Türkiye ekonomisi bir türbülanstan geçmektedir. Enflasyon oranı yükselirken, döviz kuru geniş aralıklarda dalgalanmakta, başta enerji olmak üzere girdisi ithalata dayalı olan malların fiyatı yükselmektedir. Yükselen maliyetler dolayısıyla başta inşaat sektörü olmak üzere üretici sektörler zora düşmekte ve ekonominin daha da daralacağı yönünde bir kanaat oluşmaktadır. Peki, bu türbülanstan çıkış için ne yapılabilir?
Para politikalarına dayalı klasik yaklaşım taraftarları faizlerin daha da arttırılması yönünde öneri getirmektedir. Buna göre, faizlerin artmasıyla pahalı hale gelen kredi hacmi daralacak ve talep düşecektir. Talep düşüşü enflasyonu yavaşlatacaktır. Bu arada faiz artışı dolayısıyla getirisi artan tahvil, bono ve mevduat gibi yurtiçi tasarruf araçlarına yabancıların talebi artacak ve yurtiçine sermaye girişi olacaktır. Sermaye girişi ile beraber döviz kuru gevşeyecek ve ekonomi yeniden büyüme sürecine girecektir.
Bu senaryonun çalışması mümkün müdür? Elbette mümkündür. Normal şartlarda senaryonun çalışması halinde, faiz artışları ve talep daralmasının bir maliyeti de olacaktır. Kısa dönemde, örneğin 2019 yılını da kapsayacak bir daralma olasıdır. Daralma ile kastımız mutlaka negatif büyüme değildir. Ama en iyi ihtimalle de %2-3 civarında bir büyümeye razı olmak anlamına gelebilir.
Diğer yandan bu senaryonun maliyetlerini daha da arttıracak politik riskler bulunmaktadır. ABD ile oluşan güvensizlik, Suriye’deki gelişmelerin seyri ve savunma sanayiindeki yeni eğilimler faiz artışına rağmen sermaye girişini beklenen ölçüde teşvik edemeyebilir. Bu da hem yurtiçinden kredi hacminin daralması sonucu düşen talebin yaratacağı daralma, hem de yeterli sermaye girişi olmaması dolayısıyla ekonominin toparlanamaması sonucunu doğurabilir. Yani maliyet ödendiği halde beklenen iyileşme sağlanamayabilir.
Türbülans dönemlerinde gündeme gelen diğer bir politika aracı sermaye kontrolüdür. Sermaye kontrolü, sermaye giriş-çıkışlarına getirilen kısıtlamalardır ve bazen sadece çıkışlara, bazen de değişik dozlarda hem çıkışlara hem de girişlere konulur. Bu kısıtlamalar yurtdışına döviz transferine getirilebilecek miktar kısıtlamaları olabileceği gibi, yabancı tasarruf araçlarına yapılacak yatırımlara kısıtlama veya yabancıların yerli araçlara yatırım yapmasına getirilen kısıtlamalar da olabilir. Bazen dolaylı olarak da kısıtlar konulabilir. Örneğin borsadaki bir hisse senedinin alınması halinde bir yıldan önce elden çıkarılamayacağı ya da çıkarılması halinde daha yüksek vergiye tabi tutulması mümkün olabilir. Benzer şekilde TL mevduatı, döviz tevdiat hesaplarına göre daha cazip hale getirilebilir. Geçen hafta alınan kararlardan beklenen, tasarruf sahiplerinin döviz yerine yerli parayı tercih etmeleridir.
Sermaye kontrolü 1930’larda ortaya çıkan ekonomik çöküşten 1970’lerin başına kadar yoğun olarak uygulanmaktaydı. 1970’lerde kontroller gevşemeye başladı ve 1980’lerde daha da hızlandı. Hatta sermaye kontrolü sözü bile büyük bir “sürçülisan” olarak algılandı. Bu sözün hele de bir politikacının dilinden duyulması doğrudan ve genellikle olumsuz sonuç yaratmaktaydı.
2014 yılında bu tartışma ülkemizde de yapıldı. 2013 yılı sonu itibariyle enflasyon %7’lere düşmüştü. 2014 yılında ikinci çeyreğinde enflasyon %9’un üzerine çıkınca TCMB faiz oranını yükseltti. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan buna bir süre sabredebileceğini ancak başka önlemler üzerinde de düşündüklerini söylemişti. O dönemde sermaye kontrolü gelebileceğine dair bir algı oluşmuştu.
Aslında sermaye kontrolü değişik biçimlerde birçok ülkede değişik konjonktürlerde uygulandı ve halen de uygulanmaktadır. Şöyle bir gerçek var. Sermaye birikimi yeterli olan ve özellikle sermaye ihraç eden ABD, İngiltere ve Kanada gibi üst gelir grubunda bulunan ülkelerde sermaye üzerinde genellikle kısıtlama yoktur. Orta gelir grubunda bulunan ülkelerde konjonktüre bağlı olarak kontroller uygulanırken, alt gelir grubundaki ülkelerde kısıtlar genellikle daha fazladır.
Son dönemlerin sert bir örneği Yunanistan’da 2015 yılında getirilen kontrollerdir. Küresel kriz sonrası bir türlü toparlanamayan Yunanistan’a, AB Merkez Bankası acil yardımı devam ettirmeyeceğini açıklayınca hükümet sermaye kontrollerine karar verdi. Yerli bankalardan yabancı bankalara transferler üzerindeki kısıtlardan nakit çekme miktarını 60 avroyla sınırlayan uygulamalara kadar çeşitli kısıtlar getirildi.
Başka ülkelerde de çok da uzak olmayan geçmişte sermaye kontrolleri uygulandı. Rusya, Hindistan, Arjantin, Malezya ve İzlanda’da bu uygulamalara gidildi. Malezya ilginç bir örnektir. 1997 yılında ortaya çıkan Asya krizi ile bu ülkelerden sermaye çıkışı olunca, Malezya da etkilendi ve yerli para değer kaybetti. Malezya hükümeti faizleri arttırdı ve bütçe harcamalarında tasarrufa gitti. Ancak takip eden yıl Başbakan Mahathir Muhammed, bu dalgalanmayı Hong Kong ve Singapur piyasalarında spekülasyon yapanları ve özellikle Yahudi sermayesini suçladı. IMF istikrar programları çerçevesinde önerilen ve ciddi daraltıcı etkiler yaratan sıkı maliye ve para politikası yerine sermaye kontrolüne yöneldi. Düşük faiz ve sabit kur ile beraber, Malezya para birimi Ringgit’in ülke dışında satışı ve ülkeye giren yabancı sermayenin bir yıldan önce çıkışı yasaklandı. Başarılı da oldu.
Çin de eskiden beri sermaye kontrolü uygulayan bir ülke. Doğrudan yabancı yatırımlara daha fazla imkân verirken, akışkan sermaye konusunda hep kontrollü davranmıştır. 2005 yılına kadar (belirli bir aralıkta dalgalanmasına izin verilen ) sabit kur ile hareket eden Çin’in (1 dolar = 8,5 yuan), bu tarihten sonra yüksek sermaye girişleri ile parası değerlenmeye başlamıştır (1 dolar 7 yuan’ın altına düşmüştür). 2008 küresel krizinin de etkisiyle dış ticaretinin olumsuz etkilenmesi sonrasında yeniden sabit kura geçti. Dünya ekonomisinde toparlanma eğiliminin ortaya çıkmasıyla yeniden parasını serbest bıraktı ve doların değeri 6 yuan’a kadar düştü. 2014 yılından itibaren finansal bolluğun sona ermesiyle yuan yeniden değer kaybetmeye başladı. 4 trilyona yakın dolar rezervi bulunan Çin’de bu rakam 3 trilyona kadar düşmüş durumdadır. Rezervlerdeki bu erime yeniden daha sıkı sermaye kontrollerini gündeme getirmektedir.
Benzer gelişmişlik düzeyinde bulunan ülkelerin bir kısmı sermaye kontrolü ile büyürken diğer bir kısmı piyasalarını tamamen açık tutarak büyümüştür. Malezya birincisine, Güney Kore ise ikincisine örnek olarak verilebilir. Sorun şu. Sermaye piyasalarının istikrarı için savunulan sermaye kontrolü hep türbülans veya daralma dönemlerinde gündeme gelmiştir. “Bunda ne var?” denilebilir. Sermaye gelirken ve ülke büyürken buna gerek duyulmaz. Ancak sermaye kaçmaya başladığında bu kısıtların getirilmesi normal karşılanabilir. Ancak meseleye farklı bakmakta yarar var.
Ülkemiz örneğinden gidersek, 1980 sonrasında sıcak para sorununu hep yaşadık. Doğrudan yatırım değil de parasal olarak tasarruf araçlarına ve bankalara gelerek yüksek getiriler elde eden fonlardan oluşur sıcak para. ABD tahvilleri alternatif araçtır. Örneğin, ABD’de faiz oranı %2 iken ülkemizde %10 ise, tasarruf sahibi %8 fazladan para kazanmaktadır ki bu ciddi bir farktır. Ekonominin bunu kaldırabileceğini düşünelim. 1990’larda olduğu gibi şöyle bir sendrom yaşadı ülkemiz. Bir yabancı gelir, doları 6 TL’den bozar, %20 faiz geliri elde eder. Bu şekilde gelen yüksek miktarda fon olunca bu süreçte dolar 5 TL’ye düşer. Çıkan para bu kurdan dolar alır. 6’ya satıp 5’e alan fon sahibi %17 civarında da kurdan kazanır. Faiziyle beraber %37 para kazanmış olur ki bu gelişmiş AB ve ABD piyasalarındaki getiri ile karşılaştırıldığında dudak uçuklatıcıdır.
Her şey yolunda giderken alan ve satan memnundur. Ancak konjonktürel olarak dünya ekonomisi veya tekil bir ülke ekonomisi daralmaya girdiğinde önce bu sermaye kaçar. Hatta sözkonusu ülke henüz olumlu bir hava yaşarken oldukça profesyonel çalışan bu fonlar kokuyu alır ve hafiften sıvışmaya başlarlar. O zaman da iniş başlar. Bu öyle bir kısır döngüdür ki, ekonominin krize gireceği yoksa da girer. Ya da orta dönemde toparlanma imkânı varsa da sermaye çıkışı olunca bu imkân kaybedilmiş olur. Maalesef bu akışkan sermayenin doğası budur. Yani hızlı büyümenin de hızlı çöküşün de nedeni bu akışkan yabancı sermayedir aslında. Diğer ifade ile bir istikrarsızlık unsurudur.
Tam da bu noktada yapılabilecek bir şey var mı? İşte bunun cevabı sermaye kontrolüdür. 1980’lerde hızlanan liberalleşme dönemlerinde bir sapma olarak görülen sermaye kontrolü, küresel kriz sonrasında liberal çevrelerce bile daha kabul edilebilir olmuştur. Ancak gerçek hayat sıfırdan başlamıyor. Eğer normal bir dönemde hazırlanan bir büyüme stratejisinden söz ediyor olsaydık, kontrollü yabancı sermaye kullanımını rahatlıkla önerebilirdik. Faydası şu olurdu. Yavaş fakat temkinli bir büyüme patikası pekâlâ mümkün olurdu. Yani kontrolsüz sermaye ile büyüyüp kişi başına geliri 10 bin dolara çıkarırken mutlu olup, 6,500 dolara düşünce moralimiz bozulmazdı. Aynı minval üzere bugün belki gelirimiz yine 8,000 doların üzerinde olurdu. Ancak “acaba yarın daha kötüsü olur mu?” stresi yaşamazdı ülke ekonomisi. Çünkü bu akışkan sermaye gelince çok veriyor ama gidince de çok alıyor.
Doların bu kadar oynak olduğu bir ortamda kişi başına gelir hesabı yanıltıcıdır elbette. Bir ülkede kişi başına gelir dolar cinsinden her gün yükselip düşmez. Ekonomi belirli bir patikaya oturduktan sonra daha sağlıklı hesap yapılabilir. Reel olarak Türkiye’de kişi başına gelirin 6,500 doların üzerinde olduğu muhakkak. Lakin bu dalgalanmaların tahripkâr olacağı da göz ardı edilemez.
Bu bir varsayımdı tabi. An itibariyle özel sektörün fazlasıyla borçlu olduğu, kurun yükseldiği ve iki katından fazla arttığı halde faizin daha da arttırılması gerektiği önerilen bir dönemdeyiz. Bu ortamda sermaye kontrolü uygulanırsa sonuç ne olur? Faiz artışında söylediğimiz gibi, sermaye kontrolünde de bir maliyet olacaktır. Eskisi kadar rahat hareket edemeyen yabancı sermaye ülkeye gelmekte temkinli davranacaktır. Mevcut kamu ve özel sektör borçlarını çevirecek alternatif kaynaklar bulunmadığı takdirde kısa dönemde bir daralma olacaktır. Mevcut dünya siyasi konjonktürü veri alınmak kaydıyla, yapılacak şey faizlerde makul düzeyler korunurken, güveni sarsmayacak sermaye kontrol araçlarını devreye almaktır. Yumuşak bir geçiş, hem halkın refah düzeyi hem de siyaseten en doğru yol olacaktır.
03.09.2018