Çin Devlet Başkanı Xi Jinping 3 Eylül 2018’de Pekin’de düzenlenen Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) açılış konuşmasında kıtaya yönelik 60 milyar dolarlık yardım, kredi ve yatırım paketi sözü vermiş bulunmaktadır. Belirtilen tutarın 15 milyar doları yardım ve sıfır/düşük faizli krediler, 20 milyar doları ticari faizli krediler, 10 milyar doları kalkınma finansmanı ve 5 milyar doları Afrika’dan yapılacak ithalatın finansmanı için ayrılmış olup 10 milyar doları ise özel sektör yatırımı şeklinde planlanmıştır.
Çin’in Afrika ülkelerine yönelik yardım, kredi ve yatırımları uluslararası politik ekonomi çalışmalarında ele alınmakla birlikte güvenlik araştırmalarına da konu olmaktadır. Nitekim, dış yardımın 20. yüzyılın ikinci yarısında uluslararası bir siyaset aracı olarak ortaya çıkmasında donörlerin ekonomi ve güvenlik motivasyonları eş zamanlı etkili olmuştur. Diğer bütün donörler için sorulduğu üzere, Çin’in Afrika’ya yönelik dış yardım yaklaşımındaki motivasyonların ne olduğu bu anlamda önemli bir soru olarak ortaya çıkmaktadır.
Literatürde modern zamanlardaki dış yardımın başlangıcı, 2. Dünya Savaşı sonrasında A.B.D.’nin Batı Avrupa’daki müttefiklerini ve işgal altında tuttuğu bölgeleri Sovyet tehdidine karşı güçlendirmek için yürürlüğe koyduğu Marshall Yardımı’na (1948) dayandırılmaktadır. Türkiye ve Yunanistan’ın dahil edilmesiyle kapsamı genişleyen Marshall Yardımı, NATO (1949) ile birlikte ele alındığında aynı paranın ekonomi ve güvenlik şeklindeki iki yüzü olarak görülebilir. Bu yardım programının birkaç yıl içinde görece başarılı sonuçlar vermesiyle A.B.D. aynı tecrübeyi Asya ve Afrika’da bağımsızlığını yeni kazanmış ve henüz Soğuk Savaş’ta tarafını seçmemiş ülkelere (o dönemin tabiriyle “3. Dünya”ya) uygulama yoluna gitmiştir. Sovyetler Birliği’nin de yardım yarışına girmesiyle birlikte gelişmekte olan ülkeler 1950’lerden itibaren iki süper gücün nüfuz oluşturma mücadelesine sahne olmuştur. Bu konjonktürde, en küçük ülkenin dahi Birleşmiş Milletler (B.M.) Genel Kurulu’nda bir oyu bulunmasının yanı sıra bir çoğunun jeopolitik veya doğal kaynaklar açısından önem arz ettiği göz önüne alınarak güvenlik motivasyonu A.B.D.’nin dış yardım doktrininde önemini korumuştur.
Dış yardımın etkilerini incelemek amacıyla Dünya Bankası ve Batılı araştırma kurumları tarafından 2000’li yıllarda yapılan çalışmalar, eski kolonilerin ve B.M. oylamalarında işbirliği yapan ülkelerin daha fazla yardım aldığını, buna karşın alıcının gelir düzeyinin düşüklüğünün yardımda öne çıkan bir unsur olmadığını ortaya koymuştur. Söz konusu çalışmaların büyük çoğunluğunun vardığı sonuç, gelişmiş ülkelerin dış yardım programlarının alıcıların ihtiyaçlarından çok donörlerin ekonomi ve güvenlik motivasyonlarınca belirlendiği ve bu anlamda çıkar çatışmasına sahne olduğu, neticede alıcı ülkeleri az gelişmişlik sarmalından kurtaramadığı, hatta bu sorunların derinleşmesine katkıda bulunduğu şeklindedir.
Gelişmiş ülkelerdeki yardım ajanslarının ve Dünya Bankası’nın geçmiş tecrübelerini masaya yatırdıkları ve resmi yardım hedeflerine ulaşamamanın sebeplerini tartıştıkları dönem aynı zamanda Çin’in ekonomik bir dev olarak ortaya çıktığı yıllara denk gelmektedir. Dünya Ticaret Örgütü’ne girdiği 2001 ile 2016 yılı arasında sadece A.B.D.’ye karşı elde ettiği ticaret fazlası %318 artarak 347 milyar dolara ve ulusal varlık fonu (CIC) 814 milyar dolara ulaşan Çin, elde ettiği bu muazzam ekonomik gücü ulusal kalkınmasının ve güvenliğinin yanı sıra dış yardım hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla da kullanmaktadır. A.B.D. ve Avrupa’da geçtiğimiz yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin de etkisiyle yıllık ekonomik büyüme oranı 2010’da %10’un üstündeyken 2017’de %7’nin altına düşen Çin’in aktif dış yardım politikasını sürdüreceği, yazımızın girişinde yer verilen gelişmelerden anlaşılmaktadır.
“Pekin Konsensüsü” olarak adlandırılan Çin’in yaklaşımında, dış yardım ve kredi sağladığı gelişmekte olan ülkelerin iç işlerine karışmama ve onlara siyasi reform dayatmama prensipleri, yukarıda bahsi geçen Batı çıkışlı resmi yardım programlarından ayırt edici bir unsur olarak öne çıkmaktadır. “Sizi değiştirmek istemiyoruz, olduğunuz gibi seviyoruz” şeklinde de dile getirilebilecek bu yaklaşım, on yıllardır demokratikleşme, yolsuzlukla mücadele ve diğer siyasi-ekonomik alanlarda yoğun reform baskısına maruz kalan gelişmekte olan ülkelere cazip gelebilmektedir. Fiili uygulamaya bakıldığında Çin’in yardım alıcı ülkelerden siyasi olarak beklediği tek karşılığın “Tayvan Sorunu”nda kendisiyle birlikte hareket etmeleri olduğu görülmektedir. Çin’in Afrika’yla olan ticaret hacminin 2002 yılında 12 milyar dolar iken 2014 yılında 215 milyar dolara ulaşmış olması hislerin karşılıksız olmadığına ve ilişkilerin çok yönlü olarak geliştiğine işaret etmektedir.
Çin’in Afrika’da artan varlığına yönelik eleştirilerden birisi, bu ülkenin kıtaya yaptığı yardım ve kalkınma finansmanının özellikle ticari motivasyonlardan kaynaklandığı şeklindedir. Çin tarafından finanse edilen projelerden verilen ihalelelerin %70’inin yine Çinli firmalara gittiği, bu süreçte projelerin sürdürülebilirliği veya çevreye etkisi hususlarının göz ardı edildiği iddialar arasındadır. Söz konusu projelerde çalışan mühendis ve nitelikli işçilerin çoğunlukla Çin’den getirildiği algısı (Johns Hopkins Üniversitesi Çin-Afrika Araştırma İnisiyatifinin Çin resmi kaynaklarına dayandırdığı verilere göre Afrika’daki Çinli işçi sayısı 2016 yılı sonu itibariyle 227,407’ye ulaşmıştır; söz konusu projelerde çalışan toplam işçi sayısına ulaşılamamıştır) söz konusu yardım ve yatırımlarda teknoloji ve bilgi transferinin çok sınırlı kaldığı yorumlarına yol açmaktadır. Çin’den ithal edilen imalat ürünlerinin karşısında Afrika’nın daha çok doğal kaynaklarını ihraç etmesinin kıtanın kendi imalat sektörlerini geliştirmesi önünde bir engel olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır. Son olarak, Çin’in verdiği kredilerin kıtayı bir borç sarmalına sokarak bu ülkeye yüksek düzeyde bağımlılık yarattığı, dış yardım yaklaşımıyla birlikte değerlendirildiğinde bunun yeni bir tür kolonileşme süreci olduğu eleştiriler arasındadır.
FOCAC açılış konuşmasında 2018 sonunda vadesi gelecek faizsiz kredilerin düşük ve orta gelir düzeyindeki birçok Afrika ülkesi için silineceğini ifade eden Başkan Xi Jinping, Çin’in “borç tuzağı diplomasisi” yürüttüğüne dair özellikle Batı ülkelerinden kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı çıkmış ve kıtayla olan ilişkilerinde iç işlerine karışmama kararlılıklarının sürdüğünü vurgulamıştır. Konuşmada, önümüzdeki 8 yıllık sürede 147 milyon dolarlık acil gıda yardımının yapılması, dünyada yükselmekte olan korumacılığa karşı uluslararası ticaretin geliştirilmesi için yeni limanların inşa edilmesi, 500 tarım uzmanının kıtaya gönderilmesi ve burslar verilmesi dahil birçok inisiyatifin planlandığı ifade edilmiştir. Forumda konuşma yapan Güney Afrika Cumhuriyeti Başkanı Cyril Ramaphosa ise Çin’in Afrika’da artan varlığının yeni bir tür kolonileşme olduğu şeklindeki dış kaynaklı eleştirileri reddetmiştir.
Yukarıda yer verilen tartışmalardan birkaç adım geriye atıp büyük resme baktığımızda, Çin’in dış yardım yaklaşımının Batı’nın demokratikleşme ve yolsuzlukla mücadele ajandasını baltaladığı şeklindeki eleştiriye çok fazla veri desteği görülmemektedir. Şöyle ki, yine Batılı araştırma kurumlarındaki akademisyenlerin ve uzmanların önde gelen uluslararası dergilerde yaptıkları yayınlarda, İskandinav ülkelerinin ve Avustralya’nın yolsuzlukla mücadelede bir hassasiyeti ortaya çıksa da genel olarak gelişmiş ülkelerden yapılan yardımlarda yolsuzlukla mücadelenin bir etken olmadığı, bilakis bu yardımların yolsuzluğu artırdığı sonucuna varılmıştır. Benzer araştırmalar, demokratik veya demokratikleşmekte olan ülkelerin daha fazla yardım almadığını, hatta otoriter yapıdaki bazı devletlerin jeopolitik konumları dolayısıyla yardım listelerinin en tepesinde yer alabildiğine işaret etmişlerdir. Diğer bir deyişle, Çin’in dış yardım yaklaşımı hakikaten yolsuzluğu azaltmıyor veya otoriter yönetimleri güçlendiriyor olabilir, ki bu yardım alıcısı ülkelerin uzun vadeli refahı açısından mutlaka incelenmesi gereken bir husustur, ancak, bu eleştirileri dile getirilen ülkelerin 60 yıla varan kendi dış yardım tecrübelerinin de daha parlak bir karnesi bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, dış yardım alıcısı ülkelerin refahının donörlerin kendi çıkarları karşısında ikinci plana atılmaması veya gözardı edilmemesi hem insani, hem de ahlaki açıdan vazgeçilmez bir hedef olarak muhafaza edilmelidir. Aksi halde, geçmiş yüzyılların açık sömürgeciliği 21. yüzyılda örtülü sömürgecilik olarak sürmeye devam edecektir.