Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Batıda Doğulu Kalmak Mümkün Mü?

Bu yazı 03/10/2023 tarihinde yayınlanmıştır.

*Mehmet DOĞAN/Araştırmacı-Yazar

 

Yerkürenin neresinde yaşadığımız önemlidir aslında!

İster doğuda ister batıda yaşayalım, yaşadığımız âleme mana katmak, duruşumuzu kutlu kılmak, akıp giden tarihe söz ve eylemle müdahalede bulunmak oldukça anlamlıdır.

Doğusuyla batısıyla, güneyiyle kuzeyiyle coğrafyalarda kendimize ait belki bir mahalle, belki bir sokak, kültürel değerlerimizle uyumlu bir komşu, geleneksel alışkanlıklarımızın hayat bulduğu, kendimizi mutlu ve umutlu hissettiğimiz, kabul görebildiğimiz bir yerde, bir mekânda, bir vatanda kim yaşamak istemez ki?

Yaşanmıyor, yaşatmıyorlar ve dahi muhtemelen yaşatmayacaklar!

Reel politik bağlamında Doğu ve Batı, bir coğrafi ayrım olarak kullanılmamaktadır.  Doğu ve Batı bir varoluş biçimi olarak tekrarlanmakta ve bir dünya görüşü perspektifinde tercih edilmektedir.

Avrupa bize göre Batı, Batılılara göre ise bizim doğduğumuz topraklar Doğu...

Doğu ve Batı sadece birer coğrafik bölge değil, birer dünya görüşü ve varoluş tarzıdır!

Batı’daki ayrımcılık ve Doğulu olana karşı önyargılar, Doğu’da doğduğumuz için yapılmıyor aslında. Doğu’da doğmak değil “sorun”. Sorun, Doğulu olmakta!

Batı’da doğmuş milyonlarca genç kuşak, “oryantalist” bakış açısına göre pekâlâ da Doğulu olabiliyor!

Hiç kuşku yok ki yönler ve taraflar, kişilerin ve kurumların durduğu yere göre de değişiyor.

ABD’nin doğusunun Avrupa, batısının ise Asya olduğu gibi…

O zaman Batı nedir?

Bir yön mü, bir taraf mı, bir coğrafya mı yoksa bir anlam mı?

İnandığım Kitabın nesnel ve soyut tanımlamasında “Doğu da Allah’ındır, Batı da Allah’ındır.”

O zaman “Doğu ve Batı kavramları, bu nesnellik bağlamının dışında ne anlama gelir” sorusu, son derece anlamlı bir soru.?

Batı dediğimizde Avrupa’yı mı anlıyoruz?

Batı’dan bugünkü Avrupa’yı anlıyorsak eğer, Avrupa Rönesans’tan bu yana eski toplumsal şemalardan ve gelenekten koptu, Doğu’dan uzaklaştı ve kendisini seküler temelde “Batı” olarak tanımlamaya başladı diyebilir miyiz?

Doğu nedir, Doğu’dan ne anlıyoruz?

Doğulu toplumları daha tam anlamıyla kapitalistleşememiş; dini örflerini, kültürel adetlerini muhafaza eden, daha natürel ve insani olanı kaybetmemiş toplumlar olarak tanımlayabilir miyiz? Bu bağlamda tarım toplumunun bütün insani olumluluklarını yaşamaya gayret gösteren Yunanistan halkı, Latin Amerika, Küba ve Batı Afrika halklarını da “doğu toplumu” olarak görebilir miyiz?

Doğu demek, Doğulu demek, Batılı pradigmaya göre öteki demek midir?

Doğu, günümüz dünyasında bir refleks, bir karşı duruş, bir anlam arayışı mıdır? 

Aslında Batı’nın doğusu, insanın fıtratına yönelişini, adalet ve üstün değerler arayışını mı ifade ediyor?

Doğu niçin ötekidir ve niçin Batı’yı rahatsız eder?

Doğu, evrenselliğin Batı’ya özgü olduğu batıl inanışına itirazın adı mıdır?

Yani Doğu evrenselliğin, esenliğin ve hikmetin Batı’nın inhisarında olmadığını hatırlatan bir anlam ve özgürlük arayışı mıdır?

Ve her adalet ve eşitlik arayışı aslında insani olan değil midir?

Doğulu-Batılı ayrımı, bu anlam çerçevesinde ve kavramsal düzeyde manidar olmalıdır aslında!

Batı’da doğmuş herhangi biri erdem ve onuru, insan hak ve özgürlüklerini savunuyorsa bu anlam ayrışması kavramsalında Doğulu olarak kabul edilebilir mi?

Batılı bir kavram olan insan hakları söylemi de Batı’nın yüzyıllar önce kaybettiği etik değerlerin, ahlak, erdem ve onur arayışının bir ifadesi değil midir acaba?

Hak ve özgürlükler, Batılı denen insanlar topluluğunun, bundan birkaç yüzyıl önce despot aristokrasiye, ilkel ruhban sınıfına, eşitlikten yoksun burjuvaziye karşı yalın ayaklıların isyanı sonucunda bedeller ödeyerek kazandıklarının adı değil midir?

Şüphesiz evet!

İnsan duyarlılığının sektörel değerlere indirgendiği günümüz Batı toplumlarında Batı’ya karşı çıkarken Doğu’nun sığlıklarını, kısırlığını ve estetik yoksulluğunu, düzeysizliğini mi kabul etmeliyiz?

Kuşkusuz hayır!

Müptezel kalabalık ve duygusal körlükle çevrelenmiş yorgun, yalnız ve hafızasız bireyler, düşkün, dirençsiz ve unutkan kalabalıklar yığını oluşturmak isteyenler ister Doğulu olsun ister Batılı, karşısında mı olmalıyız?

Tabi ki evet!

İnsanlığı yeni bir aldanış çukurunun anaforuna sürüklemek isteyenler ister Doğulu olsun ister Batılı olsun, ne fark eder ki?

Bugün için çok uluslu şirketler Batı’yı temsil etmiyor mu? Sermayeyi küreselleştirerek para kazanmıyor mu? Batı, önce vahiy karşıtı yeni epistemolojisini, bireyciliği, seküler temelli ayrımcı ulus-toplum modelini standartlaştırmadı mı?

18. ve 19. yüzyıldan sonra da bunu yaygınlaştırmaya çalışmadı mı?

Batı, kavramsal çerçevede (Avrupa gibi) coğrafi bir alan değil, kapitalizmin tüketim toplumu politikalarını sosyalleştiren, hatta dayatan bir anlayış, bir anlam biçimi değil mi?

Kuşkusuz evet!      

Bu tanım, yani coğrafik özelliğinin ötesindeki tanım, Batı coğrafyasının mağdurlarının, ezilenlerinin, otonomlarının, küresel karşıtlarının ve tüm hak arayanların da yaptığı ortak bir tanımdır.  Bu nedenle “Batı” kavramıyla yön kavramı olan “Batı” kavramını ayrıştırmak gerekiyor.

Batı; aydınlanmacı, modernist ve şimdilerde postmodernist kimliği, ilerlemeci felsefesiyle küresel finans  kapitalizmini temsil ediyor mu, etmiyor mu?

Bu bağlamda bakıldığında ABD, Japonya ve Çin de Batı mıdır?

Bu açıdan baktığımızda Doğu, küresel kapitalizmin dışında bir olgu olarak algılanmalı mıdır?

Bu sorular anlamlıdır…

Önce Batı’nın tanımladığı Doğu ile değil, kendi kendimizi tanımayla ve tanımlamayla işe başlamalıyız.

Bazıları sadece “ilerlemeci” bir anlayışla Doğu’yu hasta olarak görmektedir.

Kendini tashih ederek ilerlemeci Batı’ya ayak uydurmasını planlamaktadır. Bu, bir anlamda modern kapitalist öykünmeciliktir, üçüncü dünyacılıktır veya oryantalist bir bakış açısıdır.

Oysa sapma, hastalık, Doğu’da da Batı’da da adil olandan, fıtri olandan uzaklaşmayla, yani yabancılaşmayla oluşmuştur…

O halde, Batı’ya rağmen niçin Doğu? Ya da Batı’ya rağmen Doğu mu?

Sınıfsal doğuculuk veya üçüncü dünyacılık mı yapmalıyız?

Kuşkusuz hayır! 

Eğer Batı, fıtri, insani olanla kavga edip, ekini ve nesli tahrip ediyorsa, insanlığı esenlik iklimine götürmeyip tam aksine kavga gürültü ile gezegenimizi talan ediyorsa, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, biz Doğuluyuz demeli miyiz? 

Doğayı, hayatı ve dünyayı ekonomik olarak kapitalistçe tüketmeyi amaçlıyorsa, kim olursa olsun karşıtı olmamız gerekmiyor mu? Bu tavır, insanlığımızın bir gereği değil mi?

Doğulu olmak, eğer bizim için küresel kapitalizm karşısında, emperyalizm karşısında, ayrımcılık adına, hor ve hakir görülme adına bütün insanlık için ve insanlık adına esenlik istemek ise bu anlamlı istek kıymetli değil midir?

Bu istek ve arzumuzun adı Doğu-Batı olmuş, Güney-Kuzey olmuş, Afro-Afrika olmuş, fark eder mi?

Kuşkusuz etmez, etmemeli!

İranlı rejim muhalifi bir arkadaşım vardı. Kendisi İran İslam Devrimi’nden sonra Avrupa’ya göç etmiş ve mülteci talebinde bulunmuş birisiydi. Almanya’nın Hamburg kentinde yaşıyordu. Aslında İran rejimine de muhalif olması ve Batılı yaşam tarzıyla “ciddi” sayılabilecek bir “batıl”ı çevresi vardı. Ve bu arkadaşım kendisini konjönktürün de verdiği imkanlarla Almanya toplumunda huzurlu hissediyordu. Sık sık beraber olduğumuzda Doğu’yu eleştirir, gelmiş olduğu coğrafyadaki despot rejimlerle birlikte Doğulu halkları da küçümseyen jakoben bir bakış açısı sergilerdi. Almanya’da evlenmişti. Eşi Alman sol geleneğinden beslenmiş bir bayandı. Seviyorlardı birbirlerini! İslamla alakası yok denecek kadar zayıftı. Kendisinin deyimiyle tam 12 yıl Avrupa/Almanya’da birinci sınıf insan muamelesi görmüş ve İran başta olmak üzere Doğu’daki siyasal düzenleri alabildiğine eleştirmişti. Tabii bunun karşılığını da alıyordu. Girdiği her ortamda itibar görüyordu. 

Birinci Körfez Savaşı sonrası ve iki Almanya’nın birleşmesiyle Almanya’da konjönktür değişmişti. Kendisini 1993 yılında Kuzey Almanya’da ziyaret ettim. Sohbetimizde baktım ki kendisinin İranlı bir Müslüman olduğunun altını sık sık çiziyor.

Sordum, “Bu değişiklik neden?” diye…

Cevabı çok netti:

“Körfez Savaşı başlar başlamaz, o bildiğim ve yıllardır tanıdığım çevrem bana bir Doğulu olduğumu hatırlattı. Doğulu muamelesi yaptı! Sanki yıllardır Saddam Hüseyin karşıtı olan ben değilmişim ve ben onların içerisinde bir ajanmışım gibi davrandılar. Bana böyle davrananlar, çevrem olarak kabul ettiğim aydınlar, okumuş yazmış insanlardı. Berlin duvarının yıkılmasından sonra daha düne kadar horladıkları Doğu Almanları benden daha üstün gördüklerini müşahede ettim.

Bir dost meclisinde, Almanya’nın yakın tarihini kutsayan ve masum gösteren içerikte konuşma yapan bir Doğu Almanla tartışmaya başladım. Adam uçuk konuşmalar yapıyordu. Sözlerimiz zıtlaştı ve ben biraz da kasıtlı olarak Almanya’nın tarihini eleştirerek ABD’nin emperyal siyasetinden ve Irak halkının masumiyetinden bahsetmeye başlayınca beni ulusçuluk yapmakla, belki de Saddam Hüseyin’in ajanı olmakla suçlamaya başladı. Kendimi bir an savunma pozisyonunda hissettim. Ama karşımdaki daha düne kadar Sovyet ajanı olarak gördükleri Doğu Almanı, arkadaşlarım bana tercih etmişlerdi. Bu olay benim için oldukça anlamlıydı. O günlerde buna benzer birçok olay yaşadım. Ben entegrasyon adına çocuklarıma Farsça dahi öğretmemiştim. Düşündüm de, ne kadar da kendi kültürüme yabancılaşmışım!

Özellikle Almanya’nın yakın tarihini Almanya’ya gelmeden önce çok kez okumuştum. Teorik bilgilerin pratik yaşamda çok da hayati bir öneme sahip olmadığını müşahede ettim. Yaşayarak öğrenmek fırsatını buldum. Onlar bilerek ya da bilmeyerek kendi köklerimi bu kadar acımasızca eleştirme-memi öğrettiler. Onun için Müslümanlığımı ve Doğulu kültürümü şimdi daha fazla önemsiyorum.”

İranlı rejim muhalifi arkadaşım Avrupalının Doğu’ya oryantalist gözüyle baktığını söylüyordu aslında! Bu “oryantalist tavır” Hıristiyan misyoner tutumunun günümüzde dinsel motifleri törpülenmiş bir biçimiydi. Avrupa merkezli bakış açısına göre Avrupa’nın dışındakilerin hepsinden korkulmalıydı! Avrupa ise erdem ve özgürlüğü temsil etmekteydi. İranlı arkadaşıma ne oluyordu da kendisi olmaya kalkışıyordu?

Avrupa merkezci düşüncenin temelinde tarihsel historisizm vardı. Bir Alman ve bir Fransız, kendi içlerinde ayrı kimliklerde olabilirlerdi ve de zaman zaman ayrı düşerlerdi. Tıpkı dün Doğu Alman-Batı Alman halklarında olduğu gibi... Ama bu ikisi ortak Avrupa tarihinde “Ben-Sen” diyalektiğinin oluşturduğu bir “Biz” sentezi meydana getiriyordu. Ve bu “Biz”, Doğuluyu içine almıyordu, “Sen” demiyordu!

Arkadaşım gibi binlerce Doğulu aydın, yazar-çizer, politikacı bunu yıllar sonra anlıyorlardı…

 “Ben ve Sen’in” birleştiği Batılı, ve “Ötekiler” ayrımını yapmışlardı. Çünkü Avrupa tarihine sahip olmayan İranlı arkadaşın örneğinde olduğu gibi “Doğulu”, kendi tarihine sahip çıktığı sürece “ortak Avrupa evine” ve bu “ortak fikir birliğine” giremezdi.

Anlamıştı geç de olsa İranlı rejim muhalifi arkadaşım...

Benzer olay uzun yıllar Yeşiller Partisi’nde çalışmış ve iki dönem aynı partinin milletvekilliğini yapmış Suriye asıllı Jamal Karslı’nın da başına gelmişti. İtalyan Katolik bir bayanla evli olan Jamal, otuz yıl kendisini bir Batılı gibi görmüş ve Doğuluyu pek de sevememişti. Avrupa’da asimilasyon “diliyle” entegrasyonu savunmuştu. Otuz yıl sonra İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumlarını kuş diliyle eleştirmiş ve ardından başına gelmedik kalmamıştı. 11 Eylül sonrası o kadar ileriye gidilmişti ki eşiyle birlikte gittikleri İtalya’da Arap olduğu için tutuklanmak istenmiş, bu onur kırıcı olay karşısında partisi sahip çıkmak istememişti ona. Medya, İtalyan-Katolik olan eşiyle “takiyye” maksatlı evlendiğini bile yazmıştı. Oysa onlar evleneli tam 20 yıl olmuştu ve iki çocuklarının İtalyanca bildikleri halde Arapçayı bilmediklerinin en yakın tanığıydım. Jamal Karslı benim uzun yıllar arkadaşımdı. Almanya’da, Yeşiller Partisi’nde ve parlamentoda “gözde” olduğu dönemlerde de kendisiyle samimi samimi sohbetlerimiz olurdu. Partisinden istifa etmek zorunda bırakıldı. Başına “çorap” ören söz: İsrail’in Cenin kampında yaptığı katliamı “Adolf Hitler’in” katliamlarına benzetmesiydi.

Yeşiller Partisi’nden ayrıldıktan sonra Liberal Parti’de siyaset yapmak istedi. Önce kabul edildi; ama daha sonra “Almanya Yahudi lobisinin” düğmeye basmasıyla liberaller de sınıfta kaldılar.

Şimdilerde kendisini kullanılmış hissediyor.

Sahi, Jamal Karslı nerede yanlış yapmıştı?

Yirmi yıl boyunca Yeşiller Partisi’ne üye olmakta mı, otuz yıl Almanya’ya hizmet etmekte mi, yoksa katliama “kuş diliyle” karşı çıkmakta mı?

Soru şu:

Aslında hepimiz ayrı ayrı farklı kimliklerimizle batılının ve batının nezninde hep doğulu değil miyiz?

Dün de, bugün de, yarın da benzer hikayelerinin sonsuz tekrarını yaşamayacak mıyız?