Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr
NATO’nun Genişlemesi ve Enerji Hatları Perspektiflerinden Rusya-Ukrayna Krizi
Murat Bayar
10 Aralık 2018 15:04
A-
A+

Rusya ile Ukrayna arasında 25 Kasım 2018 tarihinde Kırım’ın doğusundaki Kerç Boğazı’nda yaşanan askeri çarpışma, bölgemiz ve Türkiye için ağır sonuçlar doğurabilecek daha geniş bir çatışmanın göstergesi niteliğindedir. Soğuk Savaş’ın sorunlu mirasından enerji hatlarına kadar uzanan bu kriz, Doğu Akdeniz’de ve Suriye sınırımızda yaşanan gelişmelerle birlikte ele alındığında, Türkiye’yi üç fırtınanın kesişme noktasına yerleştirmektedir.     

Öncelikle Kerç krizinin kısa kronolojisini verelim: Batı Ukrayna’daki Odesa limanından ülkenin doğusundaki Mariupol limanına gitmekte olan üç Ukrayna donanma gemisi (iki topçu gemisi ve bir römorkör), 25 Kasım Pazar günü zorunlu rotaları üzerindeki Kerç Boğazı’na yaklaşırken Rus silahlı kuvvetleri tarafından durdurulmuştur. Bir yük gemisini enine demirleyerek boğazı kapatan Ruslar, açtıkları uyarı ateşinin akabinde bordalayarak çıktıkları Ukrayna gemilerine el koymuş ve askeri personelini gözaltına almıştır. Ukrayna, alıkonulan gemilerindeki istihbarat subaylarının Rusya’nın saldırgan tutumuna karşı görevlerini yaptıklarını ileri sürmüş, Rusya ise karşı tarafın boğazda bilgi toplama faaliyetinin provokasyon olduğunu savunmuştur. Ukrayna Başkanı Poroşenko Rusya ile topyekün bir savaşa girme tehlikesinin doğduğunu belirtmiş ve 26 Kasım Pazartesi günü Rus saldırısına açık sınır ve kıyı bölgelerinde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Rusya Başkanı Putin ise krizi, “büyütülmesine gerek olmayan bir sınır vakası” şeklinde nitelendirmiş ve muhatabını ülkesinde dört ay sonra gerçekleştirilecek genel seçim öncesi prim yapmaya çalışmakla itham etmiştir. Kriz sebebiyle A.B.D. Başkanı Trump G-20 zirvesinde Başkan Putin ile görüşmesini iptal etmiş ve A.B.D.’nin B.M. temsilcisi Haley, Rusya’nın saldırgan tutumunun uluslararası camia tarafından asla kabul edilmeyeceğini açıklamıştır.

Birkaç adım geri atıp krizin arka planına bakarsak: Çarlık Rusyası’nın 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nden resmen ayırdığı ve 1783’de işgal-ilhak ettiği Kırım, Nikita Kruşçev’in 1953’te Sovyetler Birliği devlet başkanı olmasından bir yıl sonra Rus Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nden alınıp Ukrayna SFSC’ye verilmiştir. Stalin’in ülke içinde yol açtığı sosyal yıkımı bir nebze onarmayı ve Kruşçev’e parti içi desteği artırmayı amaçlayan bu idari tasarruf o dönemde sadece sembolik bir mahiyet taşırken SSCB’nin dağılması ile potansiyel krize dönüşmüştür.

1991’de bağımsızlığını ilan eden Ukrayna, topraklarında konuşlanmış nükleer başlıklı Sovyet füzelerinin Rusya’ya nakledilmesi karşılığında mali yardım ve güvenlik garantileri almıştır. Bu çerçevede, Ukrayna’nın Rusya, A.B.D. ve Birleşik Krallık ile birlikte imzaladığı 1994 Budapeşte Bildirisi, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na katılan Ukrayna’ya (Kırım’ın da dahil olduğu) sınırlarının tanındığı ve kendisine silahlı veya ekonomik bir saldırıda bulunulmayacağı güvencesini vermiştir. Rusya ve Ukrayna arasında 1997 yılında imzalanan diğer bir antlaşma ise Kırım yarımadasının güneybatısında yer alan Sivastopol limanının kullanımını belli bir süreyle (Rusya yanlısı Başkan Yanukoviç döneminde 2042’ye kadar uzatılmıştır) Rusya’nın askeri kullanımına bırakmıştır. Sivastopol’da konuşlanan ve 2008’de Gürcistan’a abluka uygulamaktan 2015’de Suriye’de Esad rejimine destek vermeye kadar bir çok krizde kritik rol oynayan Karadeniz Rus donanması, Rusya’nın sınır ötesinde güç projeksiyonu yapabilmesi için kritik önem arz etmektedir.   

İki ülke arasındaki askeri çatışmalar 2014 yılında başlamıştır. Ukrayna’yı NATO ve Avrupa Birliği üyeliği rotasından çıkarıp Rusya ile yakınlaştırma sürecine sokan o dönemki Başkan Yanukoviç, Ocak-Şubat aylarında başta Kiev olmak üzere Ukrayna’nın çeşitli şehirlerindeki geniş çaplı protesto gösterileri sonucunda görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Rusya yanlısı yönetimin düşmesinin hemen akabinde, (Rusya ile irtibatlı olduğu anlaşılan) silahlı militanlar Kırım’daki yönetim binalarını ele geçirmiştir. Takip eden günlerde Kırım Meclisi Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya katıldıklarını ilan etmiş, Ukrayna’nın itirazda bulunduğu ve Kırım Tatarlarının boykot ettiği Mart referandumu sonrasında ise Rusya Kırım’ı ilhak etmiştir. Söz konusu ilhak halen Ukrayna’nın yanı sıra B.M., Avrupa Birliği, A.B.D. ve Türkiye tarafından gayrimeşru kabul edilmekte ve tanınmamaktadır. Aynı tarihlerde Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı (ve, kuvvetle muhtemelen, destekli) silahlı militanlar ile Ukrayna ordusu arasında başlayan çatışmalar, 2015 yılında Almanya ve Fransa’nın devreye girmesiyle (Minsk Protokolü) ilan edilen ateşkese kadar 10,000 civarında asker ve sivilin ölümüne sebebiyet vermiştir.  

İşte bu derin arka plana sahip Rusya-Ukrayna çatışmasının son kriz noktası olan Kerç Boğazı bir yanda Kırım yarımadasını Rus anakarasından ayırmakta, diğer yandan Karadeniz ile (Ukrayna ve Rusya’ın kıyılarının bulunduğu, aslında Karadeniz’in devamı olan) Azak Denizi’ni birbirine bağlamaktadır. Rusya 2018 yılı Mayıs ayında boğazın iki yakasını kara köprüsü ile birleştirmek suretiyle Kırım’ın ilhakını görsel olarak perçinlemiştir.   

Krizin kanaatimce iki önemli boyutu, NATO’nun genişleme politikasındaki ısrarı ve enerji hatları mücadeleleridir. Öncelikle, 1990’ların sonundan itibaren A.B.D. yönetimleri, Sovyetler Birliği’ne yönelik çevreleme/önleme siyasetinin mimarlarından George F. Kennan gibi tecrübeli bazı isimlerin uyarılarına* kulak vermeyerek NATO’yu Rus sınırlarına kadar genişletme siyaseti gütmüştür. Bu siyaset, Napolyon’dan Hitler’e ülkelerine yönelik tehditleri iyi okumuş Rus devlet adamlarının kaçınılmaz reaksiyonunu tetiklemiştir. Realist uluslararası ilişkiler teorisinin önde gelen temsilcilerinden Prof. John Mearsheimer 2014 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Ukrayna Krizi Neden Batı’nın Kabahatidir” başlıklı makalesinde bu reaksiyonu daha geniş bir çerçeveye oturtmakta ve önce 2004 Turuncu Devrimi, sonra da 2014 meydan protestolarıyla Ukrayna devlet yönetiminin zorla Rus ekseninden Batı eksenine kaydırılmasını eleştirmektedir.       

Kırım’ın 2014’teki işgalinden yıllar önce, 2008 Nisan zirvesinde NATO, Rusya’nın açık uyarılarına karşın Gürcistan ve Ukrayna’nın üyelik hedeflerini teşvik etmiş, Mayıs ayında ise A.B. bu iki ülkeyi ekonomik olarak kendisine entegre etme yönündeki programını açıklamıştır. Bu gelişmelerin akabinde, aynı yılın Ağustos ayında Rusya Gürcistan’ın bir bölümünü (Abhazya ve Güney Osetya) işgal etmek suretiyle karşı hamlesini yapmıştır. Benzer şekilde, Prof. Mearsheimer’ın “Batı’nın sosyal mühendisliği” şeklinde adlandırdığı ve A.B.D. yönetimleri tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının halkı sokağa dökerek Başkan Yanukoviç’i devirmeleri, NATO’yla arasında tampon bölgeye ihtiyaç duyan ve Sivastopol üssünden vazgeçmeyecek Rusya’ya işgalden başka seçenek bırakmamıştır. Burada not edilmesi gereken diğer bir husus, tanımı gereği devletten ekonomik olarak bağımsız olması gereken sivil toplum kuruluşlarının dış devlet desteği aldıklarında sivil hüviyetlerini kaybettikleridir.   

Prof. Mearsheimer’ın örneğinden devam etmek gerekirse: nasıl ki A.B.D. kendi yanı başındaki Küba’nın iradesini tanımayarak 1962 yılında Sovyetler Birliği’nin o ülkede askeri üs kurmasını engellemişse, Rusya da bugün NATO’nun aynı şeyi yapmasına engel olmak için elinden geleni yapacaktır. Haklılığa değil güce dayanan realist prensiplerin 21. yüzyılda artık geçerli olmadığını varsaymak ve kağıt üzerindeki garantilere güvenmek Gürcistan ve Ukrayna’ya pahalıya mâl olmuştur. Nitekim, Bosna Savaşı’nda Avrupa’nın yetersizliğinin ortaya çıktığı 1994 yılından itibaren NATO’nun genişlemesini öneren eski A.B.D. Dışişleri Bakanı Heny Kissenger, 2009 yılı Ocak ayında (benim de dinleyici olarak yer aldığım) bir konferansta “Rus devleti Çarlık ve Sovyetler Birliği dönemlerindeki bütün kazanımlarını yitirdiği görüşündedir; ‘kayıp alanında’ (domain of losses) bulundukları için aşırı risk alabilirler” vurgusu yapmıştır.** NATO’nun ikinci komutanlığından (DSACEUR) 2014 yılında emekli olan General Sir Richard Shirreff ise 2016 yılında yayımlanan “2017: Rusya ile Savaş” başlıklı romanının önsözünde, sadece Ukrayna’nın değil, NATO üyesi Baltık ülkelerinin de, deyim yerindeyse topun ağzında olduklarını ve ittifakın mevcut haliyle bu ülkelere karşı yükümlülüklerini yerine getirme kabiliyeti taşımadığını ileri sürmüştür.

Merceği bugüne çevirip Kerç krizinin kronolojisine tekrar baktığımızda, Ukrayna-A.B.D. ve Rusya’nın birbirlerine karşı yaptıkları hamleler daha net görülmektedir: (1) 23 Eylül 2018’de (krizden iki ay önce) iki Ukrayna donanma gemisi Kerç Boğazı’ndan sorunsuz bir şekilde geçerek Odesa’dan Mariupol’a ulaşmıştır, yani o tarihte boğaz aktif bir kriz noktası değildir. (2) 11 Ekim’de İstanbul Fener Rum Patrikhanesi, üç yüzyıldır Rus Ortodoks Kilisesi’ne tâbi olan Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlık (otosefallik) talebini kabul etmiştir. (3) 15 Ekim’de Rus Ortodoks Kilisesi, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ilişkilerini kestiğini ilan etmiştir. (4) 14-16 Kasım’da Ukrayna Dışişleri Bakanı Klimkin, Washington, D.C.’ye yaptığı ziyarette mevkidaşı Mike Pompeo ile görüşmüş ve A.B.D.-Ukrayna Stratejik Ortaklığı Ortak Bildirisi imzalanmıştır. Kırım’ın ve Doğu Ukrayna’nın geri alınması gerekliliğini vurgulayan bildiri, Kerç Boğazı’nda Ukrayna gemilerine getirilen kısıtlamaları (örneğin, geçişten en az 48 saat önce Rus makamlarından izin alınması) kınamış ve Ukrayna’nın gelecekte NATO üyesi olma hedefini tekrarlamıştır. Bildirinin Türkiye için özellikle önem arz eden kısmında, “Ukrayna’nın ekonomik ve stratejik istikrarına zarar verecek Kuzey Akımı 2 ve Türk Akımı gibi Rus doğalgaz boru hatları projelerinin engellenmesi gerektiği” vurgulanmaktadır.*** (5) 19 Kasım’da, Karadeniz’in altından geçerek Ukrayna’yı dışarıda bırakmak suretiyle Güney ve Güneydoğu Avrupa’ya erişecek olan Türk Akımı projesinin denizdeki safhası tamamlanmıştır. (6) 25 Kasım’da Kerç krizi patlak vermiştir. (7) 6 Aralık’ta Başkan Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı John Bolton, A.B.D.’nin Kuzey Akımı 2 projesini (Baltık ülkelerini ve Polonya’yı devre dışı bırakarak Rus doğal gazını başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa’ya ulaştıracaktır) durdurmak için çeşitli alternatifleri değerlendirdiklerini belirtmiştir. A.B.D. Savunma Bakanlığı ise Türk Boğazları üzerinden Karadeniz’e savaş gemisi sevk etme planları hakkında Dışişleri’nin Türkiye’den izin almasını talep etmiştir.    

Soğuk Savaş’ın son Amerikan başkanının cenaze töreninin yapıldığı hafta o devrin hayaleti hala coğrafyamıza musallat olmaktadır. Rusya kırmızı çizgilerini ve bu çizgileri koruma kabiliyetini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyduğu halde, Ukrayna’nın NATO üyeliğini ve (Kilise örneğinde görüldüğü üzere) Rusya’dan her alanda uzaklaşmayı zorlaması, geniş çaplı savaş riski doğurmaktadır. A.B.D.’nin çatışma sarmalını tırmandırmak için fazla istekli, hatta teşvik edici görünmesi, George Kennan’ın uyarılarının halen dikkate alınmadığına işaret etmektedir. Şu ana kadar Başkan Putin kararlı, soğukkanlı ama proaktif değil, hamleye hamleyle karşılık vererek hareket etmiştir. Öte yandan, Baltık/Doğu Avrupa ülkelerinin Kuzey Akımı 2’yi, Ukrayna’nın ise Türk Akımı’nı tehdit olarak algılamalarının sebebi, bu projeler bittikten sonra Rusya’nın yapabileceği yeni hamlelerde (örneğin, doğal gazı kesmek suretiyle ekonomik savaş başlatmak) Batı ve Güney Avrupa enerji pazarları artık etkilenmeyeceğinden Avrupa’nın kendilerini korumak için daha az sebebi kalacağıdır.  

Son derece karmaşık olan bu jeostratejik denklemin içinde, bir yandan NATO üyesi olan ve Kırım’ın ilhakını resmen tanımayan, diğer yandan enerji hatlarında Rusya ile yakın işbirliği içinde bulunan Türkiye, kuzeyinde Türk Akımı’na yöneltilen açık tehdit, güneyinde Kıbrıs açıklarında tek taraflı doğalgaz arama çalışmaları ve güneydoğusunda Suriye’den sınırımıza yönelik kurulacak gözlem noktaları dolayısıyla üç fırtınanın kesişme noktasında yer almaktadır. Bu “kusursuz fırtına”dan en az zararla çıkmak için Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu diplomatik ortak, kanaatimce, birçok parametreyi (NATO üyeliği, Kırım’ın ilhakını tanımama, Kuzey Akımı 2’de Rusya ile işbirliği, A.B.D. ile karşılıklı güven bunalımı) paylaştığı Almanya olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim, Minsk süreci Almanya’nın Rusya-Ukrayna sorunundaki yapıcı ve etkin rolünü ortaya koymuştur. Ne var ki, Şansölye Merkel’in daha üç yıl görev süresi bulunmasına karşın ayrılacağını açıklaması ve Almanya’da ufukta görünen yönetim değişikliği, Türkiye’nin (ve Almanya’nın) ihtiyaç duyduğu bu ortaklığın kurulabileceğine dair ciddi şüpheler doğurmaktadır.  

 

* Bknz: George Kennan’ın 2 Mayıs 1998’de New York Times yazarı Thomas Friedman ile röportajı.

** ‘Domain of losses’ kavramını daha kapsamlı incelemek isteyenlere Amos Tversky ve Daniel Kahneman’ın ‘Prospect Theory’ başlıklı 1979 yılı çalışması tavsiye edilir. Türkçe’ye Ümit/Beklenti Teorisi olarak çevrilmiştir. Kahneman bu yöndeki çalışmalarıyla Nobel Ekonomi Ödülü almıştır.

*** Amerikan Dışişleri Bakanlığı, A.B.D.-Ukrayna Stratejik Ortaklığı Ortak Bildirisi,  https://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2018/11/287421.htm