Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Gazetecinin Katli ve “Yumuşak Güç”

*  Murat Bayar

Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın 2 Ekim 2018 tarihinde, vatandaşı olduğu Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’na girdikten sonra bir daha kendisinden haber alınamaması ile başlayan süreç, Suudi Devleti’nin 20 Ekim’de yaptığı açıklamada Kaşıkçı’nın konsoloslukta öldürülmüş olduğunu kabul etmesiyle birlikte yeni bir aşamaya varmıştır. Kaşıkçı cinayeti halen yargı sürecinde olduğu için hadisenin kriminal boyutuna girmeyeceğim; yargı süreci sonuçlanmadan failleri veya azmettiriciyi ilan etme gayretinde de değilim. Ancak, dünya manşetlerine üç hafta boyunca hakim olan bu haberin yerini başka gelişmelere (örneğin, A.B.D.’de Kongre seçimlerine kısa bir süre kala önde gelen Demokrat partililere posta yoluyla gönderilen bombalar) bıraktığı bu günlerde, gazetecinin katlini mevcut “dünya düzeni,” özellikle de savunduğu değerler açısından A.B.D.’nin ne kadar tutarlı davrandığı bakımından incelemek anlamlı olacaktır. Cinayetin gerçek failleri ve azmettiricileri ortaya çıkarılabilirse, dış politika açısından daha geniş çaplı bir değerlendirme yapmak mümkün olacaktır.     

Ulusal ve uluslararası bir çok dergi, kitap ve diğer medya, 2. Dünya Savaşı sonunda kurulan ve Soğuk Savaş’ın bitimini müteakip tek kutuplu hale dönüşen dünya düzenine, 2000’li yıllarda ekonomik ve askeri olarak yükselen başta Çin olmak üzere yeni güçlerce meydan okunduğu analizlerini paylaşmaktadır. 2008 Amerikan finansal krizi ve sonrasında Trump yönetiminin politikaları (örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün temelini sarsacak şekilde gümrük duvarlarının yükseltilmesi; diğer üye ülkeler katkılarını artırmazlarsa NATO’dan çekilebilecekleri tehditi), mevcut dünya düzeninin ömrünü tamamlamaya yaklaştığının emareleri olarak kabul edilebilir. Gazeteci Kaşıkçı’nın katli ve buna uluslararası camianın ver(me)diği tepkiler bu sürecin neresinde yer almaktadır?

Mevcut dünya düzeninin temel taşlarını oluşturan kurumların bir çoğunun (özellikle, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, NATO) inşa edilmesine ve işleyişine A.B.D. liderlik etmiştir. Söz konusu liderlik sadece ekonomik ve askeri “sert güç”e değil, Harvard Üniversitesi Profesörü Joseph Nye’ın “yumuşak güç” olarak tanımladığı, demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi temelindeki liberal modelin dünyaya sunulmasına dayanmaktadır. Ancak, bugüne gelindiğinde, emsalsiz dış ticaret açığı ekonomik olarak, yurtdışındaki 700 civarındaki üsleri ise askeri olarak A.B.D.’nin sert gücünün sınırlarını zorlamaktadır. Son olarak, aksi yöndeki güçlü delillere karşın, Trump yönetiminin ticari ve stratejik çıkarlarını öne sürerek Suudi yönetimini gazeteci Kaşıkçı’nın ölümünden ayrı tutma çabaları, A.B.D. liderliğinin ikinci ayağını oluşturan yumuşak gücün de sonuna gelindiğine işaret etmektedir.   

İnsan hakları temelli değerler sistemine tezat uygulamalar elbette Trump yönetimi ile başlamamıştır. Nobel Barış Ödülü sahibi Başkan Obama’nın, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanmaması yönünde koyduğu “kırmızı çizginin” (konvansiyonel silahlarla sivilleri öldürmek yeterince ağır bir suç değil midir, buna girmiyorum) ihlali tespit edildiği halde bu uyarının gereğini yapmaması; daha gerilere gidildiğinde ise Latin Amerika’da ağır insan hakları ihlalleri yapan cuntaların desteklenmesi vb. örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla, A.B.D.’nin söz konusu değerler sisteminin bırakın öncülüğünü yapmayı, iyi bir temsilcisi olarak anılmayı dahi hak etmediği savunulabilir. Bu anlamda, Trump yönetiminin gazeteci Kaşıkçı’nın katline verdiği tepkilerin, önceki birçok yönetimden özünde farklılık göstermediği sonucuna varılabilir. Bu vakanın yumuşak gücün tükenmesi açısından önemi, Başkan Trump’ın kendine has üslubunun da etkisiyle, gösterilen kayıtsız tavrın aleniyetidir.

Gazeteci Kaşıkçı hadisesi üzerinden A.B.D.’yi eleştirirken dünyanın geri kalanının ne yaptığına bakılmazsa adil ve tarafsız bir gözlem ortaya konulamaz. Söz konusu hadisenin manşetlere egemen olduğu günlerde Suudi Arabistan’da gerçekleşen ve “Çöldeki Davos” olarak anılan küresel yatırım konferansına Batılı bir çok uluslararası şirket yöneticisi katılmayacaklarını açıklamışlardır. Ancak, Suudi Arabistan’ın konferans sonucunda başta petrol yatırımları olmak üzere bir çok alanda, Batılı şirketler dahil yatırımcılarla toplamda 50 milyar doları aşan anlaşmalar imzalamış olması, söz konusu tepkilerin, tabiri caizse, göstermelik olduğuna işaret etmektedir. Dahası, Çin, Hindistan ve Rusya yönetimleri gazetecinin katlini Trump yönetimi kadar dahi irdelememişlerdir. Soruşturma sonuçlanana kadar Suudi Arabistan’a silah satışını askıya alan Almanya ve bu doğrultudaki öneri mahiyetinde bir tasarıyı kabul eden Avrupa Parlamentosu’na karşın, söz konusu silah ticaretinde ön saflarda yer alan Birleşik Krallık ve Fransa’dan henüz cılız tepkiler gelmiştir. Türkiye 4 milyona yakın Suriyeli mülteciyi barındırırken toplamda 1 milyon mülteciyi almamak için dağılma noktasına gelen Avrupa Birliği’nin insan hakları konusunda ahlaki liderlik yapmaya layık olup olmadığı ayrıca tartışılabilir. Bu bağlamda, söylemler ne olursa olsun, fiili siyasete bakıldığında Machiavelli’nin öğütlerinin 500 yıl sonra bile tatbik edildiği sonucuna varılabilir.  

Yukarıdaki tablo, A.B.D.’nin mevcut dünya düzenini ne sert güç, ne de yumuşak güç ile sürdürme kapasitesine veya niyetine artık sahip olmadığını, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi diğer dört ülkenin (Birleşik Krallık, Çin, Fransa, Rusya) ise daha iyi bir konumda bulunmadığını göstermektedir. Bu durumda, bir başka Harvard Profesörü’nün, Stephen Walt’ın Foreign Policy dergisinde 1 Ağustos 2018 tarihinde yayımlanan “Neden Uluslararası Düzeni Savunmak İçin İmzacı Olmadım” başlıklı yazısında yaptığı çağrıya kulak vererek, ihtiyaç duyulan yeni düzenin nasıl olması gerektiğini tartışmak gerekmektedir. Söz konusu yeni düzende ahlaki liderlik yapmaya namzet bir devlet ortaya çıkacaksa, bu devletin hem ulusal, hem de uluslararası mecrada tutarlı bir biçimde bu değerleri öncelemesi gerektiği, aksi halde A.B.D.’nin çelişkilerini tekrarlamaktan öteye gidemeyeceği aşikardır.

 

30.10.2018