Her devlet, doğal olarak varlığını korumak ve planladığı şekilde devam ettirmek ister. Bu gereksinimi ise kurmuş olduğu devlet ve onun altındaki kurumlar aracılığı ile yerine getirir. Milli hedeflere göre teşkilatlanmış kurumların personeli; daha idealist, daha çalışkan, daha üretken ve kendi toplumları için katma değerler yaratmada bir adım önde olurlar. Bu kurumlar, diğer kurumlarla da ortak hedefleri paylaştığından, olumlu yönde işbirliği ve sinerji yaratmada başarılıdırlar. Genel olarak “Milli Hedefler”, gerçekleşmesi durumunda o ülkenin huzur, güven, refah ve en önemlisi bekasını sağlayacak olan hususlardır ve milli güç unsurlarının gerçekçi öngörülerle, sürekli ve dengeli şekilde kullanılmasını zorunlu kılarlar. Bu gereksinimi sağlayamayan devletler ise zaman içinde, çoğu kere, kendi kendilerini tüketerek yok olup giderler.
Diğer taraftan “Milli hedefler”, rastgele olamaz, herkes kendisine göre belirleyemez ve keyfine göre değiştiremez. Çünkü hedefler bir gereksinime ve içinde bulunulan şartlara dayanır, ülkedeki herkese gideceği istikameti gösterir, dağılmaları ve güç kaybını önler. Kısaca, eğer bu hususlar ehil ellerde gerçekçi şekilde belirlenmiş ise yapılacak her faaliyet bunu gerçekleştirmeye yönelik olur. Hedefler devlete ve milletin tamamına aittir. O ülkedeki; dönen her tekerlek, açılan her yol, okunan her kitap, atılan her adım ve yazan her kalem bu hedefi gerçekleştirmeye yöneliktir. Genel olarak hedefler belirlendikten sonra, her seviyede kurumlar ve kuruluşlar, bu hedefe göre kendi yapmaları gereken faaliyetleri detaylandırırlar ve planlanan vadelerde gerçekleştirmeye çalışırlar. Alt seviyedeki unsurların gerçekleştirdiği veya gerçekleştirmeyi planladığı hiçbir husus belirlenmiş milli hedeflere aykırı olamaz.
Hedeflerin bir başka ülkenin değil, o ülkenin kendi gereksinimlerine dayanması gereklidir. Bir diğer ifade ile hedeflerin kalıcı olabilmesi ve ülkeye fayda sağlaması için; ülkenin coğrafi konumuna, milli güç unsurlarına, var oluş nedenlerine ve tarihine göre oluşturulması ve akılcı bir şekilde uygulanması bir zorunluluktur. Örneğin, İngilizlerin geçmişte denizlerde oluşturduğu donanması sayesinde, bir güç merkezi durumuna geldiği bilinen bir gerçektir. Fransa’nın hedefleri doğrultusunda kara gücü durumuna gelmesi, 1659 yılında komşusu İspanya’ya karşı kazandığı savaş sonunda gerçekleşmişti ve 1700 yılların başındaki kara gücünü, 100 bin kişiden bir yüzyıl sonra 600 binlere çıkarmıştı. Aynı şekilde Fransa’nın, 1690 yılında donanmasında gemi sayısı, İngiltere’den 50 fazlaydı ve 220 civarındaydı. Ancak İngilizler, hedefleri doğrultusunda, denizcilik alanında yaptıkları atılım sonucu, 1790 yılına gelindiğinde 1000 gemi ile Avrupa’daki tüm ülkelerin gemilerinin iki katından daha fazla bir güce ulaşmayı başardı. Napolyon’un 600 bin kişilik ordusunu, derinliği olan Rus topraklarında gereksiz yere tüketmesi, İngilizlerin işini daha da kolaylaştırdı. Napolyon sürekli savaşıyordu ama sonuçta, stratejik düzeyde “nereye varmak istediği sanki belli değilmiş gibi” duruyordu.
Türk tarihinin derinliği incelendiğinde, genelde Türkistan Coğrafyasında (Günümüzde bu coğrafya için uydurulmuş olan “Orta Asya” tanımlaması, özellikle buradaki Türk varlığını inkâr etmek üzere ilk olarak 1843 yılında yer bilimci ve kâşif Prusyalı Alexander von Humboldt tarafından ortaya atılmıştır) kurulmuş olan Hun ve Göktürk benzeri devletlerin, coğrafi olarak sınırlarını doğal engellere dayandırmak için genişleme gereksinimi hissettikleri görülür. Geniş bir coğrafyayı kontrol zorluğu ise bu devletlerin zamanla bölünmesine neden olmuştu. Türkler, ancak Anadolu’ya yerleştiklerinde, coğrafyanın derinlikte savunmaya elverişli yapısı nedeniyle, bu sorundan kurtulabilmişlerdir. Bundan dolayı gerek Haçlı Seferleri gerekse sonrasında Anadolu coğrafyasını, Türkler dışında hiçbir güç, kısa dönemler dışında sürekli olarak kontrol edememiştir.
Ancak, Anadolu coğrafyasının güvenliğinin de ne kadar güçlü olunursa olunsun, etrafında güvenlik kuşakları oluşturmadan sağlanamayacağı, Jeostratejik bir gerekliliktir ve bu gereklilik cumhuriyet döneminde daha belirgin şekilde görülmüştür. Türkiye’nin, tarihi ve kültürel benzerliklerinin bulunduğu coğrafyalarla bütün bağlantılarına ilgisiz kaldığı bir dönemde, Türk vatanı içten ve dıştan, başta terör olmak üzere saldırılara maruz kalmış ve beka sorunları yaşanmıştır. Oysa Selçuklulardan başlayarak oluşturulan çevre güvenlik kuşakları, Osmanlı döneminde (4) stratejik koridoru kontrol altında tutan bir yapılanmaya ulaşmış ve bu sayede Anadolu’da insanlar, uzun yıllar güven içinde yaşamıştır. Osmanlılar tarih boyunca hiçbir gücün ele geçiremediği stratejik koridorları kontrol ediyordu. Bu sayede güçlerini birçok alana aktarma yanında, diğer güçlerin de bölgeye girişine mâni oluyorlardı. Bu güvenlik kuşakları; Kızıldeniz ve Kuzey Afrika, Basra Körfezi, Balkanlar ve Kırım ile Kafkaslar (Fergana bölgesinden başlayarak) bölgesiydi. Osmanlı Devleti’nin kuşatılması da bu noktalarda gerçekleşti. 1704 yılında, İngiliz ve Hollanda donanmaları Cebelitarık boğazını ele geçirdi. 1774 yılında ise Ruslar Kırım’ı. Sonraki yıllarda, aşama aşama Türkler sınırlı bir coğrafya parçasına hapsedilmek istendi. Fiziki bir işgal olarak değil, ancak en azından, belirtilen coğrafyaların Türkiye’ye müzahir unsurların kontrolünde bulunmasının, ülke güvenliği açısından bir zorunluluk olduğunu tarih ve coğrafya bize dikte etmektedir. Türkiye gibi büyük bir ülke, güvenliğini sadece sınırlarında aldığı tedbirlerle sağlayamaz. Ne kadar güçlü olunursa olunsun, zaten bu mümkün değildir. Türkiye’nin de stratejisini bu doğrultuda oluşturması bir tercih değil, bir coğrafi zorunluluktur. Stratejinin, sonuçları önceden tespit etmeyi sağlayan, mantık ilkeleri üzerine kurulmuş karar verme ve hedefe ulaşmayı geciktiren engelleri ortadan kaldırmayı içeren bir analiz ve düşünme yöntemi olduğu unutulmamalıdır.
Jeopolitik ise devletlerin coğrafi özellikleriyle siyasetleri arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalıdır. Bir devletin dünya üzerindeki konumu, ada, kenar, iç devlet olma gibi durumları, coğrafi karakteri, konumu nedeniyle karşı karşıya kaldığı olaylar, o ülkenin jeopolitiğinin değişmeyen unsurlarını oluşturur. Jeopolitik; jeostrateji, jeoekonomi ve jeokültür gibi alt dallara ayrılır.
Jeoekonomi, coğrafyanın ticari alana taşınması olup, ülkelerin coğrafyası ile ekonomik gücü arasında bağlantı kuran bir bilimdir. Diğer taraftan, coğrafya ile kültürel unsurların ilişkisi jeokültür’ün konusudur. Türk coğrafyasını, etrafındaki güvenlik kuşaklarına bağlayan da zaten bu kültürel bağ ve derinliktir. Bu bağın korunarak, bilinçli bir şekilde geliştirilmesi ise ayrı bir uzmanlık konusudur. Jeostrateji ise Jeopolitiğin bir alt dalı olup, siyasi ve askeri planlamanın tutarlı olmasını destekler. Türkiye’nin askeri gücünün ve diplomatik faaliyetlerinin bir araya getirilmesini ve coğrafi gereklerine uygun olarak, hangi noktalara odaklanacağını belirlemeyi içerir. Jeostrateji, stratejilerin coğrafi gerçeklere uygun olarak oluşturulması sanatıdır. Böylece coğrafi unsurların stratejik olarak değerlendirilmesi ve pratikte kullanılabilir sonuçlara ulaşılması mümkün olur.
Bu noktadan hareketle diğer önemli bir kavram olan Jeopolitik Gücü; Türkiye’nin kara, hava ve deniz egemenlik alanlarının yanında; uzay ve sanal alanlarını da içerecek şekilde; coğrafyası ile ekonomisini, kültürel unsurlarını ve jeostratejisini bir arada analiz ederek, buna uygun olarak güçlerini ve diplomasisini aynı doğrultuda yönlendirme yeteneği olarak tanımlayabiliriz.
Coğrafi değişmeyen özellikler yanında, jeopolitiğin değişkenleri de mevcut olup, bu değişkenlerin yerinde ve zamanında uygun şekilde kullanımı veya kullanılmaması önemli fırsatlar veya riskler yaratabilir. Tüm dünyada güç dağılımının yaşanmaya başladığı ve yaşanacağı bir dönemde ise Türkiye’nin böylesi riskleri göz önüne alacak bir lüksü yoktur. Stratejinin üç önemli unsurunun, zaman faktörü yanında coğrafi mekân ve buna uygun kuvveti oluşturmak olduğu asla unutulmamalıdır. Strateji ile coğrafya arasındaki bağı, coğrafyanın ülkelerin stratejileri üzerindeki etkilerini analiz etmek suretiyle, jeostrateji kurar. Bütün bu hususlar doğrultusunda, derinliğine akil ellerde analiz edilmeden, yüzeysel olarak değerlendirmelerle oluşturulan politika ve planlar kısa zamanda çökeceği gibi, sonuçları da geri dönülmez bir şekilde o ülke insanının felaketine neden olur. Tarihin hata yapanları affetmediği açıktır.
Devletlerin güvenliği her şeyden önemlidir. Bu konuda, iyice analiz edilip düşünülmeden, üstünkörü verilecek kararların dönüşü de yoktur. Sonuç olarak, bir devletin milli güç unsurları sadece askeri olmayıp; ekonomik, siyasi, coğrafi, sosyo-kültürel, bilimsel ve teknolojik güçlerinin toplamından ibarettir. Bu güçlerin bir arada ve bilinçli olarak, belirlenen hedefler doğrultusunda sinerji yaratacak şekilde kullanımı ise o ülkenin geleceğini belirler. Hedeflere ulaşma konusunda, ülkenin bekasını ilgilendiren temel konular hariç, farklı hal tarzları ve demokratik tartışmalar normaldir. Ancak yaşanan ülkenin ve gelecek nesillerin güvenliği ve refahının sağlanmasında; bölücü ve parçalayışı hamlelerden ziyade; bütünleştirici, bir araya getirici politikalar önemlidir. Bu nedenle ülkenin varlığını sürdürmesi ve bekası için zorunlu olan hususların, her türlü tartışmanın dışında tutulması ve milli güç unsurlarını zayıflatan değil, geliştiren politikalar konusunda herkesin hassasiyet göstermesi gerekir.