Son yüzyıl içinde en önemli olaylar; İkinci Dünya Savaşı, savaş sonrası başlatılan soğuk savaş, Sovyetler Birliği’nin dağılışı, Afganistan’ın ve Irak’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali, küreselleşmeci politikaların eseri olan renkli devrimler ve Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da oluşturulan istikrarsızlıklar şeklinde sayılabilir. Bu makalede Sovyetler Birliğinin dağılması ve buna bağlı olarak gelişen süreçler ele alınacaktır.
İkinci Dünya savaşından sonra, savaşın tek kazananı olan ve yıkımdan uzak kalan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa’yı ayağa kaldırabilmek için 13.7 milyar dolara ulaşan bir yardım planı uyguladı. Marshall Planı kapsamında; İngiltere %24, Fransa %21, Batı Almanya %11, İtalya %11, Hollanda %8, Yunanistan %5, Avusturya %5, Belçika ve Lüksemburg %4, bölgesel yardımlar %3, diğer ülkeler %8 (Danimarka, İzlanda, İrlanda, Norveç, Portekiz, İsveç ve Türkiye) yardım aldılar.
Marshall Planı çerçevesinde ayrılan 13,7 milyar dolarlık yardımdan yararlanmak isteyen ülkeler, paylarına düşen kaç dolarsa kendi ülke para birimleriyle aynı miktar parayı bloke etmek zorundaydı. Marshall Planı’nın ABD dışındaki bürolarında görevli olan yetkililer, bloke ettikleri o paraların yüzde 5’ini ABD sınırları dışında, dünyanın her köşesinde Sovyetlere karşı yürütülecek operasyonlar için CIA’ya aktardılar. Böylece Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen Soğuk Savaşın hemen başında CIA emrine 685 milyon dolar verilmiş oluyordu.
ABD Milli Güvenlik Kurulu, 18 Haziran 1948 tarih ve NSC 10/2 sayılı gizli bir kararla, dünyanın hemen her köşesinde Sovyetlere karşı örtülü ve gizli operasyonlar düzenlenmesi kararı alıyordu. Bu savaş o kadar gizliydi ki, Sovyetlerin savaşı kaybetmesi ile gizli bir şekilde bitti. Savaşta ölenler gizlice öldüler. İstihbarat savaşı şeklinde devam etti ve sonuçlandı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarihte görülmemiş bir şekilde kendini feshetti ve sahneden çıkıp gitti.
2.Dünya Savaşından sonra Avrupa, Almanya gibi ortadan ikiye bölündü; doğusu Rusya, batısı ABD nüfuz alanı oldu. İkisinden başka bağlantısız Yugoslavya vardı Avrupa’da. 1.Dünya savaşından sonra İngiltere ve Fransa tarafından Sykes-Picot anlaşması ile sınırları çizilen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Rusya ile ABD rekabeti başladı.
Libya, 2.Dünya Savaşı öncesinde İtalya kontrolü altında olan ülke, savaştan sonra 1969 yılına kadar ABD ve İngiltere’nin etkisinde bir Krallık olarak var olmaya devam etti. 1969 yılında Kaddafi önderliğinde yapılan askeri darbe ile Krallık son buldu. Yeni kurulan cumhuriyeti ilk tanıyan Rusya oldu. Libya bu tarihten itibaren Rus nüfuz alanı oldu, ta ki, Kaddafi’nin devrildiği 2011 yılına kadar. Halen fiilen ikiye bölünmüş olan ülkenin yarısında Rus etkisi devam etmektedir.
Mısır, 1882 yılında İngiliz işgaline uğrayan ülke 1952 yılına kadar İngiliz nüfuz alanında kaldı. Temmuz 1952 tarihinde Muhammed Necib ve Cemal Abdülnasır liderliğindeki askeri darbe sonucunda Kuzey Afrika’nın en büyük ülkesi olan Mısır, Rus nüfuz alanına girdi. Darbe yönetimine Rusya tam destek oldu, askeri araç gereç yanında binlerce subay ile danışmanlık desteği verdi.
Suriye, 1.Dünya Savaşından sonra 1946 yılına kadar Fransa mandasında kaldı. Bu tarihte, İngiltere’nin de baskısı ile tüm askerlerini çekti ve Suriye’nin bağımsız bir devlet olmasının yolunu açtı. 2.Dünya Savaşından sonra başlayan Suriye – SSCB (Rusya) ilişkileri giderek gelişti. İki ülke arasında, 17 Nisan 1946'da Suriye'nin bağımsızlık ilanı öncesi olan 10 Şubat 1946'da 10 gizli anlaşma imzalandı. Rusya, Suriye ordusunun oluşumuna askeri yardım yaparak, diplomatik ve siyasi destek sağlamayı kabul etti. 1970 yılında Hafız Esad’ın darbe ile iktidara gelmesi sonucunda Rusya yardımı daha da artırdı. Suriye artık Rus nüfuz alanına dahil olmuştu.
Lübnan, 1.Dünya Savaşı sonunda Fransız mandasına bırakılan ülkelerden bir başkasıydı.
2.Dünya savaşı sırasında bağımsızlık ilan edildi, 1946 yılında da Fransız askerleri ülkeyi terk etti. Bağımsızlık sonrası Fransa – Lübnan ilişkileri devam etti. ABD, Rus etkisine girmesin diye 1958 yılında Lübnan’a askeri müdahalede bulundu. 1975 yılında yaşanan iç savaş Lübnan’a yıkım getirdi. Suriye’nin askeri müdahalesi kısmen istikrarı sağlasa da Lübnan bir daha kendini toparlayamadı. Fransa’da yaşayan Lübnanlılar sebebiyle Fransa – Lübnan ilişkileri sıcak olmaya devam etti.
Irak, Sykes-Picot Anlaşmasında İngiliz egemenliğine bırakılmıştı. Bu egemenlik 1958 yılına kadar sürdü. Bu tarihte yaşanan darbe ile İngiltere’den uzaklaşarak Rusya’ya yaklaştı. Soğuk savaş bittiğinde Irak, Rus nüfuz alanındaydı.
Suudi Arabistan, İngiltere tarafından kurulmuş bir ülke iken büyük savaştan hemen sonra, 1945 yılında ABD nüfuz alanına dahil olmuştur. Bunda topraklarında dünyanın en büyük petrol rezervlerini barındırmasının etkisinin tartışılmaz. Almanya karşısında yenilgiden kurtulmanın bedelini ödemek için İngiltere’nin önüne konulan listenin başında Suudi Arabistan vardı.
İsrail, 1.Dünya Savaşından sonra Filistin İngiliz mandasına bırakılmıştı. 2.Dünya Savaşından sonra, 1948 yılında, ABD gözetiminde İsrail, Filistin’in bir kısmında kuruldu. ABD himayesinde varlığını sürdürmekte, Ortadoğu’daki uçak gemisi işlevi görmektedir.
Osmanlı bakiyesi topraklar soğuk savaş döneminde büyük oranda Rus nüfuz alanı haline gelmişti. Birinci büyük savaşın kazananı olan İngiltere ve Fransa bu bölgelerde savaş kaybeden muamelesi görmüş nüfuz alanları ABD ve Rusya tarafından paylaşılmıştı. Burada bir parantez açıp İkinci büyük savaştan en çok zarar görenin Birleşik Krallık (İngiltere) olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Küresel hakimiyeti yitirdi. Sonra Almanya ve Japonya gelir kaybedenler sıralamasında. Ancak bunlar ABD yardımı ile hızla kendilerini toparladılar. Fransa’yı da kaybedenler hanesine yazmak gerekir. Rusya da savaşta epey yıprandı ve eski nisbi gücüne bir daha ulaşamadı. Kazanan elbette Amerika Birleşik Devletleri oldu. Bir de Türkiye savaşa girmemekle kazanmıştı. İnsan kaybına uğramadan biraz ekonomik mali kayıpla atlattık büyük savaşı.
Soğuk savaş soğuk bitti ve SSCB kendini feshetti.
Sovyetlerin kendini dağıtmasına karar vermesi kolay olmadı elbette. Örtülü operasyonlarla içten ve dıştan yıpratıldı. İlginç bir örnektir: 1973 yılında Sovyetlerin merkezi planlama ekonomistleri, gelecek yıl buğday krizi olacağını belirleyerek, ekim alanlarının artırılmasını öneriyorlar. Moskova’dan alınan karar, önemli buğday ekim bölgesi olan Stavropol bölgesinde uygulanmıyor ve ertesi yıl patlayan Buğday Krizi nedeniyle Sovyetler Birliği, ABD’den borç almak zorunda kalıyor. Stavropol bölgesinin sorumlusu ilginç bir isim: Gorbaçov. Bu hayati hatasına rağmen Gorbaçov’un yükselişi devam ediyor ve Sovyetlerin en tepesine tırmandığında da koskoca bir imparatorluğu dağıtıyor. Sonra da gidip ABD’ye yerleşiyor.
Başka ilginçlikler de yaşanıyor. İngiliz MI6’sının Karşı Casusluk bölümünün başındaki Kim Philby, CIA’dan aldığı bilgileri, Moskova’ya kaçtığı 1963 yılına kadar, Ruslara aktarmıştı. Yine MI- 6’nın en tepesindeki isimlerden Victor Rothschild’in, Sovyetlerin istihbarat örgütü olan KGB’ye çalıştığı belirleniyor, ancak, ona bir şey yapılmıyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra 1993 yılında Victor Rothschild’in KGB’ye çalıştığı bizzat KGB tarafından doğrulanıyordu. Dünya’nın en zengin insanlarında biri olan Victor Rothschild ile yine zengin bir aileye mensup Kim Philby, SSCB ajanı olacak, öyle mi? Bu mantıksız!. Ya da İngiltere bunu cezasız bırakacak, çok tutarsız!….
O halde ne olmuştu!
Benim teorim, Sovyetler ile İngiltere arasında bağlantı noktasıydılar. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere küresel hakimiyeti ABD’ye devretti, buna istinaden ABD nüfuzunu Türkiye dahil olmak üzere, Çin ve SSCB dışındaki ülkelere yaymaya başladı. İngiltere savaştan yorgun çıkmıştı, zorunlu olarak haklarını devretmişti. Ancak ABD’nin kendi çıkar alanı olarak gördüğü ülkelere yerleşmesini de istemiyordu. Bunun için gizli olarak Sovyetlerle birlikte ABD’ye karşı ittifak oluşturdular. Bu ülkelerdeki ve Türkiye’deki sol hareketlerin İngiltere tarafından desteklenmesi tesadüf değil. Buna karşı ABD de sağ hareketleri örgütledi. Bu yaklaşım Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Rus nüfuzunun yayılmasını da açıklar. İngiliz aklı Rusya’yı tercih etmişti.
Soğuk savaş sonuç verdi ve 1990 yılında SSCB dağıldı. Afganistan’ın SSCB tarafından işgali sonrasındaki yenilgi bu mücadelenin Sovyetler açısından yürütülemez olduğunu gösterdi. Rusya Federasyonu, SSCB’nin mirasını devraldı. Bilindiği gibi 2.Dünya Savaşından galip çıkan ABD, İngiltere, Fransa, SSCB ve Çin Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun daimi beş üyesi, bir bakıma dünyanın egemenleri olarak, tarihte yerlerini aldılar. Bu beş üyenin, ben beşli çete diyorum, ittifak etmedikleri hiçbir önemli karar BM’den çıkmaz. Sovyetlerin dağılmasından sonra SSCB’nin hakları Rusya Federasyonuna geçti.
2.Dünya Savaşından sonra asıl denge ABD – Rusya – Çin arasındaydı. İngiltere ve Fransa, ABD’nin kollaması altında “Batı” cephesini oluşturdu. Aralarındaki mücadele hiç bitmedi. İngiltere’nin iki yüzlü davrandığına yukarıda değinmiştim. Fransa savaştan sonra başat rol oynayamadı ve 80 yıl sonra halen güç kaybetmeye devam ediyor.
Sovyetlerin dağılması ile denge bozuldu.
Sovyetlerin dağılmasının etkilerini 3 temel parametre üzerinden değerlendirmek mümkündür.
1.NATO’nun meşruiyet krizi
Sovyetler Birliğinin dağılması ile birliğin askeri örgütü olan Varşova Paktı da dağıldı. Sovyetler Birliği askeri tehdit olmaktan çıktı. ABD ve müttefiklerinin savunma örgütü olan NATO’ya ihtiyaç kalmadı ve meşruiyeti tartışılmaya başlandı. NATO büyük bir askeri örgüt ve devasa bir bütçeye sahip, çok büyük rant söz konusu. Bir kalemde silinip atılacak türden bir yapılanma değil. Askeri olduğu kadar, ülkelerin kaderlerine hükmeden, sivil örgütlenmesi ile de oldukça etkin bir örgüt. Kendine düşman bulmakta gecikmedi. Kırmızı olan düşman rengini yeşile çevirdi. Radikal İslamı düşman olarak tanımladı ve buna göre yeniden örgütlendi. Meşruiyet tartışmaları şimdilik bitti. Dikkat edilirse NATO’nun müdahale ettiği ülkeler ve kriz alanları ya müslüman ülkeler ya da müslüman grupların taraf olduğu çatışmalar. Son yıllarda Avrupa Birliği’nde NATO (aslında ABD) dışında yeni bir güvenlik şemsiyesi oluşturmak için Avrupa ordusu kurulması gerektiğine yönelik sesler yükselmeye başlamıştı. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından sonra bu sesler kesildi.
2.Refahı Komünizmin varlığına bağlı Avrupa halkları
Avrupa coğrafi yakınlık nedeniyle Sovyetlerin tehdidi altındaydı. Sanayileşmesi avantajı, buna karşın işçi sınıfının gücü dezavantajı idi. İşçilerin komünizme kaymaması için işçi ücret ve haklarının yüksek tutulması Avrupa’nın sosyalist olmayan ülkelerinde refah devletinin oluşmasını sağladı. Sosyal giderler ve işçi ücretlerinin maliyetlere getirdiği yükü yüksek verimlilik ve kalite ile dengelediler.
Sovyetler Birliğinin dağılması ve komünizm tehlikesinin kalmaması Avrupa’nın gelişmiş ekonomileri için refah devletinin tasfiyesi sorununu doğurdu. Çin ve diğer birçok ülkenin dünya ekonomisine rekabetçi bir anlayışla entegre olması ve Avrupa ülkelerinin rekabette avantajlarını yitirmeleri karşısında yapabilecekleri tek şey vardı: ürün maliyetleri üzerinde büyük bir baskı oluşturan ücretler ve sosyal haklarda kısıtlamalara gitmek. Aradan geçen 35 yılda sosyal haklarda ve ücretlerde bir gerileme yaşandığı açık. Bu gerileme, Avrupa’da hakim olan siyasi ortam nedeniyle yeterince hızlı olmadığı için rekabet gücünü yitiren firmalar ya kapanıyor ya da başka ülkelere kaçıyor.
3. Rus nüfuz alanlarına el koyma
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliğine dahil edilerek Rusya’nın nüfuz alanı olmaktan çıkarıldı. Doğu ve Batı Almanya 1990 tarihinde birleşti. 2004 yılında Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya,Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovenya üyeliğe kabul edildi. 2007 yılında da Romanya ve Bulgaristan, Birliğe katıldı.
Sovyetler Birliğinin dağılması Yugoslavya’nın da dağılmasına neden oldu. Bu dağılma Sovyetlerin dağılması gibi kolay olmadı, kanlı çatışmalar yaşandı, nihayetinde NATO’nun müdahalesi ile savaş sona erdirildi ama bir istikrar da sağlanamadı. Bosna Hersek’ e Dayton Anlaşması adı altında yönetilmesi imkansız bir model dayatıldı. Balkanlardaki Rus etkisi kırılmaya çalışıldı.
Diğer yandan Türkistan’da 1991 yılından itibaren Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandılar. Türk Devletleri (Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan), Rusya ile ilişkilerini bozmadan, Türkiye ve Macaristan’la birlikte Türk Devletler Teşkilatını oluşturdu. Türkmenistan bağımsızlığı seçmekle birlikte yakın zamanda Teşkilata katılma kararı aldı. ABD halen Türkistan’a nüfuz edebilmiş değil.
Kafkaslarda ciddi bir Rus etkisi ve hakimiyeti bulunmaktadır ve ABD buraya da nüfuz edebilmiş değildir. Rusya – Gürcistan ve Rusya – Ukrayna Savaşlarında ABD’nin Karadeniz’e çıkma girişimleri Türkiye tarafından engellenmiştir. Bu durum Türk – Amerikan ilişkilerinin gerginleşmesinin temel nedenlerinden biridir. Küreselci J. Biden yönetimi giderayak Ermenistan ile stratejik iş birliği anlaşması imzaladı. İngiltere, ABD’yi Ukrayna’dan başka Ermenistan ile meşgul etme peşinde.
ABD 1823 yılında uygulamaya başladığı Monreo doktrini sebebiyle kendi kıtası dışında dünya ile pek ilgilenmedi. Bu politika gereği 1.Dünya savaşının ilk üç yılında da savaşa katılmadı. Katıldığında da sadece Almanya’ya savaş ilan etti. Savaş bittikten sonra tekrar kıtasına çekilip Monreo doktrinine döndü. Almanya’nın gelişip güçlenerek emperyal heveslere kapılması 2.Dünya savaşına yol açtı. ABD bu büyük savaşa daha aktif katıldı. Yine sonucu belirledi ve bu kez kendi kıtasına çekilmedi, Truman doktrini ve peşinden Eisenhower Doktrini kapsamında komünizm tehlikesine karşı Avrupa’yı korumak söylemi ile Monreo doktrinini terk ederek artık dünya ile ilgilenmek gerektiğine karar verdi.
Yukarıda değinmiştim, NATO meşruiyet sorununu aşabilmek için terör ile mücadeleye odaklandı diye. Terörün kaynağı daha birkaç yıl önce Rus işgalinden kurtarılmasına destek verdikleri Afganistan’da icat edildi. Ruslara karşı savaşırken mücahit olarak alkışlananlar terörist olarak damgalandı. El Kaide Afganistan’dan terör ihraç ederek NATO’yu kurtarıyor, Afganistan’ın işgaline yol açarak ABD’ye dünyaya nizam vermek için meşruiyet sağlıyordu. Bu kapsamda el Kaide ilk büyük terör eylemini 1988 yılında ABD’nin Kenya ve Tanzanya Büyükelçiliğine saldırarak yapıyordu. 11 Eylül 2001 saldırısı terörün zirvesiydi. ABD’nin Ortadoğu’yu dizaynında ise Donald Trump’ın dönemin ABD başkanı Barak Obama ve dışişleri bakanı Hillary Clinton’ı kurucusu olmakla suçladığı İslamcı terörist örgüt DAEŞ olarak rol alacaktı.
Soğuk savaş sonrasında oluşan yeni durumda Eisenhower doktrininin yetersiz kaldığı kanaatine varılarak Bush doktrini devreye sokuldu. ABD’ye yönelik 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırılarından sonra 20 Eylül 2002 tarihinde The National Security Strategy of the United States başlığı ve W. Bush imzası ile yayınlanan ve tüm dünyayı bir savaş alanı olarak gören "Yeni Amerikan Millî Güvenlik Stratejisi"ne göre; potansiyel tehdit oluşturduğu ileride problem çıkarabileceği düşünülen her oluşum ya da ülkeye karşı karşı nerede olursa olsun "vurulmadan önce vurma" felsefesi çerçevesinde karşılık verilmeli ve gerekirse düşman devletlerdeki rejimler değiştirilmelidir.
Ulusal Güvenlik Direktörü Condalleze Rice ise 2003 yılında yayınladığı bir makalede soğuk savaş sonrası ABD’nin yönünü Ortadoğu olarak belirliyor ve 22 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değişeceğinden bahsediyordu. Ona göre bölge terör üretme potansiyeli nedeniyle ABD’nin güvenliğini tehdit ediyordu.
ABD’nin bu algısı Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) temel oluşturdu. 8-10 Temmuz 2004 tarihinde ABD Başkanı George W.Bush'un başkanlığında Sea Island, Georgia'da düzenlenen G8 zirvesi sonrasında, BOP'un genel olarak benimsendiğine dair bildiri yayınlandı. "Gelecek Forumu" adı altında bir mekanizma ve bu mekanizma kapsamında Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için oluşturulacak "Demokrasi Yardım Diyaloğu"'nun eşbaşkanlığını Türkiye, İtalya ve Yemen'in yürüteceğine dair karar alındı.
Sonrasında sivil toplum kuruluşları aracılığı ile “renkli devrim” metotları kullanılarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde gençlik ve halk hazırlandı. Tunus’ta 2010 yılında düğmeye basıldı. Adına Arap baharı denildi. Tunus’tan sonra Mısır, Yemen ve Libya’da yönetim değiştirildi. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Mısır’da yönetim Müslüman Kardeşlerin eline geçti. Tunus’ta aynı kökenli NAHDA hareketi yönetime ortak oldu. Mısır’da daha sonra ABD’nin desteklediği askeri darbe ile Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı. Demokrasi ihraç eden ABD, gelişmeler istediği yönde gitmeyince darbe destekçisine dönüştü. Libya karmaşaya sürüklendi. Fiilen ikiye bölündü. Hafter kontrolündeki bölümü halen Rusya desteği ile varlığını sürdürmeye çalışıyor. Suriye rejimi demokrasi taleplerini bir iç savaşa dönüştürerek Rusya ve İran desteği ile bastırdı. Yemen kaosa teslim edildi. Lübnan istikrarsız. Tüm bunlar olup biterken Suudi Arabistan hiç gündeme gelmedi, kimse buraya demokrasi götürelim demedi.
BOP hayali Suriye’de bitti
Suriye’de başlatılan hareket sivil olmaktan çıktı, 2011 yılında iç çatışmaya dönüştü. Suriye muhalefetinde radikal İslamcı unsurların ağırlığının artması üzerine Mısır’daki gibi bir durumla karşılaşmamak için ABD ve diğerleri Suriye’de muhaliflere desteği, Beşar Esad’a baskıyı azalttılar ve ülke büyük bir kanlı mücadeleye sahne oldu. Esad rejimi Rusya ve İran’ın desteği ile Suriye’nin bir bölümünde hakim durumda iken önemli bir kısmı da ABD ve desteklediği terör örgütü PKK kontrolüne girmişti. Muhalifler İdlib’de dar bir alanda sıkışmıştı. Terör örgütünün ABD desteği ile geniş bir alana hakim olması üzerine Türkiye 2016 yılından itibaren Suriye’nin kuzeyine müdahalelere başlamış ve 2024 Aralık ayına kadar geçici bir istikrar sağlamıştı. Aralık ayında muhalifler Esad rejimini devirdi, Türkiye’nin desteği ile ülkeyi toparlamaya çalışıyor. İran, Suriye’den çıktı. Rusya kalabilmek için görüşmelere devam ediyor ama Suriye artık nüfuz alanı değil. DAEŞ bahanesi ile PKK üzerinden etki yaratma peşinde olan ABD’nin bu politikasının Trump döneminde devam edip etmeyeceği şimdilik belirsiz.
Irak 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmişti. ABD ve müttefikleri tarafından Kuveyt’ten çıkarıldı. 11 Eylül terör saldırısında rolü olduğu gerekçesi ile 2003 yılında ABD ve müttefikleri Irak’a savaş açtılar. Irak fazla direnmeden teslim oldu. Rus nüfuz alanından çıktı. 2011 yılında askerlerinin büyük kısmını Irak’tan çeken ABD yardımlarına karşılık ülkeyi İran’a teslim etti. Trump ise göreve başlamadan önce Irak Başbakanından İran güçlerinin ülkeden çıkarılmasını istedi.
2003 yılında 22 ülkenin sınırını ve rejimini değiştirmek üzere yola çıkan ABD bölgede 22 yılın sonunda aradığını bulamamış, Trump’ın isabetle tespit ettiği gibi harcadığından daha azını elde etmiştir. Bölge halkının ABD ve İsrail nefretindeki artış da zararın başka bir boyutudur.
Bush doktrini ve BOP başarısız olmuştur. Rus nüfuzu kırılsa bile ABD bölgeye hakim olamamış, aradığını bulamamıştır. Şimdi sırada Trump doktrini var. Muhtemel, muhayyel tehditler yerine Grönland, Panama Kanalı gibi cari çıkarların önceleneceği anlaşılıyor. Trump, Rus nüfuz alanlarının peşine düşmekten, Ortadoğu’yu dizayn etmekten vaz geçeceğine dair açıklamalarda bulunuyor. Petrolün çok olduğu Suudi Arabistan, Irak, Kuveyt, BAE, Katar nasılsa kontrol altında ve dünyada petrole bağlılık da giderek azalıyor. Petrol artık dış politikaların merkezinde yer alacak değerde değil. Petrol yerine kritik mineraller (nadir toprak elementleri) ön plana çıkmaya başladı ki, Grönland ve Kanada bu madenler yönünden oldukça zengin.
Trump, Kanada ile işe başlayacağını duyurduğuna, E.Musk da her fırsatta İngiltere’yi aşağıladığına göre gözlerine Birleşik Krallığı (İngiltere) kestirmişler demektir. Soğuk savaş boyunca el altından Rusya’ya destek veren, soğuk savaşın bitiminden itibaren ABD’nin peşinde belki bir pay alırım diye seğirten, şimdilerde ABD’yi Ukrayna’da Rusya ile oyalamaya çalışan İngiltere, aradığını bulamadı. Şimdi eldekini de kaybetme ihtimali ile karşı karşıya. Bu yeni hedef içerideki küreselleşmeci (Demokrat) kesimle hesaplaşmak için de gerekçe oluşturacaktır. Şeytanlaştırılan Soros ve göz dikilen Kanada hedefi bütünlük oluşturmaktadır.
ABD, İngiltere karşısında Fransa ile denge arıyor. Türkiye ise Fransa “küçük” diyerek itirazını ifade etti. Belki Avrupa içi dengelerde Fransa işe yarar ama Ortadoğu, Afrika ve diğer yerlerde Fransa gerçekten küçük. Ayrıca Türkiye küreselleşmeci saldırıyı başarıyla püskürtmüş olmanın tecrübesine sahip.
Çin rekabet yoluyla ABD ekonomisinin güçlenmesine yardımcı olacaktır. Çin ile savaş bekleyen yanılır. İran için de savaş pek ihtimal dahilinde gözükmüyor. Tüm bunlar olup biterken Türkiye ne yaptı, ABD’ye karşı uzun süre Rusları kullanan İngilizlerin tuzağına düşmeden bundan sonra ne yapabilir bir başka yazı konusu.
Galip TÜRKMEN (E. Başmüfettiş)
Diğer İçerikler