İsrail’in İzolasyonu ve Netanyahu’nun Çökerttiği Güvenlik Doktrinleri

  1. Anasayfa /
  2. Tüm Analizler
  3. /
  4. Analiz
SDE Editör | 02 Ocak 2025
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, 10 Kasım’da bakanlığında yaptığı konuşmada, "Kürtler büyük bir millettir, siyasi bağımsızlığa sahip olmayan milletlerden biridir. Onlar bizim doğal müttefikimizdir" sözlerinin ardından "Bölgedeki azınlıkların birleşmesi gerekiyor. Kürtler, İran ve Türkiye'nin zulmünün kurbanıdır. İsrail'in onlarla iletişim kurması ve ilişkilerini güçlendirmesi gerekiyor" ifadelerini kullanmış ve konuşmasında Lübnan ve Suriye'deki Dürzilere de değinerek, "Biz bölgede bir azınlığız, bu nedenle doğal olarak diğer azınlıklar müttefikimizdir" sözleriyle, bölge devletlerinin içinde bulundurdukları azınlıklarla çatışmalarını desteklemeyi öngören İsrail dış politikasını öne çıkarmıştır.

İsrail bu politika çerçevesinde, 2017’de İKYB’de yapılan Kürdistan’ın bağımsızlık referandumuna destek veren dünyanın tek ülkesi olarak dikkat çekmişti.

İsrail’in bölgedeki Müslüman devletler içinde yaşayan azınlıklara sahip çıkması, kuruluşundan hemen sonra uygulamaya koyduğu “Çevre Doktrini/Periphery Doctrine” adı verilen bir stratejiye dayanmaktadır. Bu doktrin aşağıda genişçe bahsedeceğimiz üzere, azınlıkları desteklemenin yanı sıra esas olarak Araplara karşı bölgedeki Arap olmayan devletlerle de müttefik olmayı hedeflemekteydi. Ancak, zaman içerisinde bölgedeki Arap olmayan devletler düşman, Arap devletlerinin bir kısmı da müttefik hale gelmiş, bunu sağlayan dış politika anlayışına ‘Yeni Çevre Doktrini’ adı verilmiştir.

İlk ortaya atıldığından bugüne İsrail’in izolasyonunu kırmayı amaçlayan dış politika stratejisinin hem düşmanları hem de müttefikleri sürekli değişiklikler göstermiştir. Nihayet, 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı ile başlayan süreçle ve 8 Aralık’ta başarıya ulaşan Suriye Devrimi ile gelinen noktada başbakan Netanyahu bütün doktrinleri tersine çevirerek İsrail’i neredeyse dünyadan izole etmeyi başarmıştır.

Çevre Doktrini’ndeki değişimlerin izlenmesi, İsrail’in bundan sonra yürütmeye çalışacağı dış politikası ve sınırları hakkında bizlere kanaat verecektir.

İsrail’in Çevre Doktrini nedir?

1950-1979 yılları arasında İsrail’in dış politikasının odağına koyduğu ‘Çevre Doktrini’, İsrail'in ilk başbakanı David Ben-Gurion, İsrail'in önde gelen Orta Doğu uzmanlarından biri ve Ankara'daki ilk İsrail diplomatik temsilcisi olan Eliahu Sassoon, Mossad’ın kurucusu Reuven Shiloah tarafından ortaya atıldı.

Doktrin, İsrail’in Ortadoğu’daki varlığını ve sürekliliğini devam ettirebilmesi için bölgede Arap olmayan ve Batı/ABD yanlısı ülkeler(Türkiye, İran, Etiyopya) ile stratejik ortaklık ve bölge ülkelerinde yaşayan Maruniler, Dürziler ve Kürtler gibi etnik ve dini azınlıklarla himaye ilişkisi kurmayı hedefliyordu.

Öte yandan, alternatif bölgesel güçler dışında diğer ülkeler ile potansiyel müttefik ilişkiler kurmak suretiyle Arap devletlerinin diplomatik ve ekonomik boykotunu dengelemekte Çevre Doktrini’nin bir diğer hedefiydi.  

İsrail’in dış politikasını ve çevre doktrinini büyük ölçüde; coğrafi yalnızlık, güvenlik endişesi ve kendisini çevreleyen Arap devletleri tarafından yok edilme korkusu şekillendirmekteydi.

İsrail, 1950 yılından itibaren bu doktrini hayata geçirerek, Türkiye’nin Suriye, İran’ın Irak, Etiyopya’nın Sudan gibi Arap ülkeleriyle ihtilaflarını kendi lehine kullanmayı ve Arap devletlerinin (özellikle komşu Mısır, Lübnan, Irak, Suriye, Ürdün) kendisine uyguladığı bölgesel izolasyonu kırmayı hedeflemişti. Öte yandan etnik ve dini azınlıkları da yaşadıkları Arap ülkelerini içeriden zayıflatıcı tehditler olarak kullanmaya yöneldi.

Türkiye, 1948 yılında İsrail'i tanıyan ilk Müslüman devlet oldu ve Aralık 1950'de Ankara ve Tel Aviv'de elçilik düzeyinde diplomatik misyonlar açıldı. İsrail, 1956 yılından itibaren Afrika’yla, bilhassa Sahra Altı Afrika ülkeleri ile yakın ilişkiler kurdu. Golda Meir’in dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı döneminde, bölge dışı potansiyel müttefik ilişkileri kurma stratejisi çerçevesinde Gana, Sierra Leone, Etiyopya, Fildişi Sahili, Nijerya başta olmak üzere 33 Afrika ülkesiyle ilişki kurdu.

Türkiye’nin 1955'te (İngiltere, Pakistan ve İran ile birlikte) Bağdat Paktı'na katılması İsrail ile ilişkilerini düşürdü ve İsrail tarafından saldırıya uğraması halinde Ürdün'e destek sözü verdi. 1956'da İsrail'in Mısır'a saldırmasının ardından Türkiye, Tel Aviv'deki elçiliğini en düşük diplomatik seviye olan maslahatgüzar seviyesine indirdi. 1967 Altı Gün Savaşları’nda Ankara’nın Arap ülkelerinden yana tutum alması ve İsrail’in Golan ve Kudüs dahil işgal ettiği yerlerden çekilmesini istemesiyle su yüzüne çıktığı üzere, İsrail’in Çevre Doktrini Türkiye ile ilişkilerinde beklediği sonuca ulaşamadı.

1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Afrika ülkelerinin İsrail’e olan ilgisi azaldı. Mescid-i Aksa'nın 1969'da kundaklanmasının ardından aynı yıl kurulan İslâm Konferansı Teşkilâtı Müslüman Ülkelerin İsrail’e karşı kurumsal bir ortak duruşunun sembolü olarak ortaya çıktı, 1973’deki Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Afrika ülkelerinin çoğunun İsrail ile diplomatik bağları koptu. Nitekim, 10 Kasım 1975’te BM Genel Kurulu’nun Siyonizm’in ırkçılık olarak görüldüğüne dair Ankara'nın da lehe oy verdiği kararına 19 Afrika ülkesi destek verdi.

Türkiye-İsrail ilişkileri zayıflarken, Çevre Doktrini’nin diğer iki hedef ülkesinden Etiyopya’da kral Haile Selassie’nin 1975’te, İran’da Muhammed Rızâ Pehlevî’nin 1979’da devrilmesiyle İsrail’in bu iki ülke ile geliştirdiği yakın ilişki de bitti.

Ancak, İsrail’in Türkiye ile dostluğunu stratejik ortaklığa çevirme umudu bazı çevrelerde hep devam etti. Her ikisi de Arap olmayan, laik, demokratik, Batı odaklı, ABD müttefiki ve büyük orduya sahip İsrail-Türkiye’nin kuracağı güçlü bir "stratejik" ittifakın Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu'yu dönüştüreceğine, Ürdün ve Mısır gibi Amerikan yanlısı Arap hükümetleriyle bir blok oluşturulacağına hem İsrail de hem de Türkiye’de inananlar oldu.

‘Yeni Çevre Doktrini’

Mısır’da Enver Sedat’ın cumhurbaşkanlığına geçmesinden sonra 1977’de İsrail’i ziyaret etmesi ve 1979’da İsrail ile barış antlaşması imzalaması, 1993 yılında İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında yapılan Oslo Anlaşması ve arkasından 1994 yılında İsrail ve Ürdün arasında barış anlaşması imzalanması, İsrail’in toptan Arap karşıtlığına dayanan ‘Çevre Politikası’ nın yerine konulan ‘Yeni Çevre Doktrini’nin başarısıydı.

Aslında, Yeni Çevre Doktrini’nin zemin bulmasına 1987 yılında başlayan Birinci İntifada sırasında HAMAS ve İslami Cihad örgütlerinin İsrail işgaline direnişin ana temsilcileri olarak ortaya çıkmaları oldu. Müslüman halklar nezdinde Filistin Davası bir Arap meselesi olmaktan çıkıp bir İslam Davası olarak kabul görmeye başladı. Bu gelişme, İsrail’in güvenlik doktrinini kökten değiştirdi. Müslüman Kardeşler kökenli bu örgütlerle mücadele için, bölgedeki Arap monarşileri, laik Baas yöneticileri ve FKÖ ile gizli açık ittifaka girdi.

Öte yandan, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve 1991 yılı sonunda SSCB’nin dağılması, ABD’nin tek hegemonik güç olarak kalması İsrail’e yeni fırsatlar verdi. Mısır, Ürdün ve FKÖ arasında yapılan barış anlaşmaları,  Filistin sebebiyle kopmuş bulunan Kuzey Afrika, Sahra Altı Afrika ülkeleri ve Çin Halk Cumhuriyeti ile Hindistan’la kopan ilişkilerinin yeniden tesis edilmesine yaradı.

11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırılarının ardından ABD ve koalisyon güçlerinin Afganistan’ı işgal etmesi,  ABD’nin Fas’tan Çin’e kadar mevcut devletleri parçalayarak mikro-devletlere bölmesini öngören Büyük Ortadoğu Projesini(BOP) ilan etmesi,  ABD ve koalisyon güçlerinin “yeni bir Haçlı Seferi” sloganıyla 20 Mart 2003’te Irak’ı işgal edip, Saddam Hüseyin yönetimini devirdikten sonra Şii Araplar ve Kürtler ile ittifak halinde federatif Irak Anayasa’sını yürürlüğe sokup Sünnileri yönetimden uzaklaştırması, bölgede İsrail lehine yeni bir konjonktür yarattı. Müslümanların bütün dünyada terörist olarak yaftalanıp öldürülmesinin meşru görüldüğü bu dehşet döneminde İsrail, Filistinlileri terörist oldukları gerekçesiyle öldürme hakkına kavuştu.

Başkan Barack Obama döneminde(2009-2017) ABD, işgal ettiği Afganistan ve Irak’ta, kendisinin işgaline yardımcı olan İran’a bu ülkelerin yönetiminin kontrolünü bıraktı, Lübnan’da Hizbullah’ın silahlı bir güç olarak devleti kontrol etmesine göz yumdu. 2011’de başlayan Arap Baharı ile birlikte İran, Suriye ve Yemen’de de nüfuz ve kontrolünü artırdı. Sünni İslami direniş örgütlerini düşman ilan eden İsrail bu dönemde, ABD gibi el altından İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile ilişkilerini sürdürdü. Nitekim, Hizbullah ile yaptığı 33 günlük savaşın ardından Lübnan’dan Temmuz 2006’da çekilmesinden itibaren 7 Ekim Aksa Tufanı’na kadar, neredeyse 17 yıl aralarında kayda değer hiçbir çatışma yaşamadılar.

İsrail‘in diplomatik ilişkilerini bölge dışına genişletilme ve çeşitlendirme stratejisi

2009 yılında dönemin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun İsrail‘in diplomatik ilişkilerinin bölge dışına genişletilmesi ve çeşitlendirilmesini talebi doğrultusunda, 2009-2015 yılları arasında dışişleri bakanlığı görevini yürüten Avigdor Lieberman, Doğu Akdeniz Havzası, Orta Asya ve Güney Kafkasya, Sahra altı Afrika, Latin Amerika ülkeleri ile Çin ve Hindistan gibi Asya-Pasifik ülkelerine yönelik daha aktif dış politika uygulamaya başladı ve İsrail'e destek tabanını dünyanın başka yerlerine de genişletmeye çalıştı. Afrika ile ilişkileri geliştirmeye önem veren Liberman, Güney Amerika'ya seyahat ederek Brezilya, Arjantin, Peru ve Kolombiya ile bağları güçlendirdi. Asya'da Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerle ilişkileri derinleştirirken Balkanlar ve Güney Akdeniz bölgesinde Türkiye ile husumeti bulunan ülkelerle, özellikle Yunanistan ve Kıbrıs ile daha yakın bir işbirliğine yöneldi.

Diplomatik ilişkilerin bölge dışına genişletilme ve çeşitlendirilmesi stratejisinde BM’de 54 oya sahip olan Afrika ülkeleri İsrail için çok önem taşıyordu, BM oylamalarında elde tutulması gereken önemli bir potansiyeldi. 30 yıl aradan sonra, Afrika turuna çıkan ilk başbakan olan Netanyahu, 2016 yılında Uganda, Kenya, Etiyopya ve Ruanda’yı ziyaret etti. 23 ülkenin itirazına rağmen Temmuz 2021’de İsrail, Afrika Birliği nezdinde gözlemci statüsü elde etmeyi başardı. Kendince kritik ülkelerde yeni diplomatik misyonlar açarak bağımsız bir Filistin Devleti’nin resmen tanınması yönündeki girişimleri engellemek için etkili bir dış politika yürüttü.

İsrail rejiminin bölgenin içinde ve dışında pek çok ülkeyle askeri ve istihbarat ilişkileri kurması onun Çevre Doktrini’ne duyduğu ihtiyacı azalttı.

İsrail, Arap Baharına karşı Yeni Çevre Politikası’nı tekrar devreye soktu

17 Aralık 2010’da bir seyyar satıcının kendisini yakması ile Tunus’ta başlayan baskıcı Arap yönetimlere karşı protesto hareketleri peş peşe bütün Arap ülkelerine yayıldı. “Arap Baharı” adı verilen bu halk hareketi kısa zamanda Tunus, Mısır, Libya, Moritanya, Sudan, Bahreyn, Ürdün, Yemen, Cezayir, Suriye gibi ülkeleri etkiledi.  

Müslüman Kardeşler çizgisindeki siyasi hareketlerin bu ülkelerde siyasi iktidarı devir alması ya da iktidara ortak olması başta İsrail olmak üzere, ABD, Körfez Monarşileri, İran, Rusya ve AB ülkelerini ürküttü ve bu siyasi hareketi yok etmek için hepsini bir araya getirdi. İsrail, Arap Baharını bölgedeki Arap devletleri ile açık, İran ve Lübnan Hizbullahı ile gizli işbirliği için fırsat olarak kullandı. Özellikle istihbarat işbirliğini artırdı. Araplarla bölgesel barışı ifade Eden Yeni Cevre Doktrini’ni güncelledi. Doktri’nin merkezinde artık Arap karşıtlığı değil Sünni İslam’ın yükselişine karşı ittifak oluşturulması vardı. Arap Baharı en kanlı Suriye’de bastırıldı. İran, başta Hizbullah olmak üzere vekil silahlı güçleri, Rusya, ABD-İsrail’in desteklediği PKK/YPG sivil özgürlük hareketinin kanla boğulmasında el birliği yaptı. Bir milyon insan öldürülüp, halkın yarısı topraklarından göçe mecbur edilirken Batı dünyası sadece seyredip el altından bu zulme destek verdi.  Saddam Hüseyin devrildikten sonra ayakta kalan tek Baas Rejimi olan Suriye’deki Esed ailesi diktatörlüğü ise iktidarını devam ettirmek için İsrail ile gizli ve açık işbirliği içinde oldu. Bölgede bu zulme itiraz eden tek ülke Türkiye kaldı.

İsrail’in Arap NATO’su içinde güvenliğinin sağlanması projesi

Obama döneminde ABD, İsrail’i tanıyan Mısır ve Ürdün ile KİK üyesi Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Kuveyt’i İsrail’in yanına katarak ortak bir askeri bir güç kurmayı planlamıştı. Hint-Pasifik’e kuvvet aktarmak için Ortadoğu’da güç azaltan ABD, Kasım 2018’de tüm müttefik güçleri koordine etmek üzere “Birleşik Askeri Komutanlık” kurdu.

İsrail ve Arap devletlerinin askeri ortak çatıda buluşmasını sağlayan, bu ülkelere yönelik İran tehdidi olmuştu. Nitekim, İsrail başbakanı Netanyahu, 2018 Eylül’ünde BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, "İran'ın ortak tehdidi, İsrail ile birçok Arap devletini, hayatım boyunca görmediğim bir dostluk içinde, daha önce hiç olmadığı kadar yakınlaştırdı. İsrail'in Mısır ve Ürdün'ün ötesinde diğer Arap komşularına da barışı yayabileceği gün yakında gelecek" sözleriyle İran’ın Arap ülkelerini kendisine iten rolünü sevinçle ifade etmişti. İran tehdidi ile Arapları bir barış anlaşmasına ikna etme planı, 2020 Eylül’ünde BAE ve Bahreyn ile Abraham Anlaşmaları’nın yapılmasında önemli rol oynamıştı.

Abraham Anlaşmaları’nın imzalatılmasından sonra ABD, Körfez-İsrail savunma işbirliğini ilerletmek için 2021 Ocak ayında İsrail’i EUCOM yetki alanından çıkarılıp CENTCOM sorumluluk alanına taşıdı. Bu, ABD-Körfez-İsrail savunma entegrasyon modeli “Arap NATO’su” olarak da adlandırılıyordu. Ancak, BAE ve Bahreyn dışındaki Körfez ülkeleri hala İsrail’i resmi olarak tanımamaya devam ettiler.

ABD-Körfez-İsrail savunma entegrasyon modelinin iyi gittiğinin düşünüldüğü sırada, 10 Mart 2023’ten itibaren Çin’in arabuluculuğu ile yapılan görüşmelerde Suudi Arabistan ile İran’ın diplomatik münasebetleri başladı, 29 Mart’ta Suudi Arabistan Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) diyalog ortağı olma kararı aldı. Üstüne, BAE Mart ayında Birleşik Deniz Kuvvetleri(CMF)’den katılımını geri çekti. Yaşanan bu gelişmeler, savunma entegrasyon modeli ve Abraham Antlaşmaları’na dayanan ittifak arayışlarının ne kadar kırılgan bir zemine oturduğu ortaya çıkmıştır.

Donald Trump’ın ilk başkanlık döneminden itibaren İsrail yumurtaları tek sepete koydu

20 Ocak 2017’de başkanlık koltuğuna oturan ABD başkanı Donald Trump, Kudüs’ü 6 Aralık 2017’de İsrail’in başkenti olarak tanıdı, 14 Mayıs 2018’de ABD Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı.

2018’den itibaren İsrail,' diplomatik ilgisini ve kaynaklarının büyük kısmını Amerika Birleşik Devletleri ile ittifaka yönlendirdi ve sadece ABD’ye güvenmeyi yeterli bulan, onun desteği ve gücüyle Ortadoğu’yu tanzim etmeye kalkan yeni bir stratejiye geçti. Netanyahu, içinde Suudi Arabistan'ın da yer alacağı “barışın nimetini seçen”  geniş bir İbrahimi İttifakın, Amerikan desteği ve liderliğiyle insanların düşündüğünden çok daha kısa sürede gerçekleşebileceğine inanıyordu.

ABD Başkanı Donald Trump, 28 Ocak 2020 günü İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile birlikte Beyaz Saray’da ‘Yüzyılın Anlaşması’ adı verilen planını açıkladı. Toplantıya BAE, Bahreyn ve Umman’ın Washington Büyükelçileri de katıldı. Planda; Kudüs’ün İsrail’in “bölünmez” başkenti olduğu kabul edilirken, Doğu Kudüs’ün başkenti olacağı bağımsız bir Filistin Devleti’nin kuruluşu için 4 yıllık bir süre öngörülüyor, Filistin Devleti’ne 50 milyar dolarlık bir yatırım vaadinde bulunuluyordu. ABD’nin planında, yaklaşık 6 milyonu bulan Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönüş hakkı tanınmazken, Batı Şeria’daki işgal altındaki Yahudi yerleşim yerlerini ABD, İsrail toprağı olarak kabul ediyordu. Netanyahu’nun açıklamasına göre, İsrail Ürdün Vadisi üzerindeki işgale dayalı hakimiyetini de sürdürecekti.

03 Şubat 2020’de toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) sonuç bildirgesinde, tüm üye ülkelere, ABD Başkanı Donald Trump’ın önerdiği, ‘Yüzyılın Anlaşması’ olarak adlandırılan Ortadoğu barış planıyla “hiçbir ilişki kurmama ve ABD idaresiyle bu planın herhangi bir şekilde hayata geçirilmesi için işbirliği yapmama” çağrısına yer verildi.

Bir Çevre Doktrini uygulaması olarak IMEC Projesi

Eylül 2023'te Yeni Delhi'de düzenlenen G20 Zirvesi’nde ABD başkanı Joe Biden tarafından ilan edilen “Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC)” projesi, İbrahim Anlaşmaları’nın bir uzantısı olarak nimetlerin taksim edildiği bir proje olarak ortaya konuldu. Bölge ülkeleri Filistin, Türkiye, Irak, İran, Katar ve Umman projeden dışlanmışlardı.

Netanyahu, bu proje için “Sadece İsrail ile komşularımız arasındaki engelleri yıkmayacağız. Asya'yı BAE, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail ve Avrupa'ya bağlayan yeni bir barış ve refah koridoru inşa edeceğiz. Bu olağanüstü bir değişim, devasa bir değişim, tarihin bir başka dönüm noktası.” demişti.

İsrail daha önce, Yunanistan ve GKRY ile imzaladığı Doğu Akdeniz'den çıkarılacak gazın Kıbrıs üzerinden Yunanistan'a, oradan da İtalya'ya ulaştırılmasını hedefleyen "EastMed" projesi ile Levant bölgesindeki işbirliği yaptığı Mısır, Ürdün gibi Arap devletlerine Doğu Akdeniz’de nimet dağıtan bir ülke olarak rol oynamak istemişti. Ne var ki Türkiye, Libya ile 27 Kasım 2019'da imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması ve Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması (MEB) ile bu projeyi boşa düşürmüştü. İsrail’in Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 9 Mart 2022’de Ankara ziyareti ile İsrail, gazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşınmasını kabullenmek zorunda kaldı. İsrail bu sefer IMEC projesi ile ortaklarına rant dağıtan patron ülke hüviyetinde olmak istiyordu ve buna çok inanmıştı.

Bütün doktrinleri altüst eden Aksa Tufanı

İsrail-ABD ittifakının Ortadoğu’da bir yandan tehdit bir yandan nimet dağıtımına dayalı olarak kurguladığı İsrail-Arap barışı, Hamas’ın 7 Ekim 2023 günü İsrail’e yönelik başlattığı “Aksa Tufanı” saldırısı ile bir anda boşa çıktı. IMEC projesi de tıpkı Eastmed projesi gibi İsrail’in elinde patladı.

7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği sürpriz baskınla İsrail’in istihbaratının ve ordusunun bölgenin en güçlüsü olduğuna dair inanç yıkıldı. İsrail halkının devletine olan güveni bir günde eridi. ABD ve ortaklarının verdiği destek ile şoku atlatmaya çalışan İsrail, Gazze halkına karşı korkunç bir soykırıma girişti. ABD ile birlikte İngiltere, Almanya, Fransa katliama sınırsız destek verdi. İspanya, İrlanda, Belçika, Norveç dışındaki batı ülkeleri bu zulme sessiz kalmayı tercih ettiler.

11 Kasım 2023 günü Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, 57+5 ülkenin temsil edildiği, İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT) ve Arap Ligi(AL) Üyesi Devletlerin Devlet ve Hükûmet Başkanları Liderler Zirvesi gerçekleştirildi. Zirvede alınan kararlar ile İsrail-Arap barışı rafa kalktı. Filistin davası bütün Müslüman devletlerin ve Arap devletlerinin merkezi davası haline geldi.

İsrail’in büyük çoğunluğu kadın ve çocukları hedef alan katliamları bütün dünyada infiale yol açtı. Filistin'i devlet olarak tanıyan ülke sayısı 145’e ulaştı.

Ateşkes için 12 Aralık 2023’te yapılan BM Genel Kurulu oylamasında ret oyu kullanarak İsrail safında yer alan ülkeler: ABD, Avusturya, Çekya, Guatemala, Mikronezya, Nauru, Papua Yeni Gine, Paraguay’dan ibaretti. 186 ülkenin oylamaya katıldığı oturumda karar tasarısına 153 Evet, 10 Ret, 23 Çekimser oy verilmişti. BM’ye tam üye 193 üyenin %80’i Filistin’den yana net oy kullandı.

İsrail, Filistin’de işlediği soykırım sebebiyle uluslararası toplum tarafından hızla haydut devlet statüsünde görülmeye başlandı. Güney Afrika’nın İsrail'i Gazze'de devlet öncülüğünde soykırım yapmakla suçlayarak 2023 Aralık ayında Uluslararası Adalet Divanında açtığı davaya pek çok ülke müdahil oldu. Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ötürü 21 Kasım’da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkardı.

Sonuç

İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımdan sonra ne Abraham Anlaşmaları’nın sürdürülmesi ne de içinde İsrail’in olacağı bölgesel bir entegrasyonun hayata geçirilmesi artık mümkün değildir. Bugün itibariyle, çoğu çocuk ve kadın 45 binden fazla insanı öldüren gözü dönmüş İsrail, tüm dünyanın nefretini kazanmıştır. BM Genel Kurulu’nda devletlerin kullandığı oylar, kesintisiz bütün dünyada devam eden protesto gösterileri bunun açık göstergesidir. Bazı Avrupa ülkelerinin İsrail’e verdiği destek ise, daha önceki tarihlerde gerçekleştirdikleri Yahudi katliamının ezikliği sebebiyledir.

Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da yaşanan soykırımdan sonra, Yeni Çevre Doktrini’nin muhatabı Arap devletleriyle yapılan barış anlaşmaları çöpe gitmiş, 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan birleşik bir Filistin devleti kurulmadığı müddetçe barış zemini kalmamıştır.

İsrail’in Çevre Doktrini’nde, bölge devletlerini zayıflatıcı unsurlar olarak gördüğü etnik ve dini unsurlardan olan Maruniler ve Dürziler, İsrail-Gazze, İsrail-Lübnan savaşında İsrail’in Yahudilerden başkasını insan görmeyen yüzünü çok iyi gördüler. Yine, Türkiye, Irak ve Suriye’deki Kürtler, kendilerinin İsrail’in Arz-ı Mev’ud projesi için bir araçtan ibaret olduğunu fark ettiler. 8 Aralık’ta tamamlanan Suriye Devrimi’nden sonra İsrail’in desteklediği terörist Kürtçü PKK/YPG’nin yaşama şansı kalmamıştır. Bölgedeki bütün etnik-dini unsurlar üzerlerine oyun oynanmadığı, çatışmasız, barış içinde bir arada yaşayacakları günlerin özlemi içerisindeler.

Yine, İsrail‘in diplomatik ilişkilerini bölge dışına genişletme ve çeşitlendirme stratejisi çerçevesinde ilişki kurduğu Latin Amerika’da, Paraguay ve Guatemala (son seçimlerden itibaren Arjantin de bunlara katılmıştır) dışında İsrail’in destekçisi yoktur. Kafkasya, Orta Asya, Çin dahil bütün bir Asya devletleri ve halkları mazlum Filistin halkının yanında, İsrail’in karşısındadır.

Şimdilik BM’de açık Batılı destekçileri ABD, Avusturya, Çekya’dan ibarettir.

2017’den itibaren İsrail, varlığını sürdürmek için ABD’nin tek başına desteğini yeterli görmüş, Yahudi lobilerinin ABD siyaseti ve bürokrasisindeki etkisine güvenmeyi tercih etmiştir. Ancak, ABD ve İngiltere, Almanya desteği olmadan İsrail’in kendi kapasitesiyle ne güvenliğini sağlaması, ne ekonomisini ayakta tutması ne de ayakta kalması mümkün bulunmaktadır.

İsrail, yüksek silah teknolojisi ile Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Lübnan’ı bombalayıp yıkmakla birlikte esas yıktığı, kendisinin uluslararası ilişkiler zemini olmuştur. Soykırımcı İsrail bütün dünya halkları tarafından nefret objesi haline gelmiş olup bu nefretten Siyonist olmayan Yahudiler de payını almaktadır.

Netanyahu, 1948’den bu yana İsrail’in Ortadoğu’daki varlığını ve sürekliliğini devam ettirebilmek ve izolasyondan kurtulmak için geliştirdiği bütün diplomatik girişimlerini, güvenlik doktrinlerini yerle bir etmiş, İsrail’i dünyadan izole etmeyi başarmıştır. İsrail’in işlediği soykırımlara müsamaha gösteren BM düzeni ve kendisine şartsız askeri, siyasi destek veren batılı ülkelerin değerlerinin de sahteliği bu süreçte ortaya çıkmıştır.

Kan seli durup, barut kokusu çekildiğinde, soykırımcı İsrail devleti bütün kapıların üzerine kilitlenmiş olduğunu idrak edecek, asırlardır yaşamaya alıştığı “getto düzeni”ne dönecektir.

 

 

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA