ANALİZ: Binlerce Yıllık Yahudi-Hıristiyan Kavgasını, Yahudi-Müslüman Kan Davasına Dönüştürme Oyunu
Bu yazı 16/12/2023 tarihinde yayınlanmıştır.
*Doç. Dr. Güray ALPAR/Yazar
Tarihi, coğrafyayı ve stratejileri derinlemesine ve akademik olarak analiz etmek çok önemli. Tarih boyunca bütün güç merkezleri Avrasya’dan çıkmıştır. Avrasya dışında bir güç merkezinin oluşması ve varlığını uzun süre sürdürmesi çok zordur. Böyle bir durum ancak; Avrasya’daki güçleri bir diğerine düşman edip, birbirine düşürerek veya Avrasya’daki bazı güçleri yanına alarak mümkün olabilir. Küresel güç mücadelesinde, Avrasya içinde birbirine karşı suni düşmanlar yaratma projeleri, nedense sürekli devam ediyor. Bunda bu kıtada mevcut medeniyetlerin, geçmişten gelen bazı belirgin sorunlara sahip olması yanında, bilinçli olarak empoze edilen bazı gerçekleşmesi imkânsız hayali emellerin de hala taraftar bulmasının etkisi büyük.
Dışarıdan empoze edilen projeler ülkelerin başına bela olmaya devam ediyor
Jeostrateji’de seçilecek hedefler, eldeki imkanlarla ulaşılabilecek olanlarla ilgilidir ve bunların tutarlı olması gerekir (Gaddis, 1982; Gray, 1999). Ancak dikkat edilirse özellikle Avrasya’da, bu hedeflerin ülke imkanlarına göre, milli ve gerçekçi olarak tespit edilmesinden ziyade, dışarıdan empoze edilmesi söz konusu. Hal böyle olunca da Rusların, Çar Petro (1672-1725)’dan kalan vasiyeti yanında, 10 milyonluk Yunanistan’a dayatılan “Büyük İdeal”, 9 milyonu bile bulmayan İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar” hayali ve 2 milyonluk Ermenistan’a verilen “Büyük Ermenistan” hedefi bu ülkelerin boylarını aşıyor, zorluyor, bocalatıyor ve başlarına bela oluyor. Bu aynı zamanda, bahsedilen suni hedefleri bu ülkelere sunanlar için Avrasya bölgesine müdahale etme fırsatını da veriyor.
Rusya’nın Ukrayna saldırısının, bölgenin nasıl yeniden dizaynı için ortam yarattığını biliyoruz. İsrail’in kuruluşunun ve eylemlerinin bazı devletler tarafından desteklenmesi ise “Arktik’den (Arctic), Hint Okyanusu ve Pasifiğe” giden yeni bir kenar kuşak yaratma düşüncesinin, ikinci aşamasını oluşturuyor. ABD Başkanı Biden’ın, bu yılın Ekim ayında İsrail’e yaptığı ziyarette, basın toplantısı sırasında söylediği "Eğer İsrail olmasaydı, onu icat etmemiz gerekirdi." sözü tam da bu gerçeği yansıtıyor. Ortadoğu önümüzdeki yüzyılda da küresel güçlerin kullanabileceği bir alan haline geldikten sonra, “Hint-Pasifik” stratejileri doğrultusunda başka “düşmanlık” projelerinin gündeme geleceği kesin.
Bu noktada, İsrail’in, bazı istisnai ve ferdi olaylar dışında, tarihin hiçbir döneminde kendisine yönelik herhangi bir saldırıda bulunmamış, hatta onları korumuş, Müslüman halka karşı, Filistin’de uyguladığı saldırıları göz önünde tutarak, nasıl bir düşmanlık modeli oluşturulmuş olduğu konusu üzerinde fikir yürütmenin ve “İsrail olmasaydı icat ederdik” konusunun, tarihi gelişimi ile birlikte, disiplinler arası bir anlayışla incelenmesinde fayda olduğu değerlendirilmektedir.
Avrasya bölgesindeki 2000 yıllık düşmanlık ve kan davası: Hıristiyan-Yahudi Çatışması
Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki daha başlangıçtan itibaren gelişen ilişkiler, farklı ve karmaşıktır (Gündüz, 2017: 16). Bu bilinmeden bugünkü olayları anlamlandırmak da zordur. Her iki inanış arasındaki sorunlar, daha Hz. İsa’nın öğretilerini yaymaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır (Çakır, 2022). Yahudilikte Mesih anlayışı, Hıristiyanlıktan farklıdır ve teslis inancı bir sapkınlık olarak görülür. Kudüs Talmudu'nda açıkça şu ifade vardır: "Eğer bir insan Tanrı olduğunu iddia ediyorsa, yalancıdır" (Taanit, 2:1). Yine Yahudiler, Hıristiyanlıktaki gibi insanların günahkâr doğduklarına inanmazlar (Kolatch, 2000: 60-70).
Daniel Boyarin (Boyarin, 1994: 12-40), Yahudiliği din, etnisite ve kültür gibi Batı kaynaklı kategorilerle açıklamanın zor olduğunu savunur. Yahudi kimliği hiçbir kimlik kategorisine uymaz. Hepsinden bir parça vardır. Ona göre Yahudiler 4.000 yıllık tarihleri, Batı Kültürü öncesine dayanır ve tamamen Batı dışında gelişmiş, çevrelerindeki birçok kültürden etkilenmiştir.
Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki tarihi kan davasının temelini ise MS 33 yılında, Yahudilerin ihbarı üzerine, Hz. İsa’nın Kudüs valisi Pilatus tarafından çarmıha gerilerek idam edilmesine dayanmaktadır (Roberts, 2015: 87-90). Özellikle Yuhanna İncili, Hz. İsa’nın ölümünden kesin bir biçimde Yahudileri sorumlu tutmuştur. Bu husus sonraki 2000 yıl içerisinde, aşama aşama Hıristiyan öğretilerinde geliştirilerek, Yahudilere karşı tam bir kan davası ve düşmanlığa dönüştürülmüş, her fırsatta Yahudiler aşağılanmış, eziyet edilmiş, haklarından mahrum bırakılmış, işkence ve katliamlara maruz bırakılmışlardır. Yahudilerin; 1492’de İspanya’dan, 1497’de Portekiz’den, 1537’de Saksonya’dan, 1543’te Brunswick’ten, 1553’te Hannover ve Lüneberg’den, 1569’da Papalık Devleti’nden, 1573’te Brandenburg’dan, 1575’te Palatinlik’ten, 1582’de Silezya’dan kovulmaları, onlara yönelik binlerce olaydan sadece bazılarıdır ve bu dışlanma sonrasında da çeşitli şekillerde devam edecektir.
Diğer taraftan Yahudiler de Hıristiyanlara karşı, daha başlangıçtan itibaren düşmanca bir tutum takınmışlardır ve Hz. İsa ile öğretilerini kesinlikle reddederler. Bunun en bariz örneği Talmud’tur. MS II ve IV. yüzyıllar arasında oluşturulan Talmud (Sözlü metinlerin yazılı hale getirilmesi), Tevrat’ın ilk beş bölümüne verilen isim olan Tanah’tan (Yaklaşık bin yıllık bir süreç içinde oluşturulmuş ve MS 90 yılında toplanan Yemnia Şurasında, bugünkü yazılar seçilerek tespit edilmiştir) sonra en kutsal Yahudi yazıtı kabul edilmektedir (Gürkan, 2010: 550). Talmud, tarih boyunca Yahudi-Hıristiyan çatışmasının merkezinde kalmış ve Yahudilerin, İsa ve Hıristiyanlar hakkında hissettikleri şiddetli düşmanlık olgusunu yansıtmıştır (Cebe&Has, 2020: 240-250).
Talmut metinlerinde, Hıristiyanlardan sapkın olarak bahsedilmiş, Hz. İsa; yalancı, büyücü, günahkâr gibi sıfatlarla anılmış ve dünyaya gelişi bir utanç olarak görülmüştür. Bu öğretiler ise sonraki dönemde, Yahudilerdeki Hıristiyanlara karşı düşmanlığın daha da artmasına neden olmuştur.
Kutsal kitap haricinde, İbranice’de gelenek ve görenek anlamına gelen Kabala, Kutsal kitap metinleri ile sözlü gelenekler üzerine yapılan her türlü yorum ve uygulamaların genel adıdır.
Yahudi hukuku ve geleneğinin (Halala) temelini, “Hz. Musa’nın Beş Kitabı” olarak bilinen Tora oluşturur. Tora’da, çeşitli kesimlere yönelik 613 yönerge bulunmaktadır.
Yahudilerdeki, Hıristiyan düşmanlığını bitirme çabaları
Yahudi-Hıristiyan kavgası bitecek gibi değildir. İş öyle bir noktaya gelmiştir ki 1240 yılında Paris’te yapılan toplantılar sonucu, Fransa’daki bütün Talmud metinleri toplatılıp, yakılmıştır.
1263 yılında ise Barcelona’da kilise, Hıristiyanlığa karşı bulduğu bütün Talmut pasajlarını sansürlemeye ve değiştirmeye başlamıştır (Schafer, 2007: 130-135). Bu nedenle günümüzdeki Talmud metinleri aslından uzaklaşmıştır ve içlerinde Hıristiyanlık karşıtı, suçlayıcı, aşağılayıcı ve hakaret içerici ifadeler zorla çıkarılmıştır. Sonrasında bazı Yahudiler gerek baskı gerekse bazı sosyal kazanımlar karşılığında zamanla din değiştirmeye ve Hıristiyan olmaya zorlanmış, Hıristiyan olan ve bu dinde üst seviyede dini lider konumuna getirilenler de Yahudiler karşısındaki görüşmelerde, Hıristiyan tarafını temsil ederek, Yahudiler, bilinçli ve tasarlanmış bir şekilde baskıyla dönüştürülmeye çalışılmıştır. Örneğin, 1240 yılındaki Paris Münazaralarında, Yahudi tarafını Paris’in önde gelen hahamlarından ve saygın bir Talmud alimi olan Rabbi Yehiel temsil ederken, bilinçli olarak Hıristiyan tarafını, Yahudi bir haham iken Hıristiyanlığa geçen Nicholas Donin temsil etmiştir. 1263 yılında İspanya’da yürütülen Barcelona Münazarasında da aynı şekilde Yahudileri, Rabbi Moşe ben Nahman, Hıristiyanları ise yine eski bir Yahudi haham olan, Pablo Christiani temsil etmiştir. 1413-1414 yıllarındaki müzakerelerde de Hristiyanları eski bir haham iken Hıristiyanlığa geçen, Geronimo de Santa Fe temsil ediyordu. Genel olarak tüm müzakereler, Talmud’un yakılması ve bir kısım Yahudi’nin Hıristiyanlık dinine geçmesi ile son buluyordu. Bu durum planlı olarak geliştirildi ve daha sonraları da maksatlı olarak devam ettirildi.
Modern dönemde de Hıristiyan dünyada, Yahudilere karşı tutumda bir değişiklik olmadı
Protestanlığın babası sayılan Alman keşiş ve teolog Martin Luther (1483-1546) bile başlangıçta Yahudiliğe karşı biraz daha toleranslı ve onları kazanmak maksatlı iken, sonraki söylemleri, hayal kırıklığı içinde, tamamen Yahudilik karşıtı olmuştur. Ona göre Yahudiler; kana susamış, kibirli, cani, kutsallara tecavüz eden, Tanrının bile düzeltemediği iflah olmaz bir halktır.
Bundan sonrasında da günümüze kadar Hıristiyan dünyası, Yahudilere yönelik, üst düzeyde sözde bazı yumuşatıcı söylemlerde bulunulmasına rağmen, söylemler gerçekte tabanda bir karşılık bulmamış ve II. Dünya Savaşı sonuna kadar, Yahudilere yönelik Hıristiyan soykırımları ve saldırılar devam etmiştir. Bu dönemde, Hıristiyan yönetimler her fırsatta, kendileri ve ülkeleri için tehlikeli gördükleri Yahudilerden kurtulmak istemişlerdir. Gerçekleri görmemezlikten gelmek, baskıyla ve basınla gerçekleri gizlemek, yasaklamak ve doğruları söylememek aydınların görevi değildir. Keşke Yahudilere soykırım yapıldığı dönemlerde, Avrupalı aydınlar da seslerini yükseltip, bunun yanlış olduğunu ifade edebilselerdi. Bugün dünyada hala bu katliamları ve zulümleri yaşamış Yahudiler yaşamaktadır ve olayların canlı tanıklarıdır. Küçük bir grubun Yahudilerin yanında olması hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Yahudiler ise en iyi durumda sosyal yaşamın sadece kıyısında var olabilmişlerdir. Aydınlanma döneminde, Diderot ve Voltaire gibi aydınlar bile Yahudiler karşı nefret söylemlerini dile getirmiş, onları Avrupa kültürü için bir tehlike olarak görmüş ve cahil olan bu halkın asla modern topluma entegre olamayacakları yargısında bulunmuşlardır. Buna din değiştirmiş ve Hıristiyanlığı seçmiş Yahudiler bile dahildir.
Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı ve kan davasının, suni olarak Yahudi-Müslüman savaşı ve kan davasına dönüştürülmesi projesi
Yahudilere karşı bir Roma soykırımdan, Bizans baskısından, İngiliz, İspanyol, Alman, Avusturya, Hırvatistan ve Rus katliamından bahsedilebilir; ancak tarihin hiçbir döneminde Müslümanların, bazı bireysel olaylar dışında, Yahudilere karşı ırksal, toplu bir nefreti görülmemiştir. İslami öğretide de zaten böyle bir şey yoktur. Müslüman ülkelerde meydana gelen bazı bireysel olaylar bile, ayrıntılı analiz edildiğinde, altından zaten bir takım gizli niyetli ve maksatlı Hıristiyan oluşumlar ve kışkırtmalar olduğu görülür.
Bizans’ın zulmünden kaçan Yahudilere, Selçuklular sahip çıkmışlardır. Selçuklu vezirlerinden birisinin Yahudi olduğu da söylenir (Galenta,1932:9). 1326 yılında Osmanlılar, Bursa’yı ele geçirdiğinde, bu şehirden daha önce kaçanlar yanında, Şam ve Bizans’ın birçok yerinden Yahudiler buraya sığındı. Fatih Sultan Mehmet ise Anadolu’daki Yahudi cemaatlerine bir mektup göndererek, hepsini İstanbul’a davet etmiş, yayınladığı fermanla onların koruyuculuğunu üslenmişti. Sonradan Mora’daki Yahudiler bile İstanbul’a gönüllü geldiler.
Portekiz ve İspanya’da, Yahudi katliamlarının ve zulümlerin yaşadığı dönemde de onlara kucak açan Osmanlılar olmuştu. 150.000’den fazla Yahudi’yi, gemilerini göndererek, İspanya topraklarından kurtaran, Osmanlı Sultanı II. Beyazıt bu dönemde şu unutulmaz fermanı yayınlamıştı (Franco, 1837:37): “... İspanya Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun tam bir içtenlikle karşılanmalarını, aksine hareket ederek göçmenlere kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılacaklarını...”
Yavuz Sultan Selim tarafından Kudüs’ün fethi ise Yahudiler açısından tam bir kurtuluş olmuştu. Eski bir İsrailli diplomat olan Abba Eban, Mon Peuple (Benim Halkım) isimli kitabında şöyle der (Eban, 1970): “İranlılardan, Romalılardan ve her istilacıdan sadece zulüm, kan ve işkenceye lâyık görülen Kudüs ve Yahudi halkı, Ancak Yavuz Sultan Selim'in Kudüs'ü fethetmesinden ve bu fethin Kanuni tarafından takviye edilmesinden sonradır ki, insanca yaşamanın, eşitliğin ne demek olduğunu ve huzur tadının ne anlama geldiğini öğrendi”.
Burada, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Kudüs surlarını, Mimar Sinan’ı göndererek tamir ettirmesi ve Yahudilerin ihtiyaç duydukları yapıları yaptırması da hatırlanması gereken binlerce olaydan birisini teşkil eder.
1881 yılında İstanbul’u ziyaret eden Fransız Seyyah Albert Renouard, Yahudilerin durumunu şöyle anlatmaktadır (Renouard:1881): “Kimseye bağlı olmadığım için gerçekleri olduğu gibi ifade edebiliyorum. Osmanlı bünyesinde 150.000 Yahudi, Müslümanlarla aynı haklardan yararlanıyor. Sultanın gölgesinde hür ve endişesiz yaşıyorlar. Daha hoşgörülü ve misafirperver olan Türkler bu konuda Avrupa’ya ders veriyor. Osmanlı Hükûmeti yalnızca kendi vatandaşlarının din ve vicdan hürriyetini tanımakla kalmayıp, diğer ülkelerden gelen ve özerk cemaatler oluşturan tüm Yahudilere de kapılarını açık tutmaktadır... “
Büyük devlet olmak/olabilmek böyle bir şeydir (ABD Başkanı Biden’ın İsrail’e gidip yapılan katliamlara sahip çıkması ve koruyuculuğunu üslenmesi olayı hatırlandığında). Gerçekte de Osmanlılar, tüm dünyadaki Yahudilerin korumuşlar, onları devlet içinde en yüksek makamlara getirmişler ve bunun neticesi olarak nerede olursa olsun, başı sıkışan bir Yahudi çareyi Osmanlı topraklarına sığınmakta bulmuştur.
Bütün bu gerçekler açıkça ortadayken, peki nasıl oluyor da bugün Ortadoğu coğrafyasında, bir Yahudi-Müslüman kan davası ve düşmanlığı yaratılmak isteniyor? Bu suni algı oluşturma girişiminin arkasında hangi güçler var? Yahudilere yapılan 2000 yıllık zulüm, nasıl oldu da onların Müslüman halka karşı nefretine ve saldırısına dönüştürüldü? Acaba, bu yönlendirmeyi yapan güçler, gerçekte Yahudilere karşı geçmişte soykırım ve zulüm yapanlar mı? Öyleyse şimdiki sözde desteklerinin arkasında, hangi düşünce ve plan olabilir?
Nasıl oluyor da Netanyahu hükümeti tarafından yapılan saldırılara, çocuk ölümlerine, sivillerin yok edilmesine, okulların, hastanelerin, camilerin ve hatta kiliselerin bombalanmasına, kısa bir dönem öncesinde Yahudilere katliam yapmış ülkeler ses çıkarmıyor ve hatta destek veriyor gözüküyor? Böylesi bir durum, Yahudilerden yana olmak olarak mı yorumlanmalı, yoksa doğrudan Yahudileri bu bölgede yalnızlığa ve sorunların içine itmek ve çaresiz olarak bırakmak düşüncesinin bir sonucu olarak mı algılanmalı? BM’de yapılan bir oylamada Hırvatistan’ın İsrail lehine oy vermesi bile bu ülkede II. Dünya savaşında Yahudilere karşı bir soykırımın gerçekleştirmiş olması gerçeğine dayanıyor ve insanı düşünmeye itiyor. Sonuçta; zaten halk desteğini kaybetmiş İsrail ve onu destekleyen ABD yönetimi, giderek soyutlanıyor, yalnızlaşıyor ve geri dönülemez bir şekilde itibar kaybediyor.
Tarih incelendiğinde emperyalist ülkelerin bir ülkeyi kullanımı şu şekilde başlar:
-Kullanılmak istenen ülkeye nüfusu ve kaynakları ile ulaşamayacağı büyük bir hedef verilir.
-Bu ülkeye destek verilerek etrafındaki ülke insanlarına karşı bir katliam yaptırılır.
-Bu katliam sonradan kullanmak üzere kaydedilir.
-Ülkenin eğitim sistemin istenilen amaç doğrultusunda maksatlı oluşturulur.
-İhtiyaç duyulan zamanlarda bu kan davası hatırlatılarak taraflar birbirine düşürülür.
-Böylece bölgeye, arabulucu görünümüyle müdahale edilecek zemin hazırlanır.
Aslında mevcut durumda, BM kararları doğrultusunda bağımsız bir Filistin devletinin oluşturulması mümkünken, bu bazı radikal Yahudi unsurlar tarafından maksatlı olarak engellenmiş ve Filistinliler Gazze ve Batı Şeria gibi sınırlı alanlara hapsedilerek, bugünkü ortamın oluşmasına neden olunmuş gözüküyor. Zaten Netanyahu, 1996 yılından beri, ara vermesine rağmen, İsrail’i yönetiyor ve bugünkü gelinen durumun direkt sorumlularından birisi. İsrail ve Yahudileri bir bütün olarak düşünmek doğru değil ve Yahudilerin bir kısmı da zaten yönetimle aynı fikirde değil. Siyonizm karşıtı Yahudi gruplar bile var. Yüzbinlerce Yahudi de halen İsrail’i terk etmiş durumda.
Yahudiler içinde ayrılan gruplar
Yahudilik; Yahudi milletinin kollektif inancı yanında kültürünü, hukukunu ve medeniyetini içeren etnik bir dindir. Yahudi din alimleri, tarih boyunca bu dine ait temel ilkeler için çeşitli önerilerde bulunmuş, ancak bunların hepsi farklı eleştirilere maruz kalmıştır (Jacops: 2007). Babil sürgünü esnasında bazı Yahudi çevreleri Babil dinlerinden bazı unsurları da bünyelerine kattılar (Moore&Kelle: 2011). Birçok nedenle zaman içinde Yahudilik içerisinde, yazılı ve yazılı olmayan farklı inanışlara gelişti.
Yahudi cemaatlerini incelediğimizde, ana cemaat içinde yer alan en büyük grubun, “Ortodoks Yahudiler” de denilen “Ferisiler” olduğunu görürüz. Hıristiyanlığın Yeni Ahit kitabında bunlar hakkında; “ikiyüzlüler”, “kör kılavuzlar”, “engerekler soyu” gibi olumsuz ifadelerle bahsedilir. Ferisiler, yazılı Tevrat yanında, sözlü Tevrat’ta yer alan hususlara da inanırlar ve bu doğrultuda bir inanç sistemi geliştirmişlerdir. Kendilerini peygamberin gerçek takipçileri olarak görürler ve Yahudi şeriatına sıkı sıkıya bağlıdırlar (Kutsal Kitap, 2015). Ferisiler içinde en aşırıları ise milliyetçilik duygularıyla öne çıkan Zelotlar’dır.
Yahudi cemaati içinde diğer bir grup olan “Sadukiler”, inançta Ferisilere tamamen karşıttırlar (Adam, 2017: 110-120). Onlar, yazılı Tevrat’ı esas kabul ederler ve onun dışında yazınları reddederler.
Diğer taraftan, sayıları az olmasına rağmen “Samiriler”, Hz. Musa’nın gerçek dinini temsil ettiklerini iddia ederler.
Bunun dışında “Esseniler” grubu, Mesih’in geleceğine ve dünyayı yeniden düzenleyeceğine inanırlar. Bunlar Yahudi kitapları yanında, İncileri de kabul ederler. Bu grup aynı zamanda yeniden dirilmeye ve yargılanmaya inanır. Hz. İsa’nın da bir Esseni olduğunu savunurlar. Bu haliyle Esseniler’in Hıristiyanlık inancına yakın olduğu söylenebilir.
Yahudi unsurları Hıristiyanlıkla birleştiren örgütlenmelerin başında gelen ve Mesihçi Yahudilik olarak isimlendirilen bu grup, Hıristiyan Evanjelistler örgütler tarafından maddi olarak desteklenmektedirler. Yine bu gruplar arasında en tartışmalı olanını, ABD’nin büyük şehirlerinde misyoner kampanyalar ile Yahudileri aktif şekilde Hıristiyan yapmaya çalışan, “İsa için Yahudiler (Jews for Jesus)” oluşturmaktadır.
Bunun dışında Yahudiliğin bazı uygulamaları ile Pagan inançlarını bir araya getirmeye çalışan Judeo-Paganlar da bulunmaktadır. Yahudi Budistler ise inançları ile Budizm ve Sufizm inançlarını bir araya getirmeye çalışan hareketle birlikte, bazı Yenilenmeci Yahudiler de rahat bir şekilde Budizm, Sufizm ve Kızılderili inançlarına yönelmiştir.
Bu şekilde günümüzde Yahudi hareketleri genel olarak; Ortodoks Yahudiler (Hem yazılı hem de sözlü metinlerin bağlayıcı ve değişmez olduğuna inananlar), Modern Ortodoks Yahudiler (Dini yasalara ve emirlere katı şekilde bağımlı ancak modernite ve laik ortamın liberal bir yaklaşımla uygulanması taraftarı olanlar), Muhafazakâr Yahudiler (Aydınlanma ve Yahudi serbestleşmesinin getirdiği değişimlere tepki olarak ortaya çıkmıştır) ve Reform Yahudiliği (Liberal ve ilerici Yahudilik) gibi kollara ayrılmıştır.
Hümanistik Yahudilik gibi bazı alanlar ise seküler alanlara yönelmiştir. Yeniden Yapılanmacı Yahudilik, Yahudiliğin modern zamanlarda yeniden yorumlanmasını savunan bir harekettir.
Yahudiliğin ana kolundan farklı bir kültürel ve dini kimliğe sahip olan Samiriler ise Tel Aviv yakınlarında yaşamaktadırlar.
Bu mezheplerin tümü İsrail’de bulunsa da İsrail içindeki Yahudiler kendilerini; laik, gelenekçi, dindar şeklinde, diasporadaki Yahudilerden farklı şekilde tanımlamaktadır. Ortodoks Yahudiliği tanımlaması ise İsrail’de tercih edilmemektedir.
Avrupa’da son dönemde Yahudilerden bazıları, topluma entegre olmak ve laik inanca uyum sağlama gerekçesini ileri sürerek, giderek Yahudilikten uzaklaşmakta ve bazı avantajlar sağlamak amacıyla bu ülke yönetimleri ile işbirliği içine girmektedir.
ABD ve Kanada başta olmak üzere, bazı ülkelerde ise; laik Yahudi hareketlerinin artışı ve karma evlilikler, Yahudiler arasında asimilasyona yol açtığı gerekçesiyle muhafazakâr Yahudiler tarafından endişe ile karşılanmaktadır. Daha geç evlenen ve daha az çocuk sahibi olan bu Yahudiler nedeniyle, Amerikalı Yahudiler arasında son dönemde doğum oranı, %2’den %1,6’ya düşmüştür. ABD’de son 30 yılda Yahudi nüfusu sırf bu yüzden giderek azalmaktadır. Diğer taraftan, karma evlilik yapan Yahudilerin sadece %30’u çocuklarını Yahudi olarak yetiştirmektedir. Bunun yanında, ABD’deki Yahudi nüfus giderek daha az din ile ilgileniyor ve sadece %40’ı bir sinagoga üye.
Görüldüğü gibi Yahudilik içinde de birçok ayrı inanış vardır ve farklı fikirleri savunmaktadırlar. Ancak tasarlanan Yahudi-Müslüman kan davasını oluşturmaya, küçük bir radikal Yahudi grubu yeterli. Öyle de oluyor. Netanyahu yönetiminin, bir takım dış unsurlarla koordineli olarak, yapmaya çalıştığı da bu. Mevcut İsrail yönetiminden çıkan her karar, gerçekleştirilen her eylem, söylenen her söz, yapılan her açıklama açıkça bu kan davasını yaratmaya yönelik. İşin ilginç olan tarafı kan davası yaratmaya yönelik saldırı ve eylemler, saklanmaya gerek duyulmadan açıktan dile getiriliyor ki bu çok tehlikeli ve engellenmesi gereken bir durum.
Bu ortamın oluşması için bazı Yahudi gruplar nasıl hazırlandı
Normalde Protestanlık, şiddetli bir şekilde, yaptıkları hatalar nedeniyle Tanrı’nın kendilerine verdiği ayrıcalıkları kaybeden Yahudilerin, kutsal topraklar üzerinde bir hak iddia edemeyeceklerini savunurken, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere bir kısım Protestan, birdenbire Yahudilerin kutsal topraklara dönmesini konusunda oldukça istekli ve teşvik edici olmaya başlamışlardır. Onlara göre eğer Yahudiler, Filistin’e dönerse ki bu zaten onlar için bir önkoşuldur bu durumda Yahudiler gerçeği bulacaklar ve İsa’ya inanmaya başlayacaklardır.
Bu noktada başta ABD olmak üzere, birçok ülkede özellikle üst düzey yönetim üzerinde etkili olmaya başlayan “Evanjelizm” mezhebinin de incelenmesinde fayda vardır. Evanjelizm bir çeşit Yahudilik, Hristiyanlık mezhebi karışımıdır. Evanjelistler, Eski Ahit’te geçen, “Yahudilerin seçilmiş bir halk olduğunu, kendilerine vaat edilen toprakları ele geçireceklerini ve İsa Mesih’in gelişi ile bir dünya egemenliğine ulaşacaklarını” tamamen kabul ederler/etmiş görünürler ve kendilerinin görevinin de Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğuna inanırlar. Bu inanışları nedeniyle, Protestanlığın bir alt kolu olan Evanjelizm, bir çeşit “Siyonist Hristiyanlık” olarak nitelendirilmektedir. Sayıları ve üst düzeyde taraftarları giderek artan Evanjelizm, II. Dünya Savaşından sonra, Nixon döneminde başlayarak, üst düzey yöneticiler arasında taraftar bulmaya başladı. Hareket, Başkan Reagan döneminde kendini açıkça belli etti. Bush döneminde ise farklı bir aşamaya gelindi. Basın, bilim, akademik çevre, politika, televizyon ve medya gibi sektörlerdeki gücü de. Bilindiği gibi bu alanlarda Yahudi asıllılar çok güçlü. Onlara göre Yahudiler, kendi destekleriyle vaat edilmiş topraklara ulaşacaklar ve Büyük İsrail’i kuracaklar. Yine onlara göre, İsa Mesih’in yeryüzüne inebilmesi için Filistin’deki bu toplanma gerekli (Böylelikle onları kendi bölgelerinden de uzaklaştırmış oluyorlar). Durum öylesine iç içe geçmiş duruma geldi ki Hıristiyan unsurlar mı Yahudileri kullanıyor, yoksa Yahudiler mi Hıristiyan unsurları etkisi altına almış, tamamen karışmış durumda. Sözde inanış ve söyleyişe göre, Mesih indiğinde, Yahudi ve Evanjelistlerin bir tarafta, diğer inanç ve mezheplerde olanların ise karşı tarafta olduğu bir savaş yaşanacak (Armageddon Savaşı) ve bu savaşı kazanan Hz. İsa önderliğinde Yahudiler ve Evanjelistler cennete yükselecek.
Evanjelistlerin, Yahudileri kullanarak ne yapmaya çalıştığı açıkça ortada. Ancak, Hıristiyanlığı en iyi kendilerinin temsil ettiğini düşünen ve tarih boyunca Yahudi öğretilerine ayak diremiş, Katolik kiliselerinin birdenbire bugüne kadar savunduğu fikirleri bir tarafa bırakıp, ne yapmaya çalıştıkları kafaları karıştırıyor.
Hıristiyan dünyasında kilise, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında, bireysel bazı küçük girişimler dışında, Yahudilerin erkek, kadın, çocuk demeden katliama uğramalarına sessiz kalarak, bir nevi pasif destek vermişti. Savaş sonunda ise bir suçluluk duygusundan mıdır, yoksa altında başka planlar mı yatmaktadır bilinmez, bir şekilde; Yahudilerle görüşmek, barışmak ve onları yönlendirmek çabasına girdikleri görülüyor.
Bunun ilk örneklerinden birisini, İsviçre’de 1947 yılında düzenlenen “Antisemitizm Üzerine Acil Durum Konferansı”ndan sonra kurulan, “Uluslararası Hıristiyanlar ve Yahudiler Konseyi”nin, her iki dini barıştırmaya yönelik çabaları oluşturuyor. Burada alınan ve açıklanan kararlar, o ana kadar savunulanın aksine, benzerlikler üzerine yoğunlaşıyor ve tepki çekmesine rağmen, İsa’nın ölümünden tüm Yahudilerin sorumlu tutulamayacağı belirtiliyor. Alınan kararlarda Hıristiyan öğretisindeki, Yahudi karşıtı söylemlerin çıkarılması da var. 1949 yılında ise Hıristiyan dualarında Yahudiler için kullanılan, “Hain” ifadesi “İnanmayanlar” şeklinde değiştiriliyor. Hatta 1959 yılında bu ifade, Papa tarafından tamamen ortadan kaldırılmıştır. Daha da ileri gidilerek, 2009 yılında Yahudi ve Hıristiyan teologlar tarafından, 1947 yılında yayınlanmış maddeler yeniden güncellenerek tekrar yayınlanmıştır.
Ancak hiçbir karar, 1962-1965 yılları arasında toplanan II. Vatikan Konsilinin aldığı kararlar kadar tartışılmamış, tepki çekmemiş, kırılma yaratmamış ve tamamen yeni bir dönemin kapısını aralamamıştır. Bu konsil, Hıristiyan inanışı için binlerce yıllık düşüncenin, inancın, inanışın tersine döndüğü/döndürüldüğü, inanışlardan vazgeçildiği bir yapılanmaya kapı aralamış ve o oranda da eleştirilere uğramıştır. Kararlar, öncelikle, kilise gelenek ve öğretilerinin terk edildiği gerekçesiyle, Hıristiyan dünyada şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır. Neticede alınacak tepkileri yumuşatmak adına, Hinduizm ve Budizm gibi dinler de kararlara dahil edilerek, Yahudilere yönelik yüzeysel de olsa bazı davranış değişikliklerine gidilmesi üzerinde anlaşılmıştır.
Bu kararlar, Yahudiler için bir anlam ifade etmese ve istedikleri gibi olmasa da bir başlangıç olarak bazı Yahudileri memnun etmiştir. Alınan en önemli karar, binlerce yıl Tanrı katili olmakla suçlanan Yahudilerin artık suçlanmaması kararıdır ki bunu Hıristiyanlar için radikal bir karar olarak görmek mümkündür. Bundan sonra Papalık; 1970, 1974 ve 1980 yıllarında, Yahudiler lehine bazı uygulamalar geliştirmiş, ardından, yüzeysel de olsa, Yahudi-Hıristiyan ilişkilerini geliştirecek ve Yahudileri hoşnut edecek konulara girilmiştir. Papa II. John Paul’un, 1986 yılında Roma’daki sinagog ziyareti, bir papanın sinagoga yaptığı ilk resmi ziyaret olarak tarihe geçecek ve 2016 yılında Papa Francis bunu tekrar edecekti. 2000 yılındaki, Papa’nın İsrail’i ziyareti ve Ağlama Duvarına giderek, tarih boyunca ve Holokost esnasında Yahudilere yapılan zulümlerden dolayı üzgün olduğunu söylemesi ise başka bir aşama ve yüzeysel de olsa bir günah çıkarma amacını taşıyordu.
Acaba, tabandan kopuk, göstermelik bu tür çalışmaların samimiyetine Yahudilerin tamamı inanmış mıdır? Sadece İsrail yönetiminin yaptıklarını destekleyerek, geçmişte Yahudilere karşı yapılan katliamlar ve zulümler aklanabilir mi? Kiliselerin bombalanmasına bile ses çıkarmamak ve görmezden gelmek ne manaya geliyor? Yoksa, “bakın, zaten onlar da bizim onlara yaptığımızın aynısını başkalarına yapıyor” diyerek, yapılanların vicdan azabı mı azaltılacaktır? Ne tür bir vaat ve inanış bu tarihi düşmanlığı, tarih boyunca Yahudilere karşı bir harekete girişmemiş ve onları korumuş olan Müslümanlara yöneltmiştir?
Bir eylemi yapmak kadar sonrası da önemlidir. Müslüman toplumlara karşı girişilen ve katliam derecesine varan bu bilinçli kan davası girişiminden sonra, Yahudi toplumu nasıl ayakta kalacak, bölgesindeki halklarla nasıl yaşamaya devam edecektir? Saldırılar ve düşmanlık yaratma girişimleri bölge Yahudilerini, bölgeden oldukça uzakta olan ve kendisine sözde destek sağlayan güçlere mahkûm mu ediyor? Tarihi boyunca ezilmiş ve zulme uğramış Yahudi toplumu, gerçekleştirdiği operasyonlarla, kendisine zulüm ve katliam yapanlara benzemiyor mu? Dünya gücü olduğunu iddia eden ve yapılanlara göz yuman, hatta şiddetli bir şekilde destekleyen ABD yönetimi, giderek kaybettiği ve sıfırlanan prestiji karşısında, suçu İsrail yönetime yıkarak, sorumluluktan kurtulabilecek ve geleceğe yönelik kendisini aklayabilecek midir?
Kaynakça:
Adam, Baki. (2017). “Yahudilik”, Dinler Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları: Ankara.
Alpar, Güray. (2014). Antropolojik Bakış Açısıyla Stratejik Dünya Tarihi, Palet Yayınları: Konya.
Boyarin, Daniel. (1994). A Radical Jew: Paul and the Politics of Identity, University of California Press: Berkeley/California.
Cebe Arzu, Has Kenan. (2020). Talmud Geleneğinde İsa’nın İz Düşümleri, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 11.
Çakır, Sare. (2022). Yahudi-Hıristiyan İlişkilerinin Dünü ve Bugünü, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı: Konya.
Eban, Ebba. (1970). Mon Peuple Historie Du Peuple Juif (Benim Halkım Yahudi Halkının Tarihi, Buchet/Chastel: Paris.
Gaddis, John Lewis. (1982). Strategies of Containment: A Critical Appraisal of Post War American National Security Policy, Oxford University Press: New York.
Galante, Abraham (1932), Turcs et Juifs. Etude Historique, Politique, Ets Haim, Rozio & Co.: İstanbul.
Galante, Abraham (1947), Türkler ve Yahudiler, İlaveli İkinci Baskı, Tan Matbaası: İstanbul.
Gray, Colin S. (1999). Geopolitics, Geography and Strategy, Oregon, Frank Cass: London and Portland.
Gündüz, Şinasi. (2017). Hıristiyanlık, İsam Yayınları: İstanbul.
Gürkan, Leyla Salime. (2010). Talmud, DİA: İstanbul.
Jacobs (2007). "Judaism, the religion, philosophy, and way of life of the Jews."
Kolatch, Alfred. (2000). Judaism and Christianity, The Second Jewish Book of Why, Jonathan David Publishers: New York.
Kutsal Kitap. (2015). Kitabı Mukaddes Şirketi: İstanbul.
Moore, Megan&Brad. E. Kelle. (2011). Biblical History and Israel’s Past: The Changing Study of the Bible and History, Grand Rapids, MI: Eerdmans.
Renouard, Albert. (1881). Chez les Turcs en 1881 (1881 Yılında Türklerde), Editeur: Alphonse Lemerre, University of Chicago Library: Paris.
Roberts, J.M. (2015). Avrupa Tarihi, İnkılap Kitapevi Yayınları: İstanbul.
Schafer, Peter. (2007). Jesus in Talmud, Princeton University Press: New Jersey.
Kelime Ara
Konular
- Uluslararası İlişkiler
- Savunma-Güvenlik
- Teknoloji-Siber Güvenlik
- Enerji
- Ekonomi
- İklim-Çevre
- Sağlık
- Toplum
- İnsan Hakları
- Çatışma
Bölgeler
- Asya
- Afrika
- Avrupa
- Amerika
- Okyanusya
- Orta Doğu ve Mağrib
- Türkiye
- Rusya
- Körfez Ülkeleri
- Avustralya
- Kuzey Amerika
- Batı Afrika
- Batı Avrupa
- Kafkasya
- Merkez Asya
- Doğu Avrupa
- Doğu Afrika
- Latin Amerika ve Karayipler
- Yeni Zelanda
- Levant Bölgesi
- Kuzey Afrika (Mağrib)
- Diğer Okyanusya Ülkeleri
- Orta Afrika
- Balkanlar
- Doğu Asya
- Güney Afrika
- Çin
- Güney Asya
- İskandinav-Baltık Ülkeleri
- Güney Doğu Asya