İçerisinden geçtiğimiz dönemde sinyaller karışmış durumdadır. Tekil ülke örnekleri üzerinden söyleyecek çok şey var. Örneğin Türkiye’nin içerisinden geçtiği türbülans. Meseleye iktisadi baktığımızda karşımıza çıkan manzara şu. 2011 krizi sonrasında dikkate değer yapısal reformlar yapıldı. Merkez Bankası yasası değiştirilerek nakit yönetimine disiplin getirildi. Hazine istediği gibi parasallaşmaya yol açacak borçlanma yapmayacaktı. Bankacılık sektörü ayıklandı ve disipline edildi. Mali yönetim reformu yapıldı. Oluşan olumlu havanın dünya finans bolluğu ile bir araya gelmesiyle 2008 küresel krizinin yarattığı küçük bir kesinti haricinde uzun süren bir büyüme patikası gerçekleşti. Aynı dönemde AB ülkeleri bolluk yaşadı. Yunanistan gibi ekonomik olarak fazla güçlü olmayan ülkeler de bundan bolca yararlandı. Çin aynı dönemde yüksek büyüme oranları yakaladı. İhracatı muazzam boyutlarda arttı.
2008 küresel krizi başta ABD ve AB ülkelerinde olmak üzere süreci tökezletmeye başladı. Öncesindeki bolluk bereket döneminin bir bedeli olacaktı elbette. Ülkeler ve havzalar bu bedeli ödemeye başladı. Sistemin merkezinde yer alan ABD’nin faiz artışları ve sermayenin yükselen piyasalardan çekilmeye başlaması ile beraber süreç iyice sıkıntıya girmeye başladı. Sonrasında ne olduğuna bakalım.
ABD, Çin’e karşı 2008 sonrasında artan boyutlarda açıklar verdi. Son yıllardaki seyre bakıldığında aslında ABD açısından ciddi negatif bir görünüm ortaya çıkmaktadır. 2008-2017 dönemindeki gerçekleşmelere göre 2008 küresel krizini takip eden yıldaki hafif bir düşüş haricinde ABD Çin’e sürekli açık vermektedir ve bu açık yıllar itibariyle artmaktadır. 2017 yılında toplam 1,547 trilyon dolar ihracat ve 2,343 trilyon dolar ithalat yapmış. Dış ticaret açığı yaklaşık 800 milyar dolar. Bu açığın 375 milyar dolarını Çin’e karşı vermektedir. Diğer büyük ticaret ortaklarına bakıldığı zaman, geriye kalan açığın 71 milyar dolarını Meksika’ ya, 69 milyar dolarını Japonya’ya, 64 Milyar dolarını ise Almanya’ya karşı vermektedir. Bu ülkeleri İtalya, Güney Kore, Hindistan ve Fransa takip etmektedir. ABD dış ticaret açığının yaklaşık %75’ini Çin, Japonya, Meksika ve Almanya’ya vermektedir. 2018 yılının ilk altı ayında da durum farklı değil. Bu dönemde ABD Çin’e 186 milyar dolar açık vermiştir. İhracatı 64 milyar dolar, İthalatı ise 250 milyar dolardır.
Bu gelişmeler sonrasında ABD sistemin baş aktörü olarak farklı ülke gruplarına değişik ataklarda bulunmaya başladı. Trump yönetimi saf iktisat bilimine inancı sağlam olan kesimlerce pek de beklenmeyen bir ticaret savaşı başlattı. Özetle açık verdiği ülkelerle yaptığı ticarete konu olan mallara gümrük vergileri uygulamaya başladı. Bazı mallara %25’e varan oranlardı bunlar. En büyük rakip olarak Çin’i görmekle beraber yanı başındaki ve NAFTA üyesi olan Kanada ve Meksika’yı bunun dışında tutmadı. AB ülkeleri de buna dâhil edildi. Kapitalist sistemin en önemli uydularından birisi olan Güney Kore de nasibini aldı.
Bu konu saf iktisadi bir sorun olarak mı konuşulacak örneğin? Akademi çevrelerinde ve medyada ticaret savaşı, gümrük vergileri ve ticaret açığı yanında bir de mülkiyet hakları olarak tartışıldı. Özü itibariyle saf iktisadi bir mesele olarak görülse de başta Almanya ve Fransa olmak üzere NATO ülkeleri ile olan finansmana katkı tartışmalarını da hatırlamakta yarar var. ABD yönetimi bu ülkelere “ya milli gelirinizin belirli bir oranında finansman katkısında bulunun, ya da artık bizden koruma beklemeyin” mealinde açık açık tehditler savurdu. Kimi kimden ve hangi tehditten koruyordu ABD? Uluslararası ilişkilerle uğraşan akademi ve medya mensuplarına bırakalım konuyu. Ancak koruduğu sistemin önemli bir unsurunun kapitalist sistemden elde ettikleri menfaatler olduğunu mutlaka akılda tutalım.
Tartışma burada bitmiyor. Aynı dönemde ABD, Kuzey Kore’nin nükleer silah sahipliğini gündeme bomba gibi düşürdü. Savaş tehditlerine kadar giden yüksek tansiyonlu atışmalar izledik. Bu arada ABD’den yüklü miktarlarda silah alımı anlaşmaları ile sonuçlanan Suudi Arabistan ve Katar sataşmalarını hatırlayalım. ABD yönetimi kendilerini koruduklarını ve bunun bedelini ödemeleri gerektiğini açıkça söyledi. Katar’a ambargo vs. derken, silah alımı anlaşmaları yapıldı ve Katar gündemden düştü.
Sadece bunlar mı? Elbette hayır. İran ambargosu belki de hem ekonomik hem de siyasi boyutuyla en ciddi olanı. Trump yönetimi önce nükleer anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Önceki yönetimin aptalca bir eylemi olarak niteledi ve İran’a baskı yapmaya başladı. İran’a üçüncü taraflar da dâhil bütün ticari faaliyetlerini kapsayan ambargoyu gündeme getirdi ve uygulamaya başladı. İran ile meşru ticaret yapanlara da Kasım ayına kadar zaman tanıdı ve bu ülke ile ticaret yapmaya devam ettikleri takdirde onların da düşman ilan edileceğini açıkça söyledi. AB ülkeleri, Hindistan, Çin ve Türkiye İran ile ticari faaliyetlerine devam edeceklerini açıklasalar da bunun böyle kalmayacağı açık.
Bitti mi? Hayır bitmedi. Rusya’ya yaptırım da önemli bir gündem maddesi. ABD yönetimi, zaten sürekli didişiyor gibi göründüğü Rusya’ya, eski Rus Ajanı Sergey Skripal’ın İngiltere’de zehirlenmesi olayını gerekçe göstererek, 22 Ağustos’tan itibaren yeni yaptırımlar uygulayacağını açıkladı. İlk adım olarak Rusya’ya yapılan ileri teknoloji içerikli elektronik ürünlerin ihracatı yasaklanacak. Tanınan üç aylık sürede Rusya’nın kimyasal silahları sivil halka karşı kullanmayacağını taahhüt etmesi ve kimyasal silah ürettiği tesislerini BM denetçilerine açması isteniyor. Bunu yapmadığı takdirde, diplomatik ilişkilerin ve karşılıklı uçuşların kısıtlanacağı ve son olarak bütün ticari ilişkilerin kesileceği belirtiliyor. Bu yaptırım çerçevesinin hangi boyutu iktisadi, hangi boyutu siyasi?
Örnekleri daha da arttırabiliriz. Gelelim ABD-Türkiye tartışmasına ve yaptırımlara. NATO üyeliği ve stratejik iki müttefik olarak her zaman beraber anılan ABD ve Türkiye arasında zaman zaman karşı karşıya gelmeler ve tatsızlıklar oldu. Kıbrıs çıkarması sonrasındaki silah ambargosu ve Irak’ın işgalinde gündeme gelen 1 Mart tezkeresi bunun örnekleridir. Suriye’deki iç çatışmalar ve Türkiye sınırındaki PYD yapılanması da iki ülkeyi karşı karşıya getirdi. Güvenli bölgeler ve Suriye’deki muhalif gruplara verilen destekler sürekli bir didişmeye yol açtı. Lakin bugünkü yoğun tartışmaların dozunu yükselten 15 Temmuz oldu. Darbe girişiminin PDY ile bağlantısı ve Fethullah Gülen’in iadesinde ABD’nin istekli davranmaması didişmeyi derinleştirdi. Halkbank genel müdür yardımcısının ABD’de tutuklanması ve yargılanması, Andrew Brunson’un Türkiye’de tutuklanıp yargılanması ile buraya kadar geldik.
Şimdi bu didişmelerin ekonomik etkilerine bakalım. Türkiye’nin, özellikle özel sektör dış borcunun yüksekliğinin, Ağustos ayındaki ödemelerin de etkisiyle, dolar kurunu 4 TL’nin üzerine çıkaracağı bekleniyordu. Temmuz ayının ikinci yarısında 4,7 TL’ye de çıktı. Buraya kadar da bir ölçüde ekonomik rasyonalitesi olan bir durum olduğunu düşünebiliriz. Ancak mahkemenin Brunson’un tutukluluğunun devamına karar vermesi ve ABD yönetiminin yaptırımları gündeme getirmesi işi çığırından çıkardı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ABD’deki mal varlıklarının dondurulmasını da içeren yaptırım kararı sonrasında dolar kuru 5 tl’yi geçti. Ardından kredi derecelendirme kuruluşlarının yorumları, bir heyetin ABD’ye gitmesi, görüşmelerin olumlu geçmediğine yönelik haber akışları kuru 6,5 civarına kadar getirdi. Şimdi bu kur hareketlerinin hangi düzeyi ekonomik, hangi düzeyi siyasi?
Şu denebilir belki. Siyasi anlaşmazlıklarımız var. Ancak ekonomideki kırılganlığımız dolayısıyla bu anlaşmazlıklar ekonomiye de yansıyor. Belki ama şu fotoğrafı görmek gerekmez mi? ABD Çin’e karşı fazla açık verince gümrük vergilerini yükseltiyor. Hatta siyasi anlaşmazlığı pek bulunmayan yanı başındaki “dost” ülkelere de. Körfez ülkelerine teröre destek gerekçesiyle baskı yapıyor ama silah satınca konuyu rafa kaldırıyor. İran’a yayılmacılığı dolayısıyla yaptırım uygulamasını gündeme getirirken ticari olarak yok edecek kadar ağır bir uygulamayla ortaya çıkıyor. Rusya’ya henüz küçük ancak ciddi ticari içerikli adımlarla yaptırıma başlıyor. Türkiye tasarruf açığı veren bir ülke olduğundan finans ve kur silahıyla karşılaşıyor. Türkiye tasarruf açığı veren bir ülke, ama Çin ticaret fazlası veren bir ülke. ABD her iki ülke ile de sorunlu.
Bütün bu saydıklarımız iktisadi mi yoksa siyasi mi? Ülkemizdeki iktisadi türbülans başta olmak üzere soğukkanlı bir şekilde düşünmemizde yarar var. İçerisinde ekonomik çıkarların olmadığı siyasi girişimlerin nihai amacı ne olabilir? Ya da siyasi olarak desteklenmeyen ekonomik işbirliklerinin sürdürülebilirliği ne kadar mümkündür? Örneğin ABD’nin Taliban olmadan kalıcı bir barış ve güvenlik ortamının sağlanamayacağı yönündeki düşüncesi radikalizme ılımlı bakmaya başladığı anlamına mı gelir, yoksa bölgeyi daha da istikrarsızlaştırarak yeni ekonomik çıkarlara aralanacak kapılara mı denk düşüyor. Irak Merkez Bankası’nın ülkedeki İran bankaları ile dolar alışverişini yasaklaması ABD’yi memnun ederken Irak’ın hangi sorununa çözüm olacak?
Türkiye’nin içerisinden geçtiği sıkıntılı dönemi IMF istikrar programı penceresinden okuyarak değerlendirmek tek başına bizi yanlışa götürür. Dünya iktisadi yapısı sistemik bir krizin eşiğinde. ABD ve dolar hegemonyası dünya ekonomisi ve özellikle de gelişmekte olan ekonomiler için bir tehdit olmaya başladı. Mevcut sistemi eleştiren veya artık oyunda biz de varız diyen her ülke bir şekilde yaptırımla karşılaşıyor. Yukarıda özetle verdiğimiz olaylar ve çekişmeler sadece iktisadi olarak okunabilecek nitelikte de değil. İktisadi bazı dengesizliklerimiz olsa da, doların bu kadar yükselmesi ve çözüm olarak sadece faizin birkaç puan daha yükseltilmesi üzerinden okunması çok da gerçekçi değil.
İktisadi gerçeklerimizi görmezden gelelim demiyorum. Ancak içerisinden geçtiğimiz dönemi saf iktisadi bir sorunlar yumağı olarak görüp fazla indirgemeci çözüm önerileri ile basite almayalım diyorum. Biriken iktisadi negatif enerjiyi yönetmek ve gerekirse bir bedel ödemek zorundayız. Aslında ödedik bile. Ancak daha da fazla bir bedel ödediğimizde sorunun çözülebileceğini düşünmek asla gerçekçi değil. NATO’nun bu noktadan sonra hangi yöne evirileceği önemli bir sorudur. Türkiye’nin NATO içerisinde önemli bir güç olduğu halde zor zamanlarda kendisini hep yalnız hissettiği göz ardı edilemez. Hava savunma sistemleri konusunda Rusya’dan S-400 almaya ilişkin kararlılık ve ABD’nin karşı duruşu konuşulan diğer konulardan daha önemsiz değildir. Ne ABD ile bizim yaşadığımız anlaşmazlıklar, ne ABD ile Rusya ve Çin arasındaki gerginlikler, ne de dünyanın diğer bölgelerindeki tartışmalar yakın zamanda bitecek gibi görünmüyor. Stratejik düşünmenin ve soğukkanlı bir şekilde, kısır tartışmalardan uzak durmanın en doğru zamanı.
12.08.2018