Arapçadan dilimize geçmiş olan “İfraz” kelimesi, “bütünden bir parça ayırma” yanında, hukuksal olarak, “bir arazinin bölünmesi, hisselere ve parsellere ayrılması” anlamlarını da içerir. Terkip ise bunun tersine “birleştirme ve bir araya getirme” manasında kullanılır.
Bugün Avrasya bölgesinde yaşananlar, coğrafyayı kendilerine göre yeniden şekillendirmek isteyenlerin, her 100 yılda bir, belirli bir hazırlık süreci sonunda, oynadığı oyunun, 1814 ve 1914’ten sonra 2014 yılında başlayan üçüncü bölümü olup, daha önceki ifraz oyunlarının yeni bir safhası görünümündedir.
Değişim ve dönüşümler; hakikati gören, anlayan ve bunun gereğine göre gayret gösterenlerin öncülüğünde gelişir. Tercih ise bazılarının dediği gibi (Brzezinski, 2004: 12) sadece dünyada belirli ülkelere tanınmış bir ayrıcalık değil, hepimiz için geçerli bir kavramdır. Yaşanan yeni dönemin daha öncekilerde olduğu gibi, yeni bir parçalanma ile mi, yoksa bu sefer oyunun bozularak, “bir araya geliş ve bütünleşme” ile mi sonuçlanacağını, bölge insanının feraseti (anlayış ve sezgi) ile gayreti (olağanüstü bir şekilde uğraşma, didinme, çabalama ve çalışma) belirleyecektir.
BİRİNCİ OYUN
1800’lü yılların başındaki Napolyon seferleri, Avrupa’yı oldukça etkilemiş ve 9 Mart 1814 tarihinde Avrupa’nın güçlü devletleri olan İngiltere ve Rusya, güçler dengesini yeniden düzenlemek için bir araya gelmişti. 15 Eylül 1814-09 Haziran 1815 tarihleri arasında düzenlenen Viyana Kongresi ise Avrupa Devletlerinin kendi aralarındaki rekabetini bir süreliğine de olsa sonlandırarak, dünyanın geri kalanının paylaşımına yol açmıştı.
Bu paylaşım dünya genelini kapsıyordu ve hedefteki ülkelerden birisi de Osmanlı Devleti idi. Kullanılacak bölge ise Balkanlardı. Yapılan çalışmalar ile Balkanlarda kıpırdanmalar başladı. Kendi başına başarılı olamayacağı anlaşılınca da İngiltere ve Rusya arasında 1826 yılında “St. Petersburg Protokolü”, hemen ardından 1827 yılında Fransa’nın da dahil olması ile bu sefer, İngiltere, Rusya ve Fransa arasında “Londra Protokolü” imzalandı. Anlaşmaya göre Yunanistan kurulacaktı. Üç ay sonra, bu üç devletin ortak donanması, Navarin Limanında demirli Osmanlı-Mısır ortak donanmasını, hiçbir uyarı yapmadan, ani bir saldırı ile yok ederek, Osmanlıyı donanmadan yoksun bırakmış ve bundan sonra sürekli olarak kendi kontrollerinde hareket edecek bir Yunanistan’ı oluşturmayı başarmıştır. Bu işbirliğinden haberi olmayan Sultan II. Mahmut ise Navarin’de Osmanlı-Mısır ortak donanmasının yakılması karşısında, gözyaşlarına hâkim olamamış ve Avrupalı bir diplomata: “Tek başıma Rusları durdurmaya çalıştığım sırada Avrupa’nın Ruslarla birleşmesine ne demeli. Benden sonra Avrupa’nın Rus kontrolüne girmesi mi isteniyor?” demişti (Lamartine, 2011: xxviii).
Bu oyunun kritik noktası, ayaklandırılan Balkan Ülkeleri üzerinde olmuştu. Bu dönemdeki projelerden, sadece Osmanlı ve coğrafyası değil, dünyanın her tarafı en ağır şekilde etkilenmiştir. Proje sahiplerinin kendi aralarındaki çekişmeleri ise 100 yıl sonra ikinci kez bir paylaşımı gündeme getirmiştir. Bu kapsamda kısaca diğer bölgelerde yarattığı etkilere de değinmek gerekir.
Afrika’nın Durumu: Oyunda Afrika’daki ilk kurban ülke, Cezayir olmuştur. Arkasından diğer ülkeleri ele geçirmek, oyuncu devletler için hiç de zor olmamıştır. 1815 yılındaki Viyana Kongresinde, korsanlığın son bulması ile ilgili bir karar alınmış, ertesi yıl ise İngiliz donanması Cezayir limanlarını topa tutarak donanmasını batırmıştı. Fransa, 1827 yılında Cezayir’e savaş ilan etti. Fransa, Navarin sonrası Akdeniz’de kendisine rakip güç kalmamasından da istifade ile Cezayir’i, 1829 yılında gemileriyle bombardımana tuttu bir yıl sonra 1830 yılında ise işgal etti. İşgalden sonra ilk işi ise bütün Türkleri, yerli halkı direnişe teşvik ve organize ederler korkusuyla, şehirlerden çıkarmak oldu. Fransa, bundan sonra Afrika içlerine doğru ilerleyecek ve sonuçları bugünlere ulaşacak şekilde istediği gibi kontrol edecektir.
ABD’nin Durumu ve Latin Amerika: Viyana Kongresi sonrası, Avrupa’nın güçlü ülkelerinin dünyayı paylaşma işbirliğini en iyi gören devletlerden birisi ABD olmuştu. ABD bu işbirliğini “Kutsal İttifak Devletlerinin İşbirliği” olarak görüyordu. Bu nedenle derhal kendi ilgi ve etki alanlarına yönelik tedbirleri aldı. ABD Başkanı James Monroe tarafından, 1823 yılında kongreye sunulan doktrinin esasları şu şekildeydi:
-Amerika kıtası, Avrupa devletlerinden herhangi birisinin sömürgeleştirme isteğine konu olamaz.
-Kutsal İttifak Devletlerinin, kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir yerinde yayma girişimlerini güvenliğimiz için tehlikeli olarak değerlendiririz.
-Avrupa Devletlerinin kendi aralarında yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık, böyle bir davranış siyasetimize uymaz.
Böylece ABD kesin olarak çizgisini açıklamış ve bu tarihten sonra Orta ve Güney Amerika dahil, ülkesini ve çevresini istediği gibi düzenleme imkanını elde ettiği gibi, Avrupa ülkelerinin kendi içindeki çatışmalarda birbirini yıpratmasından da istifade ile aşama aşama bir dünya gücü haline gelmiştir. Bu arada Monroe doktrininde geçen hususlardan birisi de ABD’nin, Avrupalıların Amerika kıtasındaki eski kolonileri ile olan ilişkilere karışılmayacağı idi ve bu kapsamda İngilizler 1833 yılında Falkland Adasına el koydular. İspanyollar 1829 yılında adaları Arjantinli halka bırakmıştı. Buradaki hükümet 1931 yılında karasularını ihlal eden Amerikan gemilerine el koyunca, ABD bölgeye savaş gemilerini yolladı, 1833 yılında ise buraya gelen bir İngiliz keşif birliği, bölgedeki Arjantinlileri ortadan kaldırarak adayı ele geçirdi.
İran, Afganistan ve Hindistan’ın Durumu: Kuvvetli bir Osmanlı Devleti, İran’ın da güven içinde olması anlamına geliyordu. Osmanlı gibi, İngiltere-Rusya işbirliğinden habersiz İran, İngiltere’nin teşvikiyle Rusya’ya karşı açtığı savaşlarda güç kaybediyor, İngilizler ise sözde aracı rolü oynayarak zayıflayan İran’a nüfuz ediyordu.
1813 yılında imzalanan “Gülistan Anlaşması” ile İran, Ruslara yüklü bir miktarda savaş tazminatı öderken, 1814 yılında yine planlandığı şekilde, İngiltere ve İran arasında, İngilizleri oldukça memnun eden bir işbirliği anlaşması imzalanıyordu. Ancak yine de İran’a, ne İngilizlerin vaat ettiği maddi yardım yapıldı ne de bu ülkeye başka ülkelere karşı destek sağlandı. Her şey sadece kâğıt üstündeydi.
İngilizler, sonraki dönemlerde de İran üzerindeki zayıflatıcı çalışmalarına devam ettiler. Onları tekrar Ruslara karşı savaşa kışkırttılar ve tekrar onlara savaş tazminatı ödettiler. İlginç bir şekilde İran’daki Rus elçisinin öldürülmesi, İngilizlerin işini daha da kolaylaştırdı ve İngilizler, İran ve Rusya’nın arasındaki gerginlikten yararlanarak; İran ve Afganistan üzerinde istedikleri siyaseti kolayca gerçekleştirdiler. İran içindeki kabileleri kışkırtan da İngilizlerdi. 1857 yılında ise Hindistan’da meydana gelen bir ayaklanmayı bahane eden İngilizler, bu ülkeyi doğrudan doğruya İngiltere’ye bağlayacaktı.
Çin’in Durumu: İngilizler, Hindistan’da ürettikleri afyonu Çin’e yasadışı yoldan sokup satarak, büyük bir gelir elde ediyorlardı. Çin hükümeti buna engel olmak isteyince de İngilizler Çin’e savaş açtı ve kısa bir sürede Çin kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Savaşın bahanesi, sarhoş İngiliz denizcilerin bir Çin köylüsünü öldürmesinden sonra, sanıkları Çin’in yargılamak istemesiydi. 1942 yılında imzalanan Nanjing Antlaşmasına göre Çin; büyük bir tazminat ödemeyi, Hong Kong dahil beş büyük limanını İngilizlere bırakmayı, misyonerlik faaliyetlerine izin vermeyi ve İngilizlerin, İngiliz mahkemelerinde yargılanmasını kabul etmek zorunda kaldı. 1856-1860 yılındaki II. Afyon Savaşında ise bu sefer Fransa ve İngiltere, birlikte Çin’e karşı savaştılar (Tsang: 2007). Bu savaşın bahanesi ise bir İngiliz gemisindeki İngiliz bayrağının indirilmesi ile Fransız bir misyonerin öldürülmesiydi. Savaş sonunda imzalanan Pekin Antlaşması ile Batılı ülkeler yeni limanlar ve ticaret kentleri hakkı elde ederken, afyon ticareti yasal bir nitelik kazanmış ve Çin uzun bir süre kendine gelemeyecek şekilde zayıflatılmıştı.
Japonya’nın Durumu: 1850’li yılların başında, on ABD savaş gemisi Tokyo koyuna girdi ve Amerikalı bir amiral tarafından, tehditle ve zorla ABD Başkanı Milliard Filmore’nin bir mektubu Japon İmparatoruna iletildi. Mektupta, “Barış içinde ticaret yapmayı kabul edin veya savaşın sonuçlarına katlanın!’” yazıyordu (Gordon: 2003). Japonlar, 1839-1842 Afyon Savaşının sonucunda Çinlilerin düştüğü durumu bildikleri için bu istekleri kabul edip, Japon limanlarını Amerikalılara açarken, ilk Amerikan konsolosu ile de bir ticaret anlaşması imzalamak zorunda kalmışlardı (Tuncoku, 2013).
İKİNCİ OYUN
1900’lü yıllarda güç dengelerine yeni ülkeler dahil olmuştu. Kaynakları olan sömürgelere sahip olma isteği, 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşının esas nedeniydi. Hedefte yine Osmanlı coğrafyası ile bu coğrafyada yaşayan halklar vardı. Sykes-Picot Antlaşması da Osmanlı topraklarının paylaşımı üzerineydi. Anlaşma, İngilizlerin Osmanlı ordusu karşısında, Irak’ta Küt’ül Amare’de başarısızlığa uğramasından hemen sonra, Osmanlının Orta Doğu’daki topraklarının paylaşılmasına yönelik olarak, 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında gizli olarak yapılmış, aynı yılın Ekim ayında ise Rusya tarafından onaylanmıştır (David, 2009: 286-288). Anlaşma Fransa ve Rusya’nın itirazları üzerine birçok kez yeniden düzenlenmiş, Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra ise revize edilmiştir. 1917 yılındaki Rus devrimi sonrası Troçki’nin, gizli anlaşmanın bir kopyasını İzvestiya gazetesinde yayınlamasıyla da dünya bu paylaşımdan haberdar olmuştur.
Nasıl ki bir önceki yüzyılda seçilen bölge, “Balkanlar” ve kullanılan halk “Yunanlılar” olmuşsa, bu anlaşma ile de esas olarak “Orta Doğu coğrafyası” başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin paylaşılması hedeflenmiş, bölünmeyi yaratmak için de bölgedeki bir kısım Arap halk vaatler verilerek kullanılmıştır. Ancak aradan geçen yıllar boyunca, vaat edilenlerin hiçbiri gerçekleşmediği gibi karşı karşıya getirilen Orta Doğu coğrafyası, 100 yıl boyunca büyük çoğunluğu ile acı, kan ve gözyaşı içinde bırakılmış, bir türlü rahat yüzü görmemiştir. Yine ilk oyunda Balkanlarda yaratılan “Osmanlı düşmanlığı” gibi ikincisinde de suni olarak oluşturulan ve ayrıştırılan toplumlar, birbirine karşı kullanılmak istenmiştir. Kısacası aynı oyunun farklı bir versiyonu ile çevresiyle birlikte 100 trilyon dolarlık doğal zenginliğe sahip bölge halklarının, bu imkanlardan istifade etmesinin önüne geçilmiştir.
ÜÇÜNCÜ OYUN
2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgali sonrası başlayan süreç ise görünüşte aynı oyunda üçüncü perdeyi başlatmış gibi gözükmektedir. Bu kapsamda; Japonya ve Çin’den başlayarak, Balkanlara ve Afrika’ya uzanan hatta meydana gelen olayları iyi analiz etmek gerekir. Handel, temel strateji mantığının evrensel olduğunu iddia eder (Handel, 2004). Daha önceki oyunda gerekli tecrübeyi kazanmış ve başarıya ulaşmış olan sistem, bu dönemde de yine bölge ülkelerini ve halklarını birbirine karşı kullanarak başarıya ulaşmayı hedeflemektedir. Ancak bu sefer durum; aynı gibi gözükmekle beraber, öncekilerden farklı yönleri de içermektedir. Benzerliği yine kurban halkların ve bölgeyi kendi içinde bölecek ülkelerin seçilmesi oluşturmakla birlikte, bu sefer farklı olarak bölgede bütünleşmeye yönelik emarelerin de olduğu görülmektedir. Sadece insana özgü niteliklerden birisi olan irade, seçim ve gerçekleştirme gücüdür. Bu gücün kullanılması ya da kullanılamaması ise 2030 yılına kadar bölgelerin şekillendirilmesinde esas faktör olacaktır.
1905 yılında Tusişima Boğazında gerçekleşen ve Rus donanmasının yok edildiği savaş sonrası, Rusya’nın güç dengesinden tamamen silinmesini değil, zayıflatılmasını kendi çıkarları açısından uygun gören ABD Başkanı Roosevelt, “Japon zaferinden son derece memnunum, çünkü Japonya bizim oyunumuzu oynuyor” demişti (Kissınger, 2007: 34). Strateji akıl üzerine kurgulanır. Bazıları ise basit bir düşünce anlayışına hapsedilmiş bir şekilde, başkalarının kurguladığı bu oyunda sadece bir kurban rolü oynar. Oysa kültür tanımı, aynı zamanda dünyayı algılamayı ve davranışları buna göre şekillendirmeyi de içerir (Aksoy, 2015: 34). Zekâ ise algılama yanında; düşünme, akıl yürütme, sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamı olup (Aksoy: 74) salt bilgiye sahip olmanın üstündedir. Analitik olma, kavrama ve farkındalık anlamında bilişsel, hedefleri ve değerleri belirleme, sebat ve bütünleşme anlamında motivasyonel ve yeni öğrenimler ve pratiğe dökme anlamında ise davranışsal nitelikleri içerir.
Şimdi, bu noktada cevaplandırmamız gereken soru şudur: Acaba bu sefer de bölge, aynı oyuna gelip bu yüzyılı da kendi elleri ile başkalarının kontrolüne devredecek midir, yoksa iradesini ortaya koyarak ve geçmişinden gelen bilgelikle, oyunu fark edip makus talihini yenerek, kendi geleceğine kendisi mi karar verecektir?
Kaynakça:
Aksoy, Zeynep. (2015). Kültürel Zekâ, Kültürlerarası İletişim ve Yönetimde Çağdaş Bir Yaklaşım, Beta Yayınları: İstanbul.
Brzezinski, Zbigniew. (2004). Tercih, Çev. Cem Küçük, İnkılap Yayınları: İstanbul.
David, Fromkin. (2009). A peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation of the Modern Middle East: Macmillan.
Gordon, A. (2003). A Modern History of Japan: From Tokugawa Times to Present, Oxford University: New York.
Handel, I, Mihael. (2004). Savaşın Ustaları: Klasik Stratejiler, Doruk Yayınları: İstanbul.
Kissinger, Henry. (2007). Diplomasi, Çev. İbrahim, H. Kurt, Türkiye İş Bankası Yayınları: İstanbul.
Kuran, Ercüment. (1957). Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1927-1847), Yenilik Basımevi: İstanbul.
Lamartine de Alphonse. (2011). Osmanlı Tarihi, Çev. Serhat Bayram, Kapı Yayınları: İstanbul.
Mohdevi A. H. (1379). Revabıt-ı Harici-i İran: Tahran.
Patricia M.E. Lorcin. (2014). Imparial Identities: Streotyping Prejudice and Race in Colonial Algeria: Nebraska Üniversitesi Basın.
Roberts, J. M. (1996). Avrupa Tarihi, Çev. Fethi Aytuna, İnkılap Yayınları: İstanbul.
Tuncoku, A.M. (2013). Japon Dış Politikası: Sistematik ve Bölgesel Aktörler, Nobel Yayınları: Ankara.
Tsang, Steve. (2007). A Modern History of Hong Kong: 1841-1997. İ.B. Tauris Yayınları.
Yuluğ, T. Aras. (1986). Osmanlı İmparatorluğunun Paylaşılması: Turhan Kitapevi: Ankara.