Ocak 2003’te ABD’nin o zamanki Savunma Bakanı Donald Rumsfeld Fransa ve Almanya’nın yüzüne acı gerçeği vurmuştu: “Siz yaşlı Avrupa’sınız”
“Eski kıta” farkına varmadan yaşlanmış, “yeni dünyanın” maskarası olmuştu.
Oğul Bush’un “Neo-Con” (Yeni Muhafazakar) yönetimiyle baş gösteren AB/ABD ayrışması uzun yıllar gizli saklı sürtüşmeler ile süregeldi. Bu durum “Neo Diplomatik” Başkan Trump ile su yüzüne çıkmıştır. ABD’nin yeni başkanı, ne yaşına ne başına bakarak konuşan birisi olmadığını defalarca gösterdi. Trump ’ın bu huyuna hem şahit hem kurban olanların (uzun) listesinde başta şüphesiz Merkel ve Macron geliyor.
Kısacası ABD ile yaşanan hızlı kopuş AB için, güvenlik alanında “kudretli bir ağabeyi” ticari alanda ise “güvenilir bir ortağı” kaybetme anlamına geliyor. Öte yandan Rus İmparatorluğu’nu diriltmeyi hedefleyen ve bu uğurda önce Gürcistan’a sonra Ukrayna’ya askeri müdahale düzenleyen bir Putin var.
Rusya, doğuda Polonya da dâhil olmak üzere Baltık ülkeleri, kuzeyde ise İskandinav ülkeleri üzerinde sürekli bir baskı uyguluyor. AB’nin sınırlarını, dolayısıyla toprak bütünlüğünü, tehdit ediyor.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Vladimir Putin değişik alanlarda kendisine yakın kurum ve kuruluşları finanse ederek, AB içerisinde Rus yanlısı bir kamuoyu oluşturuyor.
Bu stratejinin iki ayağı var.
Medyatik Ayak:
Sputnik ve Russia Today gibi medya kuruluşları bulundukları ülkelerde Rus yanlısı ve AB/ABD karşıtı yayınlar ile “kümes içinde tilki” görevi yapıyorlar.
Siyasi Ayak:
Özellikle aşırı sağ ve popülist partilere maddi/manevi destek sağlayan Rusya hem AB’nin karar mercilerinde söz sahibi olmayı hem de kaleyi içten yıkmayı hedefliyor.
Örneklendirmek gerekirse Avusturya’da hükümetin dağılmasına sebep olan skandalın yankıları hala sürüyor.
Ülkeyi sarsan siyasi kriz, Avusturya Başbakan Yardımcısı ve aşırı sağcı Özgürlük Partisi'nin lideri Heinz-Christian Strache'nin, seçim öncesi bir Rus iş kadınına destek karşılığında kamu ihaleleri vaat ettiği gizli kamera görüntülerinin ortaya çıkması ile başlamıştı.
Yine Fransa’nın birinci partisi konumundaki Le Pen’in ırkçı Ulusal Birlik Hareketi’ne (RN) karşı “yabancı bir güç tarafından mali yardım” aldığı gerekçesiyle yürüyen bir dava bulunuyor. İddialara göre, Le Pen’ler (baba/kız) 2014 yılında bir Rus bankası tarafından finanse edilmişler.
Zorlu rakipler arasında birde Çin var elbette.
Yakın gelecekte ABD’yi geride bırakması beklenen bir ekonomiye sahip Çin karşısında, hiçbir AB ülkesi tek başına, rekabet edecek güce kesinlikle sahip değildir.
Bu hakikat geçtiğimiz Mart ayında Xi Jinping’in Fransa ziyaretinde net biçimde görülmüştür.
Çin Devlet Başkanı, Macron ’un resmi misafiri olmasına rağmen Elysée Sarayındaki toplantıya Şansölye Merkel ve AB komisyon başkanı Jean Claude Juncker’in katılması güçler arası dengesizliğin ispatı gibiydi. Yani “Bir Çinli yirmi sekiz Avrupalıya bedel” gibi bir vaziyet ortaya çıkmıştır.
Güç dengelerinin alt üst olduğu, jeopolitik kartların yeniden dağıtıldığı, bozulmaz denilen ortaklıkların bozulduğu, kurulmaz sanılan alyansların kurulduğu bir dönemde, üstelik kendi yapısal sorunlarının zirve yaptığı bir sırada AB tarihinin en kritik Parlamento seçimlerini 23/26 Mayıs arası gerçekleştirdi.
Bir futbol sezonunun son ve zorlu maçına benzeyen bu seçimlerde AB, bırakın şampiyonluğu, birinci ligde kalma mücadelesi verdi.
Fazla ayrıntıya girmeden bu tarihi oylamanın sonuçlarına bakalım.
Bu seçimlerin en büyük sürprizi katılım oranı olmuştur. Yüzde 51’i bulan bu oran Batı Demokrasileri için başarı sayılıyor. Özellikle AB Parlamentosu seçimlerinde bazı ülkelerde katılım zaman zaman %30’lara düşmüştür.
Katılım rakamına bakıp, bunu “Vatandaşlar AB’nin geleceğine sahip çıktılar” gibi yorumlayanlar çok zaman geçmeden hayal kırıklığına uğradılar.
Sonuçlar gelip analiz edildiğinde bu “yüksek” katılımın büyük ölçüde aşırı sağcı popülist ve AB karşıtı partilere yaradığı anlaşıldı.
AB’nin üç büyük ülkesindeki veriler bu noktada çok çarpıcıdır.
- Italya’da Matteo Salvini’nin “Kuzey Ligi” 2018 yılındaki milletvekili seçimlerinde aldığı %17’den bu sefer %34,3 ulaştı. “İtalya Kardeşleri” isimli diğer faşist partinin aldığı %6’yı eklersek bu ülkedeki AB karşıtlarının oranı %40 aşıyor.
- Diğer bir örnek malum İngiltere. Bir türlü ayrılamayan çiftin trajikomik hikayesine dönüşen Brexit’in ülkesinden gelen sonuçlar Pan-Avrupacıları perişan etti. Sadece altı ay önce, AB düşmanlığının sembol ismi, Nigel Farage tarafından kurulan “Brexit Partisi” %31’den fazla oy alarak seçimlerden birinci parti çıktı. “UKIP” isimli bir diğer ulusalcı parti %3,5 oranda oy topladı.
- Fransa’da Marine Le Pen’in ırkçı partisi “Ulusal Birlik” (RN) %23’lük bir oy oranıyla birinciliği elde etmeyi başardı ve artık kalıcı bir güç olduğunu ispat etti. İrili ufaklı diğer aşırı sağcı listelerin aldıkları oyla birlikte Fransızların %30 AB’ye mesafeli durduklarını bildirmiş oldu.
- Macaristan’da İslam düşmanı Orban %52, Polonya’da milliyetçi ve muhafazakar “PİS” partisi %45...vs
Oranlar biraz daha düşük olmakla beraber aynı dip dalgayı Belçika, Hollanda ve İskandinav ülkelerde görmek mümkün.
Toplamda AB Parlementosunda değişik grup ve partilerin temsil ettiği 172 AB karşıtı vekil bulunacaktır. Bu durum ise AB için iyi bir haber olmasa gerek.
Bu seçimlerde illa bir sürpriz aranıyorsa bunu çevreci partilerin elde ettikleri sonuçlarda görmek mümkündür.
- Almanya’da oyların %20,9’unu kazanan çevreciler bu ülkede ikinci oldular.
- Fransa’da hiç beklenmedik biçimde %13,5 alan yeşiller sandıklardan üçüncü çıkmayı başardılar
Yine aynı eğilimleri Hollanda ve İrlanda gibi bazı ülkelerde göstererek sandalye sayılarını yükselten çevreci ve yeşil partiler bundan böyle AB Parlamentosunda 69 koltuk (2014 seçimlerinde bu sayı 52 idi) ile temsil edilecekler.
Bu seçimlerin Avrupa sevdalılarını kara kara düşündüren boyutu merkez sağ ve merkez sol partilerin kan kaybıdır. Çünkü o partilerin kan kaybı demek AB’nin kan kaybı demektir.
Hristiyan Demokrat (merkez sağ) partileri bir araya getiren PPE grubu AB Parlamentosundaki vekil sayısını 216’dan (2014) 179’a düşürdü. Unutmayalım ki PPE ruhu aynı zamanda AB’nin kurucu ruhudur.
Aynı şekilde merkez solu temsil eden “Avrupalı Sosyalistler” temsil gücünü bir önceki döneme göre 35 vekil kaybederek 185’ten 150 koltuğa düşürmüştür.
Tıpkı PPE gibi Avrupalı Sosyalistler Partisi de tam manasıyla AB taraftarı olduğu için Birliğin geleceği açısından olumsuz bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
1979 yılından beri yukarıda adı geçen Hıristiyan Demokrat grubu (PPE) ve Sosyalistler grubu (S&D) AB Parlamentosunda çoğunluğa sahipler idi. Bu iki büyük grup önemli konularda anlaşarak AB’nin ilerlemesini sağlıyordular. Ne var ki 23/26 Mayıs seçim sonuçlarına göre PPE 179, S€D ise 150 vekil kazanmıştır.
İki grubun toplam vekil sayısı 329 oluyor. Oysa 751 üyelik Parlamentoda çoğunluğa sahip olmak için en az 376 sandalye gerekiyor.
Sözün kısası bu seçimler şöyle bir tabloyu ortaya çıkardı.
- Taşıyıcı duvar konumundaki merkez partiler zayıflamış,
- AB yıkmaya yeminli aşırı sağ ve popülist partiler güçlenmiş,
- AB’nin devamından yana fakat bugünkü neoliberal çizgisine tam zıt çevreci partiler yükselmiş,
- Karar mekanizmalarını kilitleyecek, ortak vizyonu imkansız kılacak olağanüstü bir bölünmüşlük ve polarizasyon.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı için kullanılan “Hasta Adam” tabiri vardır. Kaynaklara göre bu ifadeyi ilk defa Rus Çar’ı Birinci Nikolas, 1853 yılında dönemin Britanya Büyükelçisi Sir G.H. Seymour ile görüşmesinde, Cihan İmparatorluğunu kast ederek “Osmanlı hasta adamdır, çok hastadır” şeklinde kullanmıştır. Daha sonra Avusturya İmparatorluğu için “Avrupa’nın hasta adamı” olarak uyarlanan bu deyim o gün bugün zayıf düşen ülke ve devletleri tanımlamaktadır. AB Yirmi birinci Yüzyılın “Hasta Adamı” gibi duruyor karşımızda. Son Parlamento seçimleri ise sinsice, sessiz sedasız ilerleyen ölümcül hastalığın ilk belirtilerine benziyor.
Geçmiş olsun.