Bahçeli'nin Çağrısı ve Yeni Siyasi Vizyon

  1. Anasayfa /
  2. Tüm Analizler
  3. /
  4. Analiz
SDE Editör | 04 Kasım 2024
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin meclisteki konuşması, siyasi gündemi âdeta sarstı.

Bu açıklama, birbirini takip eden bir dizi gelişmeyle birlikte okunduğunda bunun, Türkiye Cumhuriyeti’nin sürdürdüğü bir sürecin siyasi ayağı olarak okunması mümkün görünmektedir. Ancak bu sürecin münhasıran Kürtlerle ilgili değil Kürtleri de kapsayan daha geniş bir ufuk olduğuna dair çokça işaret var.

Öncelikle süreci kısaca özetleyelim:

İlk olarak 2 Ekim’de Sayın Bahçeli, TBMM'nin yeni yasama yılı açılışında DEM Parti yöneticileriyle tokalaşmasına ilişkin, "Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım" dedi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bundan 20 gün sonra, 22 Ekim’de MHP grubunda yaptığı konuşma ise gerçekten tarihi bir nitelik taşımaktadır. Bahçeli; PKK’nın artık kült haline gelmiş liderini kastederek: "şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM'de DEM Parti grubunda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın" demişti. Konuşmasındaki şu detay ayrıca dikkat çekiciydi: ‘Ne Kandil ne de Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın. Vatan, millet, devlet, bayrak, ortak gelecek ve tam bağımsızlık için bunu dahi sineye çekmeye sonuna kadar hazırız.’

Bahçeli’nin açıklamalarının ardından ilk somut gelişme, 43 ay sonra Öcalan’a görüş izninin verilmesi oldu. Ardından Dem Parti Şanlıurfa Milletvekili ve Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan, 23 Ekim'de PKK liderinin şu mesajını yayınladı: ‘Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.’

26 Ekim’de yine MHP Lideri Bahçeli, Ziya Gökalp Sempozyumu’nda: "Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir; Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa, Kürt değildir” diyerek, Türklerle Kürtlerin "ortak düşman ve ortak tehlike karşısında bulunduklarını" belirtti.

31 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konu hakkında son yıllarda yaptığı en güçlü konuşmasında Devlet Bahçeliye çok yüksek düzeyde bir destek sunmuş ve: ‘Türk ile Kürt'ün kardeşliğini büyütmek için hemen hepsini yaptık. Fakat her seferinde karşımıza bir ihanet çıktı... Sırtımızdan hançerlendik ancak umudumuzu kaybetmedik. Kardeşlik hukukundan ayrılmadık. Türkiye'nin aydın geleceği için ne gerekiyorsa onu yaptık, yapmaya devam edeceğiz. Bu bir dönemin, bir kesimin değil; topyekûn insanların hayatını etkileyecek bir meseledir. Rabbim ömür ve fırsat verirse bu meseleyi ülke gündeminden çıkararak, 40 yıllık siyasi hayatımızı taçlandırmak niyetindeyiz.’ diyerek, Ziya Gökalp’ şu meşhur sözünü Bahçeliye atfen tekrar etmişti: ‘Türklerin ve Kürtlerin birbirini sevmesi, her iki taraf için hem dini hem de siyasi bir farzdır.’

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’nin çıkışını, “tarihi fırsat penceresi” olarak nitelendirdi ve Kürtlere “uzatılan samimi eli tutmaları” çağrısı yaptı.

Bu gelişmelere, 23 Ekim’de Öcalan’ın ziyaretçileriyle görüşü devam ederken yapılan ve 5 kişinin şehit edildiği kalleş TUSAŞ saldırısı adeta adrese teslim bir cevap niteliğindeydi, nitekim kısa süre sonra Suriye’den geldikleri tespit edilen teröristler tarafından gerçekleştirildiği belirlenen saldırıyı PKK üstlenecekti. Ancak bu terör saldırısına rağmen hem Bahçeli hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan duruşlarını değiştirmemiş ve yaptıkları açıklamaları sürdürmüşlerdir.

Son bir ayda peş peşe gelen bu açıklama ve gelişmelere bakıldığında, Türkiye Cumhuriyet’inin bölgesel düzeyde stratejik bir plan ve yol haritasına bağlı hareket ettiğini söylemek mümkündür. Bu gelişme ve açıklamaları iç politik çıkarlara matuf olduğu analizi baştan kadüktür. Çünkü Devlet Bahçeli’nin ve MHP’nin DEM Parti seçmeninden oy alabilmesi oldukça zor.

Türkiye’de son yıllarda belirginleşen seküler milliyetçi/ulusçu akımlar zaman zaman ırkçılığa varan dil kullanıyor olsalar da toplumsal temelde ciddi bir taban bulduklarını söylemek zor. Muhafazakâr milliyetçilik ve MHP’de siyasi ifadesini bulan ülkücülük ise, neredeyse etnik ve ırksal vurguda utangaç sayılacak kadar kültürel milliyetçi akımlar olarak tanımlanabilir. Mefkure sözü bir kuşak önce ülkü’den çok daha revaçtaydı ve bu mefkure esasen ırk temelli bir tanımdan çok içinde Türkçülük de olan geniş kapsamlı siyasi hedefleri tanımlıyordu. Bu hedefler içinde Türk etnik yapısı kadar, belki çoğu zaman ondan da fazla İslam ve Müslümanların olduğu imparatorluk kızıl elmasıydı.

Benzer olgusal yaklaşımlar Kürt milliyetçiliğinde de var. Seküler Kürt milliyetçileri, Kemalistlere benzer biçimde ırkçılıktan uzak olduklarını ifade etmek için sosyalizm, batıcılık, sekülerlik gibi daha kapsamlı siyasi temalara vurgu yaparken, muhafazakâr Kürt milliyetçileri, ülkücüler gibi daha din ve kültür temelli temaları referans alıyorlar. Ancak her iki durumda da Türk milliyetçileri gibi Kürt milliyetçileri de esas olarak ırkçı ve etnikçi bir dil kullanmaktan özenle kaçınıyorlar.

Türkiye’de etnik anlamda yeknesak bir etnik yapıya dayalı ulus devlet anlayışı ile aleme nizam ve adalet iddiasındaki devlet mefkuresi arasındaki derin fark, Kemalizm ve muhafazakâr milliyetçilik/ülkücülükte ifadesini bulmaktadır.

Bahçeli’nin açıklaması, ülkücü camiada kısa bir kafa karışıklığına neden olsa da hızla eski kodlarına dönerek mevzunun bu siyasi hedefler zaviyesinden algılandığı, bahçelinin dilinin bu kodlara özenli bir gönderme yaptığı anlaşılıyordu.

Peki Sayın Bahçeli durup dururken neden bu açıklamayı yapmıştır?

Burada İrlandalı şair William Buttler Yeats 1919’da yazdığı İkinci Geliş” şiirinden kısa bir alıntı yapmak isterim:

‘Döne döne büyüyen anaforda
Şahin duyamıyor şahincisini;
Her şey yıkılıyor, bel vermiş duvar;
Kargaşa sarmış yeryüzünü,
Yükseliyor kana bulanmış sular

Ve her yerde sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;
İyiler her türlü inançtan yoksun,
Oysa yoğun bir tutkuyla dopdolu kötüler.’

İkinci Geliş, 1919’da, Avrupa’nın savaşla yerle bir olduğu, imparatorlukların yıkıldığı, her yanda kargaşanın hüküm sürdüğü bir dönemde yazılmıştı. Ama Buttler’a göre daha yeni başlıyordu her şey; nitekim şair 1936’da, faşizmin ve militarizmin yüksek kabul gördüğü bir dönemde yazdığı bir mektupta, her şeyi on yedi sene önce öngördüğünü ama henüz insanlığı çok daha kötüsünün beklediğini söyleyecekti. Bugün Buttler’in bu kehanetinin ikinci kez gerçekleşmek üzere olduğunu söylemek abartı olmayacak. Gerçekten de dünya, İsrail-Filistin-Lübnan, Çin-Tayvan, İsrail-ABD-İran, bütün Avrupa’yı hızla içine çekmekte olan Rusya- Ukrayna gibi sıcak cephelerin yanı sıra, eli kulağında ve çoğu Ortadoğu’da birçok yeni savaş cephesinin açılacağı bir sürecin tam ortasında. Sokaktaki vatandaştan, hızla gelmekte olan bu ateşe dair farkındalık beklemek anlamsız ancak devlet yöneticilerinin buna dair hazırlık ve risk-fırsat hesapları yapmıyor olmaları düşünülemez.

Savaş, devlet gibi muazzam ve soğuk akıl üzerine işleyen/ işlemesi gereken organizasyonlar için hem felaket hem de fırsattır. Devletimizin, yüz yıl önce yaşadığı haksız ve ağır yenilgiden sonra, bugün bölgede bütün olumsuzluklara rağmen gelişmeye ve güçlenmeye devam eden tek devlet neredeyse Türkiye’dir. Stratejik olarak büyük kayıplar yaşamakta olan küresel güçlerin ve onların çıkarları muvacehesinde kurulan küresel sistemin teklediği, tel tel döküldüğü aşikâr.

1962’de İsrail stratejik güvenlik belgesinde derç edildiği gibi bugün 400 milyonluk Sünni Arap nüfus içinde 8 milyonluk Yahudi nüfusunun bu ayrıksı, saldırgan haliyle ilanihaye var olması muhal görünüyor. Bunun için Siyonist yöneticiler öncelikle Müslüman olmayan azınlıklarla ittifaklar geliştirmeyi, Dürziler bunun en iyi örneği, ikinci olarak Müslüman ama Arap olmayan toplumlarla ittifak kurmayı beka anlamında önemli saymış ve bu gruba Kürtleri ve Türkiye’yi de dahil etmişlerdir. Coğrafi olarak ele alındığında Kürtlerin hem Irak hem Suriye’de Siyonist ve emperyalist hedefler için ayakaltı edilecek ilk toplum olduğu açıktır. Böyle bir ateşin sadece Kürtleri yakmakla kalmayacağı, Türkiye Cumhuriyeti’ne sıçrayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.

Ancak, Sayın Bahçeli’nin bu açık ve yakın tehdit saiki ile bu açıklamayı yapmış olduğu analizi de tartışmalıdır kanaatimce. Kanımca bu açıklanmanın arka planında 100 yıl evvel uğradığımız haksız ve ağır yenilginin ardından, bölgede dayatılan sömürü ve zulüm düzeninin yıkılacağı, yüz yıldır devam eden bir sistemin sonuna gelindiği ve yeni dönemde yeni bir bölgesel siyasi mimariye geçiş fırsatının gelmiş olduğu yatmaktadır.

Bu fırsat, Amerikan güvenlik mimarisi ile korunan bölge devletlerinin hızla dönüşeceği, bölgesel manada hızla ete kemiğe bürünmekte olan sahici ve yerli bir güvenlik mimarisin cari olacağı, muazzam ekonomik, sosyal ve kültürel kaynakların bu güvenlik mimarisi altında ortaklaşacağı gerçeğidir. Denebilir ki devlet yeni bir dönemin siyasal dilini inşa ediyor Sn. Bahçeli’nin dilinden. Türkiye’nin Türk dünyasında öncülük ettiği Türk Devletler Topluluğu ve benzeri organların doğu ve güneyden başlayarak Arap İslam alemiyle devam edeceği, buna dair çokça emare olduğu, çabalar olduğu biliniyor. Bu süreç işlerken bölgenin en kadim halkı olan Kürtlerin, 1930’lar yaklaşımıyla tartışılması sürecin doğasına aykırıdır. Hem Suriye ve Irak’ta batılı güçlerin etki alanına girecek ve askeri niteliği de olan Kürt demografisinin yaratacağı güvenlik riskleri hem de devletin yeni bölgesel güç olma vizyonu, 1930’lar Kemalizm’inin asimilasyoncu, dayatmacı yaklaşımını nakzediyor.

Esasında Türkiye çok zamandır bir ulus devletten çok bir imparatorluk davranışı sergilemektedir. Bu NATO ve BM kapsamındaki konuşlanmalardan ayrı olarak, egemen devletin başka devletlerle yaptığı stratejik iş birlikleri neticesinde belirgin şekilde artan yurt dışındaki askeri konuşlanmalardan da rahatlıkla anlaşılabilir. Dünyada da birçok uzman da Türkiye için aynı değerlendirmelerde bulunuyor.

Bu yeni bölgesel güç mimarisinin siyasal dilinin temeline ilk taşın, Kürtlere yapılan baskı ve zulümlerin toplumsal meşruiyet devşirdiği siyasa ve bu siyasanın lideri olarak Bahçeli tarafından konması devletin ezber bozan bir çıkışıdır. Bahçeli bu çıkışıyla adeta ontolojik bir risk almıştır. Ve aldığı bu risk hem ülke içinde hem de uluslararası zeminde bu çirkin düzenin devamını arzulayan güçlerin dengesini bozmuştur. Bozmaya da devam edecektir.

Bütün bu açıklama ve gelişmelerin, Türkiye’nin muazzam ateş gücü, askeri kapasitesi ve bölgesel vizyonu dikkate alındığında, Türkiye içinde ve yakın coğrafyada savaş kapasitesi iyice azalmış PKK gibi bir örgüt için hazırlandığını iddia etmek, açıklamaların dayandığı vizyonu küçümsemek olacaktır. Gerek Bahçeli’nin gerek Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarında açıkça ifade dildiği gibi, ‘ortak düşman ve ortak tehlike karşısında bulunma’ durumuyla ilgilidir. Kürtlerin, sorunları üzerinden askerileştirilerek Türkiye gibi bölgenin en önemli askeri kapasitesinin önüne konması açıkça şeytani bir kurmay plandır.

Kürtler, 2016’da dayatılan hendek ve çukur rezaletinde böyle oyunlara pirim vermeyeceklerini, PKK’yı kazdığı çukur ve hendeklerde terk ederek dünya aleme ilan etmiştir. Aile içinde suhulet ve adaletle çözülmesi gereken siyasi ve kültürel bir meseleden bir savaş çıkarma arzusu ters tepmiştir, Kürtlerin MOSSAD, CIA, BND ve benzeri karanlık mahfillerde pişirilen oyunlara karnı toktur. Kürdün bir hamiye ihtiyacı yoktur, hele de bu hamilik iddiası, bölgede kaos ve işgal peşinde olan Siyonistler ve destekçisi ABD emperyalizminden geliyorsa bu açıkça, Kürtleri kirli planlarında ayak altı etme girişimi olarak algılanacaktır. Kürt bu devletin, bu vatanın öz be öz sahibidir ve dayatılan baskıcı, asimilasyonist, ayrımcı bütün politikaların sonlandırılmasını, kültürüne, kimliğine, diline saygı duyulmasını, bu işlerin yasal zeminde güvenceye alınmasını arzu etmektedir. Bu arzuyu, bir silaha çevirip terörize eden odakların elinden alınması devlet aklının gereğidir.

Son bir söz de siyasi analizlerde gerçekçilik ve realizm üzerine: siyaset ‘gördüğüne inanmama, inandığını görme’ idealizmidir. Bu düzeyde bile bir siyasi idealden, dünya, insanlık ve bölge/ülkesine dair bir hayalden yoksun her argüman ve analiz, ‘realist’ fanuslarda yaşanan academicuslara özgü bir fantazya ya da inandıklarını savunamayacak kadar müptezellerin inanmadıkları ‘ideallerini’ dile getirme biçimidir.

 *Mustafa Ekici

   Gazeteci

 

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA