Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr
SD DEĞERLENDİRME - ABD-Çin Ticaret Savaşının Arka Planı
Murat Bayar
24 Eylül 2018 13:45
A-
A+

ABD yönetimi 17 Eylül 2018’de yaptığı açıklamada, Çin’in 200 milyar dolarlık ürününe bu ay sonu itibariyle %10 yeni gümrük vergisi uygulayacağını, karşılıklı ticari müzakerelerden sonuç alınamazsa söz konusu oranı Ocak ayında %25’e çıkaracağını duyurdu. Bu artışlar 2018 yılı başından itibaren devreye giren gümrük vergileriyle birlikte düşünüldüğünde ABD’nin bu ülkeden ithal ettiği ürünlerin yaklaşık yarısına tekabül ediyor. Söz konusu hamleye Çin’in aynı şekilde karşılık vereceğini açıklamasıyla birlikte çatışma sarmalına girildiği görülüyor. Benzer bir durumun Avrupa ile yaşanması Temmuz ayı sonunda AB Komisyonu Başkanı Juncker’in Beyaz Saray’a yaptığı ziyaretle şu an için önlenmişse de Kanada’yla yapılan yoğun ticari müzakareler kilitlenmiş durumdadır. ABD’nin adı geçen ülkelere/bloklara karşı yürüttüğü bu “ticaret savaşı”nın arka planı nedir ve dünya refahına olası etkileri nelerdir?

Uluslararası ticaret savaşı denildiğinde ilk akla gelenlerden birisi 1930’larda yaşanan vakadır. ABD’nin Büyük Buhran sırasında korumacı ticari politikalar uygulayarak ortalama gümrük vergisini %60’a varan oranlarda artırması ve diğer ülkelerin mütekabiliyet esası gereği karşılık vermeleriyle dünya bir ticari çatışma sarmalına girmiştir. Korumacı yasanın (Smoot-Hawley) yürürlükte olduğu 1930-1934 döneminde uluslararası ticaret hacmi üçte iki daralmış ve ekonomik kriz derinleşmiştir. Aynı dönemde Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi, korumacı ekonomik politikaların küresel düzeydeki siyasi etkileriyle ilgili tartışmaları başlatmıştır. Ekonomik hafızalarda böyle ibretlik bir örnek dururken Trump yönetimi neden küresel düzeyde bir ticaret savaşı başlatmayı göze almıştır?

Trump yönetiminin özellikle Çin’e yönelik tutumunun 20 yılı aşkın bir arka planı bulunmaktadır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin dış ticaret politikaları ulusal güvenlik konseyinde tartışılmışken 1993’de Clinton yönetimi yeni bir konsey kurmak suretiyle ekonomi ve güvenlik alanlarını ayırmıştır. Ulusal ekonomi konseyinin olumlu görüşüyle Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasına onay verilmiş ve resmi katılım 2001’de (Bush yönetimi döneminde) gerçekleşmiştir. Bu süreçte Clinton yönetimi, Çin’in ucuz işgücü sebebiyle başlangıçta bir miktar ticaret fazlası verirken ABD’nin kurduğu uluslararası ekonomik sistemin uyumlu bir üyesi haline geleceği ve Çin para birimi Yuan’da beklenen değerlenmenin de etkisiyle karşılıklı ticaretin belli bir dengeye oturacağı beklentisine sahiptir. Takip eden Bush yönetimi ise (demokratik barış teorisine gönderme yaparak) Çin’in ekonomik büyümesi devam ettikçe vatandaşlarından siyasi özgürlükler yönünde artan bir taleple karşı karşıya kalacağını, bu ülkenin demokratikleşmesinin ise bölgesel ve uluslararası güvenliğe katkı sağlayacağını ileri sürmüştür. 

The Economist dergisinde Mart 2018’de yayımlanan bir makalede belirtildiği üzere, ABD yönetimlerinin yukarıda değinilen ticari ve siyasi varsayımlarının kesin olarak çöktüğü bugün artık görülmektedir: ABD’nin Çin’e karşı verdiği ticari açık 2001 yılında 83 milyar dolarken ekonomik krizde olduğu 2009 yılında 227 milyar dolara, Donald Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılında ise 347 milyar dolara tırmanmış bulunmaktadır. Siyasi mecrada ise çok partili demokratik rejimin önünün açılması bir yana, tek parti rejimi korunmuş ve anayasada yapılan değişiklikle başkanlıkta iki dönem sınırı kaldırılarak mevcut Başkan Xi Jinping’in ömür boyu bu makamda kalabilmesi mümkün kılınmıştır.   

Amerikan Kongresi’ne 2000’li yıllarda sunulan yıllık  değerlendirme raporlarında Çin’in ticaret fazlasının artarak devam etmesi öncelikle Yuan’ın “manipüle edilmesine” bağlanmaktadır (diğer sebepler arasında, özellikle ihracatçılara verilen örtülü sübvansiyonlar ile fikri ve sınai mülkiyet haklarının ihlali gösterilmektedir). Basitleştirerek anlatmak gerekirse, serbest piyasada işlem gören para birimlerinin geçerli olduğu ABD ile Fransa arasındaki ticarette, toplamda fazla veren Fransa’daki ihracatçılar kazandıkları doların bir kısmını vergi-maaş ödemek, iç piyasadan ara mamul almak vb. sebeplerle avroya çevirirler. Bu da avronun dolar karşısında değer kazanmasına ve Fransa’nın ihraç ettiği ürünlerin ABD’de pahalılaşmasına (aynı şekilde, Amerikan ürünlerinin Fransa’da ucuzlamasına) yol açar, dolayısıyla ABD’nin ticaret açığı sürekli artmaya devam etmez. ABD-Çin ticaretinde ise, Çinli ihracatçılar kazandıkları doların (ve diğer dövizin) tamamını Çin Merkez Bankası’na (ÇMB) satmakla yükümlü olmuş ve (eleştirilere göre) ÇMB aynı tutarda yeni Yuan basmıştır. Böylece Yuan üzerindeki değerlenme baskısını kıran Çin mallarını ucuz tutmayı ve ticaret fazlasını sürdürmeyi başarabilmiştir. DTÖ’nün ticari işlemleri düzenlerken kur rejimi gibi finansal konuları kapsam dışında bırakması, söz konusu boşluğun oluşmasından sorumlu tutulmaktadır.  

Çin’e yönelik kur manipülasyonu ve haksız rekabet eleştirileri, sanılanın aksine Trump yönetimi döneminde başlamamıştır. Bush yönetiminin talepleriyle Çin 2005’de Yuan’ın dar bir bantta dalgalanmasına izin vermiş, 2010’da ise Obama yönetimi ekonomistlerin %25-40 civarında suni olarak değersiz tutulduğunu düşündüğü Yuan’a yönelik manipülasyonun sona erdirilmesini talep etmiştir. Obama yönetimi döneminde ekonomik krizle mücadele edilirken Çin’in büyümesini %8-10 arasında sürdürmesi, diğer bir deyişle ABD’de işsizlik oranı iki kattan fazla artarken Çin’in “haksız kazanç” elde etmeye devam etmesi, Donald Trump’ın iktidarına ve söylemlerine zemin hazırlamıştır.

Çin haksız rekabet iddialarını kategorik olarak red etmekte ve 2007’de ABD’de başlayıp Avrupa’da devam eden kriz sırasında bir istikrar abidesi olduklarını belirtmektedir. ABD’deki krizin, finansal sistemin yeterince regüle edilmemesi ve denetlenmemesi dahil birçok dahili sebebi varken Çin’in günah keçisi olarak öne sürüldüğü dikkate alınması gereken bir görüştür. Ancak, yukarıda belirtildiği üzere, Çin’in ticari uygulamalarına yönelik eleştiriler krizden çok önce, Bush yönetimi döneminde başlamıştır. Küçük bir internet araştırmasıyla görülebileceği üzere, diğer ülkelerdeki bir çok üreticinin geçmiş yıllarda Çin’e yönelik benzer şikayetlerde bulunmaları, sorunun ABD ile sınırlı kalmadığına işaret etmektedir. Trump yönetimi bu süreçte, ABD’nin kronik olarak ticaret açığı verdiği Çin, Kanada, Meksika ve Avrupa Birliği’ne karşı tehdit, aşırı talepler ve hatta hakarete varan söylemler içeren katı müzakere yöntemiyle sonuç almayı hedeflemektedir.  

Sonuç olarak, Trump yönetiminin özellikle Çin’e karşı tutumunu tehlikeli bir kumar olarak nitelendirmek mümkünse de, 20 yılı aşkın bir arka planı göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde, ucuz işgücü için üretimini Çin’e veya Meksika’ya taşıyan büyük Amerikan şirketleri kâr etmeye devam ederken, 2007 kriziyle fakirleşen Amerikan halkının sisteme en sert eleştirileri yönelten önce sol, sonra sağ görüşlü adayları iktidara getirmesini doğru analiz etmek mümkün olmayacaktır (güvenlik konularına bu yazıda yer verilmemiştir). Ancak, taraflar geri adım atmazsa kaçınılmaz hale gelen ticaret savaşının sonunun 1930’lardan daha hayırlı olmasını beklemek için bir sebep yoktur. Burada not edilmesi gereken belki en çarpıcı gelişme, Çin’in DTÖ’ye katılmasıyla hızlanan küreselleşme sürecinin bu ülkeyi uluslararası ekonomik sistemin uysal bir parçası yapmak bir yana, ABD’yi bile (en azından belirgin bir kesimini) kendi kurduğu sistemin temellerini sarsar hale getirmesidir.