Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr
Uzak ama Yakın: Endonezya ve Türkiye Arasındaki Derinliği Olan Bağların Analizi
Güray Alpar
01 Haziran 2023 11:35
A-
A+

Günümüzde küreselleşme, “karşılıklı bağlar ve bağımlılıklar” kavramı ile yorumlanır hale gelmiştir (Tomlinson, 2004: 11-13). Türkiye ile Endonezya arası yaklaşık 16 bin kilometre (Havadan 10 bin kilometre). Stratejik Düşünce Enstitüsü’ndeki (SDE), Diplomasi Programlarına katılan Endonezyalı öğrencileri yakından tanımaya başladığım zaman, kültürel olarak Türklerle birçok açıdan benzerliklerini görmek, başlangıçta beni oldukça şaşırtmıştı. Gelenekleri yanında; öğrencilerin derslere ilgisi, çalışkanlıkları ve her şeyden önce terbiyeleri gerçekten de Türklere çok yakındı ve araştırmayı hak ediyordu. Bir sosyal antropolog olarak, konuyla ilgili yaptığım küçük bir araştırma sonucunda, bunun hiç de garipsenecek bir durum olmadığını anlamakta gecikmedim. Konu bir noktada mesafe kavramını aşıyor, kültürel benzerliğin de ötesinde; tarihi ve dini bağların derinliğine de dayanıyordu.

Endonezya gelecekte dünya ekonomisi ve siyasetinde önemli rol oynayacak kapasitede bir ülkedir.

Endonezya’nın, çoğunluğu İslam inancına sahip. Günümüzde İslam dünyasının en kalabalık ülkesi olma sıfatını taşıyan Endonezya, 280 milyona yakın nüfusu ile Güneydoğu Asya’da, Hint ve Pasifik Okyanusları arasında yer alan, 17 binden fazla adadan oluşan demokrasi ile yönetilen büyük bir ülke. Sahip olduğu zenginlikler ve insan gücü ile önümüzdeki yıllarda dünyanın sayılı güçlerinden birisi olmaya da aday.

Tarihi okumak; kendi dünyamızda bir yerlere ulaşmak, sonrasında ise çıkardığımız manalardan kendi yerimizi bularak, kendimizi yeniden anlamak ve kendimize dönmek demek (Blanchot, 2000: 5-6).   Endonezya’yı ve bu coğrafya ile ilişkilerin tarihini anlamak da şüphesiz her iki halk için, ileriye daha güvenle bakmayı sağlayacak, yaratılan sinerji de birçok yeni imkânın kapısını açacaktır.

Endonezyalılar ile Türkler arasındaki bilinen ilişkiler 500 yıl öncesine dayanıyor. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim (1470-1520), İmparatorluk sınırlarını 8 yılda 2,5 kat büyütmüş, 1517 yılında ise Mısır’ı ele geçirerek Hilafeti ve Kutsal Emanetleri İstanbul’a getirmişti. Bu olayla birlikte Osmanlı Halifeleri, Mekke ve Medine’nin koruyucusu olmanın yanında, bütün İslam Dünyasında da birleştirici ve koruyucu bir rolü de üslenmiş oluyordu. Osmanlı halifelerinin bu rolü, halifeliğin kaldırıldığı 1924 yılına kadar devam etti.

Türklerin Hindistan’la birlikte Endonezya ve civarında İslam dininin yaygınlaşmasında dolaylı bir katkıları vardır.

Pek bilinen bir konu değildir ancak dolaylı da olsa Türklerin, Endonezya ve civarının İslamlaşmasında bir rolü olmuştur. 11. yüzyılda “Sultan” unvanını kullanan ilk Türk Hükümdarı Gazneli Mahmut’un, Hindistan üzerine yapmış olduğu seferlerden sonra, Hindistan ve Malezya’da İslamiyet yayılmaya başlamıştı. Her ne kadar 8. yüzyılda Arap tüccarlar Endonezya topraklarına gelmeye başlamışlarsa da Endonezya topraklarında İslam dininin yayılması ve yaygınlaşması da 12. yüzyılın başlarından itibaren Malezya ve Hindistan bölgesindeki Müslüman tüccarlar vasıtasıyla gerçekleşti.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı aldığı yılların hemen öncesinde, 1514 yılında bugünkü Endonezya toprakları üzerindeki Sumatra adasının kuzeyinde, Cihan Şâh liderliğinde Müslüman Açe Sultanlığı kuruldu (Açe, bugün Endonezya toprakları içerisinde yer alan özel otonom bir bölgedir. Sumatra adasının kuzeyinde yer alır.  Kuzey kıyılarında Andaman Denizi ve Malaka Boğazı, güneyinde Kuzey Sumatra, batısında Hint Okyanusu, doğu kıyılarında ise Malaka Boğazı ve Kuzey Sumatra bulunur). Bölge insanı Endonezya coğrafyasının tamamında olduğu gibi dürüst ve cesurdu. Bu devlet de bölge ve civarında İslam dininin yayılmasına büyük katkıda bulunmuştur.

Avrupalı sömürgeci devletlerin Endonezya ve civarındaki bölgelere müdahalesi bu bölgedeki insanları zor durumda bırakmıştı.

Ancak bu devlet, daha kuruluşundan itibaren stratejik yolları kontrol eden konumu ve zenginlikleri ile sömürgeci Avrupalı devletlerin (Başlangıçta Portekizlilerin) hedefi durumuna gelmişti. Portekizliler Afrika güneyinden bu bölgeye ulaşmıştı ve ticaret yollarını ve ticareti kontrol etmek istiyorlardı. Portekizlilerin, top başta olmak üzere ateşli silahlara sahip olmaları ve bunları silahsız insanlar üzerinde acımasızca kullanmaları onlara bir üstünlük sağlıyordu (Alpar, 2015: 221). Oysa bölge insanı kendi savunmalarını sağlayacak teknolojik birikime ve silahlara sahip değildi.

Endonezya bölgesinden gelen hacılar vasıtasıyla başlayan ilişkiler, 1530 tarihinden itibaren heyetlerle sürdürülmeye başlanacaktır.

1520’li yıllarda zaten Endonezya bölgesi ve civarında yaşayan Müslümanlar, haç vazifelerini yerine getirmek üzere Mekke ve Medine’ye gittiklerinden, burada İstanbul’dan gelen hacılarla görüşüyorlardı. Bu suretle de Osmanlı Devleti’nin gücünü ve imkanlarını öğrenme fırsatı bulmuşlardı ve bunları ülkelerine döndüklerinde anlatıyorlardı. Bu durum Endonezya ve civarındaki Müslümanlar arasında Osmanlılara karşı bir sempati ve bağlılık oluşturmuştu. Osmanlının gücü ve etkisi ile onlar da gurur duyuyorlardı ve bu onların kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlıyordu. İçinde bulundukları zor durumda, aynı inancı paylaştıkları, İstanbul’da bulunan İslam’ın Halifesi Osmanlı Sultanından yardım istemelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Nitekim Açe Sultanı, 1530’lu yıllardan itibaren Osmanlı Devleti’nin Başkenti İstanbul’a heyetler göndererek, bölgede yaşayan Müslümanlar adına yardım taleplerinde bulunmaya başladı. Bu bağlantıyı bilmek bizler için önemlidir çünkü, coğrafya sadece uzak diyarlardaki yer isimlerini bilmek değil, aralarındaki ilişkileri anlamlandırmaktır (Tümertekin ve Özgüç, 2004:1). Aslında tarih, coğrafya ile bir araya getirildiğinde kuvvetli bir sinerji yaratma yeteneğine sahiptir ki olayların da bu bakış açısıyla incelenmesi ortaya geleceğe yönelik derinliği olan bağları çıkaracaktır (Gümüşçü ve Şenlik, 2014:10).

Bu noktadan hareketle, Osmanlı-Endonezya ilişkilerinin başlangıç tarihini 1530 yılı olarak kabul etmek, hiç de yanlış olmayacaktır.

Devletler düzeyinde ilk ilişkiler 1530’lu yıllarda başlamasına rağmen, bunların ve yardımların başlangıçtaki etkisinin yeterli olmadığı da görülmüştür. Nitekim Portekizlilerin baskısı devam edince, 1540 yılında Açe Sultanı Alaattin, desteğin miktarını artırmak üzere İstanbul’a ilk kez bir elçi göndermiştir. 1547 yılında İstanbul’a ulaşan elçi, o dönemdeki Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’a yardım talebini iletmiş, Kanuni Sultan Süleyman’da Endonezya bölgesine bir miktar yardım göndermiştir. Bu yardımın içinde modern toplar ve topçu mühimmatı da vardır. Örneğin; 1564 yılında Osmanlıların bölgeye gönderdiği Lütfi Bey komutasındaki heyette; top döküm ustaları, gemi yapımcıları ve askeri mühimmatın bulunduğunu biliyoruz.

Bölge halkının Osmanlı Devletinden esas büyük yardım talebi 1566 yılında gerçekleşmiştir.

Bu tarihte Açe Sultanı Alaeddin, İstanbul’daki Kanuni Sultan Süleyman’a bir mektup yazarak, Vezir Hüseyin başkanlığında bir elçilik heyeti ile birlikte göndermiştir. Heyette Arapça bilenler vardı ve zaten o dönemde İslam Dünyasında ortak dil Arapçaydı. İsteğin esası ise Portekiz saldırılarını kesin olarak önleyecek ve üstünlük sağlayacak askeri yardım talebiydi.

Mektup ayrıntılı olarak incelendiğinde, bu dönemdeki ilişkilerin düzeyi ve genel durum da daha iyi anlaşılacaktır. Açe Sultanı mektubunda, kendisinin ve halkının Osmanlı Devleti’ne ve Osmanlı Sultan’ına bağlı olduğunu bildiriyor ve Endonezya bölgesindeki Osmanlı gücünün etkisinin yüksek olduğundan bahsediyordu. Yine eğer Osmanlı yardımı olmazsa, bu bölgedeki Müslümanların, Portekizliler karşısında büyük zarar göreceklerini, haç yollarının kesileceğini ve yok olacaklarını da vurguluyordu. Mektup çok açık ve anlamlıydı ve şöyle devam ediyordu: “Lütfen bizlere kaleleri dövecek kudrette toplar gönderiniz. Açe size ait bölgelerden birisidir ve ben de size bağlıyım. Daha önce eğitim için gönderdiğiniz Lütfi Bey ve arkadaşlarından çok memnun kaldık. Onların tekrar buraya gönderilmesini rica ederiz. İhsan ederek bizlere gönderdiğiniz topçular buraya selametle ulaştılar. Onların yeri bizler nazarında çok yüksektir. Aynı şekilde eğitim görmüş, hisar ve kadırga inşacılarının da bizlere gönderilmesini rica ederiz.”

Bu mektuptan, daha Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Açe’nin Osmanlıya bağlı olduğunu kabul ettiğini ve yine o dönemlerde Halife adına bu bölgede hutbe okunduğu sonucunu da çıkarmak mümkündür.

Endonezya bölgesinden gelen heyet, birkaç yılda İstanbul’a gelene kadar gerek korsanlar gerekse Portekiz gemileri nedeniyle birçok tehlike atlatmıştı. Heyet İstanbul’a ulaştığında ise Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupa içlerine düzenlediği seferde olduğunu öğrenmişti. Gerçekten de Sultan, Zigetvar Seferindeydi. Bu nedenle heyet uzun süre aylarca İstanbul’da beklemek zorunda kaldı. Heyet sabırla savaş bitene kadar bekledi ve bu esnada da masraflarını Osmanlı padişahına getirdiği hediyeleri satarak karşıladı. Sefer sırasında Kanuni Sultan Süleyman vefat edince de Endonezya bölgesinden gelenler, Kanuni’nin yerine geçen oğlu II. Selim’e biat ettiklerini bildirerek ondan yardım istediler. Bu esnada ellerinde kalan sadece bir torba Sumatra biberini de II. Selim’e hediye ettiler.

Osmanlı bölge insanına uygulanan bu zulme karşı kayıtsız kalamazdı.

II. Selim elçilik heyetinin getirdiği mektubu alarak okudu. Durumu anlayınca heyete, Osmanlı askeri imkanlarını gösteren bir tatbikat izletti. Sultan’a, Osmanlı olarak her türlü yardımı yapacağına dair bir cevap yazdı ve heyetle birlikte yolladı. Sultan II. Selim mektubunda ayrıca, bu bölgedeki Müslüman ahaliye yardım etmenin Osmanlı Padişahı için hem dini hem de ananevi bir vazife olduğunu belirtiyordu. Gelen heyet sultana vergi vermeyi teklif ettiğinde, II. Selim’in cevabı ise tarihe geçecek önemdeydi: Osmanlı Devleti’nin böyle bir vergiye ihtiyacı yoktur. Ama isterseniz siz o vergiyi gene de toplayın ve ülkenizdeki fakirlere benim adıma dağıtın (İnegöllüoğlu, 1998: 18). Sultan ayrıca heyetten, her yıl İslam Dininin Peygamberi Hazreti Muhammed’in doğum gününde yerleşim yerlerinde Mevlütler okutulmasını da istemiştir ki bu gelenek hala bu bölgelerde uygulanmaktadır.

Osmanlı’nın yardım faaliyeti oldukça kapsamlıydı.

Osmanlı Süveyş’te kurduğu tersanelerle bölgeyi güçlendirmişti. Açe Seferinde kullanılacak donanma da buradaki tersanelerde oluşturuldu ve hazırlıklar tamamlandı. Gönderilecekler arasında; askerler, eğitimciler, silah ustaları ve gelişmiş toplar da vardı ve bunların bir yıllık maaşları önceden ödenmişti. Genel Strateji ise Açe bölgesindeki din kardeşlerine top kullanmayı ve yapmayı öğretmek, kale yapım teknolojileri konusunda yetiştirmek ve sömürgecilere karşı koyacak askeri bilim kültürünü aktararak, onları daha da savaşçı hale getirmekti. Osmanlı Padişahı ayrıca; Mısır ve Yemen Beylerbeyleri ile Rodos, Aden ve Cidde Beylerine de ferman göndererek, Açe elçisine at, silah ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak istediğinde yardım etmelerini emretmişti.

Osmanlı yardımı engellenmeye çalışıldı.

Ancak karşı taraf da boş durmuyordu. Bu dönemde Osmanlı’ya karşı birçok noktada sorunlar baş gösterdi. Ayrıca, Osmanlı Donanması Endonezya’ya doğru yola çıkmak üzereyken, Yemen’de Zeydi İmamı Topal Mutahhar tarafından, muhtemelen dış güçlerin de etkisi ile, yardımı önlemeye yönelik büyük bir isyan başlatıldı (Baştürk, 2013: 16-20). (Ne gariptir ki yardımları Yemen’de karışıklıklar çıkararak önleme stratejisinin, 19. yüzyılda da benzer bir yardım isteğinde, benzer şekilde gerçekleştiğini görüyoruz). Bu isyan nedeniyle de yardım birkaç yıl gecikti. Bu esnada da Portekiz saldırıları devam etti. 1570 yılında Portekizli kaptan Luiz de Melle komutasındaki 14 gemilik bir güç, Açe limanındaki yaklaşık 60 gemiden oluşan donanmaya saldırı düzenledi ve bu saldırıda Açe Prensinin de içinde bulunduğu 1200’den fazla Açeli öldürüldü.

Ancak Osmanlı her ne şekilde olursa olsun Endonezya bölgesindeki din kardeşlerine yardım etmekte kararlıydı.

15 Ocak 1568 tarihli bir Osmanlı Fermanında, Yemen’de isyan çıktığından, donanmanın buraya gideceğini ve bu nedenle Endonezya bölgesine yönelik seferin bir yıl süre ile erteleneceği belirtilerek, isyan bastırılıp durum normale dönünce, seferin kaldığı yerden devam edeceği vaat ediliyordu. Nitekim önce Yemen’de isyan bastırılıp, düzen sağlandıktan sonra, Osmanlı Devleti bir miktar yardımı Endonezya bölgesine ulaştırmayı başarmıştı.

Bu dönemde ve sonrasında da İstanbul’dan yardım talepleri oldu ancak Osmanlı aynı dönemde sadece Kızıldeniz değil, Kuzey Afrika ve diğer bölgelerde de kendi sorunları ile boğuşuyordu. Üstelik gemi yapım teknolojisinden dolayı Osmanlı gemileri iç denizlerde etkili iken, Okyanuslarda Portekiz gemileri üstünlük sağlıyordu. Bu nedenle de Osmanlı deniz gücü Kızıldeniz’de başarılı oluyor, ancak Hint Okyanusu gibi açık denizlerde Portekiz gemi teknolojisi daha baskın geliyordu (Akad, 2005: 30). Buna rağmen Endonezya bölgesine yardımlar, daha küçük gemilerle de olsa, 1900’lü yıllara kadar sürekli devam etti ve Osmanlı zor koşullarda bile bu bölgedeki Müslüman ahaliye yönelik hiçbir zaman ilgisiz kalmadı.

Zorluklara ve engellemelere rağmen, ulaşabilen yardımlar ve eğitim faaliyetlerine verilen destek ise bölgede güçlü bir askeri yapının oluşmasına imkân sağladı.

Hindistan bölgesindeki Müslümanlar da Osmanlıdan gelen fermanlara uyarak bu bölgeye yardım ediyorlardı. Böylece bölgede Portekiz etkisi kırıldı. Bölgeden Portekizlilerin uzaklaştırılması ile 30 yıl içinde Sumatra civarı zenginleşti. Çünkü Osmanlı padişahları, zamanın koşullarına göre uyguladıkları farklı stratejilerle, kendilerini yenilemiş ve imparatorluğu yüzlerce yıl ayakta tutmayı başarmışlardı (Babor, 2012: 57).

Gönderilen Osmanlı birlikleri bölgede eğitim kurumları oluşturdu. Amacı, bir noktada Osmanlıdan yardım gelmese dahi bölge insanının kendi kendilerine yeterli duruma gelmelerini sağlamaktı. Kurulan askeri okulun ismi “Beytül Mukaddes” idi. Bu okul bir anlamda sadece o bölgede değil belki de tüm dünyadaki ilk askeri akademilerden birisiydi. Burada, daha sonraki muharebelerde çok başarılı olacak komutanlar ve amiraller yetiştirilmiştir. Bunların arasında kadınlar da vardır (İnegöllüoğlu, 1998: 16).

Osmanlı’nın bu bölgeye gönderdiği top sayısının 1200’e ulaştığını biliyoruz. Bu yapılan yardımların sürekli ve hiç de küçümsenmeyecek bir boyutta olduğunu göstermektedir (Bu toplar neredeyse 1850’li yıllara kadar 300 yıl aktif olarak kullanıldı. Hollandalılar bu bölgelere geldiğinde ise topları kilise çanlarının yapımında kullandılar. Kanuni Sultan tarafından bölgeye gönderilen topların bir kısmı ise Hollanda’ya götürülmüş olup halen Arnhem kasabasındaki Bronbeek Tarih Müzesinde sergilenmektedir). Osmanlı askerleri kendi savaş sanatları yanında, tarihten gelen derin bilgileriyle, bölgedeki Müslümanlara kale yapmayı ve top kullanmayı öğretti (Özdal, 2008: 100-104).

Bunun yanında Sultanlığın kendi deniz gücünün oluşmasına da katkıda bulundu. Güvenliği sağladı. İstanbul’dan verilen izinle, Açe gemilerinde Türk bayrağı dalgalanıyordu. Sömürgeci unsurlara karşı yerel halkla birlikte bir direnç oluşturuldu. Bölgeye gönderilen Osmanlı askerlerinden bazıları, bu bölgeden evlilikler yaparak yerel halkla akrabalık bağları oluşturdu. Böylelikle bölgenin Batılı sömürgeci güçlerin eline geçmesi birkaç yüzyıl geciktirdi. Günümüzde hala bu bölgelerde soyu Osmanlı’ya dayanan aileler ve Türk köyleri bulunuyor. Bölge halkı ile birlikte sömürgecilere karşı mücadele ederken, hayatını kaybeden Osmanlı askerlerine ait mezarlıklar da var. Uluslararası ilişkiler alanında teoriler, aktörlerin zihninde nasıl bir dünya olduğunu da anlamlandırmaya yardım eder (Hollis ve Smith, 1990). Geçmişteki bu kuvvetli bağlar ise Türklerle Endonezyaların zihinlerini şekillendiriyor ve geleceğe yönelik daha sağlam bağların kapısını açıyor.

 

Bölge halkı, Osmanlı yardımı sayesinde direniş gücünü geliştirme fırsatını yakalamış, bu da bölgenin ekonomik gelişmesinin yolunu açmıştır. Portekizliler bölgeyi sömürgeleştirmeyi başaramadılar. Daha sonra bölgeye gelen Hollandalı sömürgeci güçler ise güçlü bir direnişle karşılaştılar.  Bu, bölge halkı için her zaman gurur duyacakları bir kimlik bilinci yarattı.

1800’lü yıllar bölgeye yönelik yeni bir sömürgeci anlayışın geliştiği yıllardı.

1824 yılında İngilizler, Hollandalılar ile anlaşarak Singapur ve Malezya’yı kendilerine, Sumatra adasındaki bazı bölgeleri ise Hollandalılara bıraktı. Ancak bölgedeki halkın direnişi nedeniyle Hollandalılar çok zorlandı. Bölge halkı bu dönemde Osmanlı bayrağını kendi bayrakları olarak benimsedi. 1851 yılında Açe Sultanı İbrahim Mansur Şah İstanbul’a heyet göndererek, Osmanlı Devleti’ne bağımlı bir eyalet olmak istediklerini iletti. 1871 yılında Hollandalı sömürgeci güçler, Osmanlıya bağlılıklarından vazgeçmelerini istediğinde ise bölge halkı bir kez daha isyan etti ve direndi.

Endonezyalılar ve Türkler arasında derinliği olan bağların günümüzde destanlaştığı da görülür.

Osmanlıların o dönemde bölgeye yaptığı yardımlar ve yaratılan kuvvetli bağlar ise Malayca ve Endonezyaca kaynaklarında destansı bir anlatım tarzıyla ifade edile edile günümüze kadar ulaştı (Affan, 1995: 95-121). Malaylar, Osmanlı Sultanını dünyanın en güçlü hükümdarlarından birisi olarak tanımlayıp, Osmanlı Devleti’ni İslamiyet’in önemli bir kültür merkezi olarak kabul ederken, “Sejerah Malayu” isimli eserde, bazı Malay Kraliyet ailelerinin kendilerini Orta Asya Türk Hükümdarlarıyla aralarında bir soy ve kan bağı kurduklarından bahseder. Aynı destansı anlatımlar, Endonezya coğrafyasında da vardır (Konu gerçekten araştırmaya değer niteliktedir ve bu konuda her iki bölgede de daha ayrıntılı çalışmaların yapılması ihtiyacı vardır).

Sonuç olarak uzak kelimesi; çok ötelerde bulunanı, ulaşılması ve gidilmesi zor olanı tanımlayan bir coğrafi terim olmasına rağmen, bu tanımın Endonezya ve Türkiye için geçerli olmadığını söyleyebiliriz.  Diğer taraftan, Endonezya Coğrafyası ve insanı ile Türkiye ve Türkler arasında kökü yüzyıllar öncesine ulaşan derin bağların, uluslararası ilişkiler alanında kabul gören terimlerin ve teorilerin ötesine geçerek, gelecek için her iki ülkeye yeni ufuklar açtığı bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Kaynakça:

Affan, Seljuk. (1995). Osmanlı İmparatorluğu’nun Malay-Endonezya Takımadalarındaki Müslüman Krallıklarla İlişkileri, Çev. İsmail Hakkı Göksoy, Türk Dünyası Araştırmaları, Şubat 1995.

Akad, Tanju Mehmet. (2005). Osmanlıların Stratejik Sorunları, Kastaş Yayınları: İstanbul.

Alpar, Güray. (2015). Uluslararası İlişkilerde Strateji ve Savaş Kültürünün Gelişimi, Palet Yayınları: Konya.

Baştürk, Sadettin. (2013). Yemen’de Osmanlı Zeydi Mücadelerinin Sebep ve Sonuçları (Reasons and Results of Ottoman and Zaydı’s Struggles in Yemen), Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Dergisi Cilt: IX, Sayı:1, 2013: Elâzığ.

Blanchot, Maurice. (2000). Öteye Adım Yok Ötesi, Çev. Nami Başer, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

Gabor, Agoston. (2012). Osmanlı’da Strateji ve Askeri Güç, Timaş Yayınları: İstanbul.

Gümüşçü ve Şenlik. (2014). Temelleri Gelişimi ve Yapısıyla Tarihi Coğrafya, Yeditepe Yayınları: İstanbul.

Hollis Martin and Simith Steve. (1990). Explaining and Understanding International Relationship, Clarendon Press: Oxford.

İnegöllüoğlu, Metin. (1998). Asya-Pasifik’te Türk İzleri, Celal Bayar Üniversitesi Yüksek Öğrenim Vakfı Yayını: Manisa.

Özdal, Ahmet. (2008). Türklerin Savaş Sanatı, Doruk Yayınları: İstanbul.

Tomlinson, John. (2004). Küreselleşme ve Kültür, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

Tümertekin Erol ve Özgüç Naciye. (2004). Beşerî Coğrafya: İnsan, Kültür, Mekân, Çantay Kitabevi: İstanbul.