Booth, Washington'daki bir tiyatroda Lincoln'ü vurur. Bu bir Başkana yönelik düzenlenen ilk suikastıdır.

 

Şekil 5: Abraham Lincoln'e 14 Nisan 1865'te düzenlenen suikast girişimi: Savaş kazanıldı, hayat kaybedildi. Fotoğraf: Heritage Images / Getty Images

 

1881 yılında Başkan James Garfield, ruh sağlığı bozuk olduğu tahmin edilen bir adam tarafından öldürülür.

1901 yılında Başkan William McKinley anarşist Leon Czolgosz'un kurbanı olur. Kısa bir süre sonra ABD Gizli Servisi bugünkü haliyle kurulur. ABD başkanlarının hayatları o kadar tehlikededir ki, onları korumak için kendi güvenlik teşkilatlarına ihtiyaç duyarlar.

Bunu 1912'de Theodore Roosevelt'in görev süresinin sonunda ve 1933'te Franklin D. Roosevelt'in göreve başlamasından kısa bir süre önce uğradığı suikastlar izler. Roosevelt göreve başlamadan kısa bir süre önce. İkisi de kurtulur.

Gizli Servis bugüne kadarki en ciddi yenilgisini 30 yıl sonra, 22 Kasım 1963'te yaşar. Başkan John F. Kennedy'nin (JFK) Dallas'ta öldürülmesi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD tarihindeki en çalkantılı on yılın habercisiydi. Bir komisyon cinayeti araştırır ve 16.000'den fazla sayfada belgeler, ancak olay hala tam olarak çözülememiştir.

Şekil 6: John F. Kennedy suikastından saniyeler sonra, 1963: Gizli Servis için en kötü yenilgi Fotoğraf: James W. Ike Altgens / AP

Altmışlı yıllarda Amerikalıların yıllarca inkar ettikleri gerçeği tekrar su yüzüne çıkar: Irkçılık. İç Savaş'tan 100 yıl sonra ırkçılık özellikle Güneyde yeniden hüküm sürmektedir.

Martin Luther King insan hakları hareketinin simgesi haline gelir. Mutlak surette şiddetten vazgeçilmesi ve bunun yerine sivil itaatsizlik fikirlerini vaaz eder. “Şiddetsizlik, incitmeden kesen ve onu kullanan kişiyi yücelten güçlü ve adil bir silahtır” der King.

Bir başka aktivist, Malcolm X, bunun saçmalık olduğunu düşünür.

‘’The ballot or the bullet’’ der Malcolm X- kabaca tercüme edilecek olursa: ya seçelim ya da ateş edeceğiz. Malcolm X’in elinde bir tüfekle perdelerin arasından bakarken çekilmiş bir fotoğrafı dönemin ikonik bir posteri haline gelir ve “Ne pahasına olursa olsun” sloganıyla eşleşir. Her şekilde, gerçekten her şekilde.

Malcolm X 1965'te, Martin Luther King 1968'de öldürülürler. Siyasi şiddet ne failleri, ne de kurbanları arasında ayrım yapmaz.

JFK'nin kardeşi ve Demokratların başkan adayı Robert F. Kennedy, King'in öldürülmesinden büyük üzüntü duyar. “Birleşik Devletler'de ihtiyacımız olan şey şiddet ve kanunsuzluk değil, sevgi, bilgelik ve şefkattir” der. İki ay sonra o da Los Angeles'ta bir otelin mutfağında vurularak öldürülür.

Neredeyse durdurulamaz gibi görünen bir döngü içine girer Amerika: 5 yıl içinde dört büyük siyasi cinayet. Cinayetlerin sayısı 60’lı ve 70’li yıllarda iki katına çıkmıştır, 90’lı yılların başından itibaren ise tekrar azalır.

Sarmalın yeniden dönmeye başlaması için 40 yıl geçmesi gerekmiştir ve kabaca 2008'e denk gelmektedir. O yıl Amerika'nın imajı ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan çatırdamaya başlar. Borsa kumarbazları ülkeyi son yılların en kötü resesyonuna sürüklemişlerdir. Milyonlarca kişi işlerini ve umutlarını kaybeder. Yeni bir nesil, ebeveynleriyle aynı refah içinde yaşayamayacakları düşüncesiyle büyür. Öte yandan 2008 yılı aynı zamanda umudun yılı olur: Kasım ayında ülke ilk siyahi başkanı Barack Obama'yı seçer. O, sağlık sistemini değiştirir, Paris iklim anlaşmasını imzalar ve eşcinsel evlilik lehinde konuşur. Eski imajdaki çatlaklar yeni bir Amerika'yı ortaya çıkarır.

Ancak pek çok kişi bu değişimlere nefretle yaklaşır. Siyasi sağ, sözde Çay Partisi hareketini oluşturur. Bu hareketin üyeleri ılımlı Obama'yı ülkeyi sosyalizme götürmek ve insanların silahlarını ellerinden almak isteyen radikal bir solcu olarak şeytanlaştırır.

Obama gerçekten silah yasalarını sıkılaştırma taraftarıdır, fakat tam tersi bir etki yaratır. Obama’nın görev süresince halk, olası yasakların önüne geçmek için giderek daha fazla silah satın alır. O yıllarda pek çok sayıda silahlı saldırılar meydana gelir ve politikacılara yönelik çeşitli saldırılar meydana gelir.

Teknolojik gelişmeler bu eğilimleri destekler. Obama’nın seçilmesinden 2 yıl önce - o zamanki ismiyle Twitter, şimdiki ismiyle X-  kurulur. Obama sonrasında Trump ve destekçileri bu mecralarda nefret söylemlerini daha da yaygınlaştırır. İnsanları medyaya karşı doldurur, ırkçılığa ve şiddete yönlendirir. Kolektif bilinç, ancak zaman ilerledikçe sosyal medyanın tehlikeli etkilerini fark eder.

Ancak sol tarafta rahat durmaz. Pek çok kişi Trump'ın başkan olarak meşruiyetini reddeder, bazıları ise şiddet kullanmaya hazırdırlar. Haziran 2017'de aşırı solcu James Hodgkinson Washington'un bir banliyösünde Cumhuriyetçi Kongre üyelerine ateş açar. Kongre üyesi Steve Scalise canını zor kurtarır. Hodgkinson saldırıdan üç ay önce yaptığı bir paylaşımda Trump'ın bir hain olduğunu yazmıştır: “Trump demokrasimizi yok etti. Trump & Co'yu yok etme zamanı geldi.”

Mayıs 2020'nin sonunda, beyaz bir polis memuru Minneapolis'teki bir tutuklama sırasında siyah bir adam olan George Floyd'u öldürür. Ülke çapında ırkçılık ve polis şiddetine karşı protestolar patlak verir. Trump bu protestolar karşısında kendisini kanun ve düzenin garantörü olarak göstermek ister. Koronavirüs pandemisinin ilk yılıdır. Başkanlık seçimlerine sadece aylar kalmıştır. Sert bir seçim kampanyasının ardından Cumhuriyetçi aday Joe Biden'a yenilir. Ancak Trump seçim sonuçlarını tanımaz. 6 Ocak 2021'de Washington'da yaptığı bir konuşma sırasında yüzlerce destekçisini seçim zaferinin elinden alındığı yalanıyla kışkırtır. Kalabalık, Biden'ın zaferini resmen onaylaması gereken Kongre Binası'nı basar.

Kongre Binası'nın basılması bir tabunun yıkılmasıdır ve son yıllarda yaşanan şiddet sarmalının da dip noktasıdır. Geriye yaralı bir demokrasi kalır. Ülke artık farklılıklarıyla başa çıkmak için ortak bir dil bulamaz gibi görünür. Ve kelimelerin başarısız olduğu yerde, silahlar konuşur.

Trump’a yönelik suikast girişiminden bir sonra vaiz ve Trump destekçisi Jackson Lahmeyer sosyal medya hesabında ’’Dün bir iç savaşın çıkmasına ramak kalmıştı” diye seslenir cemaatine. Oklahoma'da bir kilisenin lideri olan Lahmeyer aynı zamanda ‘’Papazlar Trump için’’ adlı Hıristiyan milliyetçisi örgütün de başkanlığını yürütmektedir.

Bugünlerde, suikasttan sadece birkaç gün sonra, karanlık bir geleceğin habercisi olan açıklamalar yeniden yapılmaya başlandı bile. Demokrat Partili New Jersey Senatörü Cory Booker CNN'de Trump'ı bir kez daha “varoluşsal bir tehdit” olarak nitelendirdi. Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Wesley Hunt ise, ‘’Silahlansanız iyi olur” diyor. “(Suikast) gibi şeyler olduğunda yanıt verme yeteneğiniz olduğundan emin olun. Çünkü dışarıda tüm Amerikalıların ölmesini isteyen kötü insanlar var.”

Küçük bir silah lobisi olan U.S. Concealed Carry Association için çalışan Beth Alcazar da önerisini dile getiriyor: Yarı otomatik AR-15. Bu model, aynı zamanda Pennsylvania'daki suikastçının eski başkanı vurmak için kullandığı model. Alcazar bu tüfeğin “sekiz aylık hamile bir annenin bile kullanabileceğini” söylüyor. Kullanımı rahat, kolay ve güvenliymiş.

 

 

[1] Tarihçi New York Columbia Üniversitesi

 

 

İçeriğe Yorum Yapabilirsiniz.