Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr
"Sınırlar hem var hem yok"
STAR Gazetesi yazarı Selim Atalay, 1815 Viyana Kongresi'nden bu yana sürekli değişen sınırların jeopolitik hareketler üzerindeki önemini ve Osmanlı'nın bu süreçte gerçekleştirdiği stratejik hamleleri ele aldı.
Selim Atalay
09 Temmuz 2018 13:24
A-
A+

Ülkelerin coğrafyasının belirleyici olduğu bir dünyadayız. Sınırlar hem var, hem yok. Sınırsız, tek Avrupa 20 yıldan biraz uzun sürdü. Şengen ile hesapta kalkmış olan sınırlar geri geliyor. Uyum, dayanışma, birliktelik, gibi tatlı idealler ekonomiler işlerken, vatandaşlar zenginken dolaşımdaymış. Ekonomiler tıkanınca herkes sopaya uzanıp elindekine bakmaya, sınırını korumaya başladı.

Türkiye kargaşa karşısında sağlam durup, kendi kazanımlarını genişletiyor. Daha da genişletecek.

İngiltere 1945 sonrasında Hazinesi boşaldığı için Akdeniz’in doğusundan ve Asya’daki bazı kilit noktalardan çekilmek zorunda kaldı. Eski imparatorluğu yürütmek, aşırı masraflı bir işti. Şubat 1947’de İngiliz diplomatlar Amerikalı muhataplarına ‘Paramız bitti, Doğu Akdeniz’den çekiliyoruz’ dediler. Türkiye ve Yunanistan bu kararla ‘boşlukta’ kalıyordu. Daha güneyde İsrail henüz yoktu. Bölgeyi ABD devraldı. Coğrafyanın siyaseti: Jeopolitik yürürlüğe girdi.

O sırada 2. Dünya Savaşından çıkmış Avrupa enkaz halindeydi. Normal hayata dönüş çok zordu ve Avrupa’nın ortasına - Berlin’e dek uzanan Moskova, Avrupa’yı kontrol eder hale gelmişti. İşte bu aşamada ABD stratejik bir sonuca vardı: ABD, Avrasya’nın kontrolünü hasımlara bırakmamalıydı. Avrasya’nın kaynaklarını, altyapısını, eğitimli insan gücünü kullanan tek devlet ya da koalisyon, sonra bu güçle ABD’ye saldırabilirdi. Nazi Almanyası ve savaşan Japonya, Avrasya’nın ürünüydü. İşleri ilerletseler, birleşip ABD’ye karşı etkili bir savaş yapıp, kazanabilirlerdi. Ve 1947’de aynı coğrafyaya Rusya hakimdi. 1947’den Donald Trump dönemine dek ABD, Avrasya için uğraştı. Türkiye-Yunanistan ikilisi, NATO, Baltık hep bir bütünün parçalarıydı.

Şimdi jeopolitik aynı, ancak dağılım değişti. Mücadele hala Avrasya için. Yakın zamana dek ‘bütünün parçası’ olan Türkiye, Polonya Macaristan farklı yönlerdeler. İran-Hindistan kuşağında kontrol dışı güçler var.

Rusya, Berlin’de bıraktığı koruma kalkanına nüfuzla yeniden ulaşmak derdinde. Moskova, Berlin’e dek mesafeyi tampon bölge olarak görüyor. Çin, Avrasya hakimiyetinin önemini kavramış şekilde etki artırma çabasında.

Bu jeopolitikte Türkiye, yakın ve uzak coğrafyalarda tek ya da ortaklaşa politika yürütüyor. Avrasya’da etki alanı genişletmek isteyen kim varsa, Türkiye’yi hesaba almak zorunda. Yakın zamana dek bloklar - takımlar arasında süren hakimiyet kavgası, şimdi tek ülke tercihleriyle şekilleniyor. Türkiye pusulanın her tarafıyla ilgileniyor.

Avrupa’daki iç dinamikler ve Donald Trump’ın çekiştirmesiyle dünyanın 19. yüzyıl jeopolitik çatışmasına döndüğünü gören tarihçiler var. Geçmişin tekrar etmeyeceği bilinmekle birlikte, benzerlikler üzerinde durulabilir.

Aslında işler 1815 Viyana Kongresi’nden başlıyor. Avrupa’da büyüklerin bir araya gelip, küçükleri de kullandıkları dönem.

Viyana Kongresi’nden 1. Dünya Savaşı’na uzanan 100 yılı, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu çeşitli denge oyunları ile götürdüler. Savaş sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı dağıldı.

Şimdi aynı oyunculardan İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya yine Avrupa üzerinde çekişmekteler. Osmanlı yerine Türkiye, Avusturya-Macaristan yerine de tek başına AB’ye dert yaratan Macaristan var. Bu güçlerin hareket alanları çeşitli gerekçelerle sınırlı. Ancak bu ülkelerle Türkiye’nin ilişkilerine bakarsak, Avrupa’da kurulabilecek ya da kurulamayacak dengeleri görebiliriz.

Hiç çekilmeyecekmiş gibi inşa etti

1911’de Avrupa güçleri Osmanlı’yı Balkanlar’dan çıkartmaya çalışırken Osmanlı güney vilayetlerinde demiryolu yapıyordu.

Telgraf yanında demiryolu Osmanlı için askeri-stratejik etki aracıydı.

Berlin-Bağdat demiryolu, stratejik önemdeydi. Bir kolu, Hicaz’a uzatılmaktaydı. 1911’de Trablusşam tren istasyonu açıldı.

Adana’dan çıkan hat Halep’e, oradan Cerablus’a ve Ras el Ayn’a gitmişti. Ras el Ayn-Musul arası yapılamadı... Yapılması hala faydalıdır. Bugün gündemimizde olan, yeni hatırladığımız ve hala ‘uzak bir gezgen’ gibi algılanan Cerablus, Osmanlı demiryolu istasyonudur.

Hat, Halep’ten güneye Humus’a, oradan Şam’a uzanıyordu. Şam-Medine hattı, Hicaz Demiryolu’dur. 2. Abdülhamit yadigarı olan hat 1900-1908 arasında yapıldı.

Demiryolunun bir kolu Şam’dan Batıya denize dönüp Trablusşam’a uzanır. Halep vilayeti yanındaki Trablusşam idari birimdi. İşte bu Trablusşam’a tren geldi, istasyon yapıldı.

1911’de Osmanlı Trablusşam’da kalıcı işler yapıyordu. Yedi yıl sonra ise geri çekilecekti. Ancak yapılanlar ve planlar hiç de geri çekilmeye hazırlanan bir ülkenin yapacakları değildi. Tarihin akışının aniden değiştiği zamanlardı. Osmanlı’nın güney vilayetlerden çekilmesi, büyük tarihi akış içinde geçici bir çekilme gibi görülebilir. Günümüzün ‘sınır hem var, hem yok’ dünyasında sınır çizgisi değişmese bile, etki alanlarının genişlediği, tarihin ekonomiyle karıştığı coğrafyalar içindeyiz.

Trablusşam uzak değil

Trablusşam, Beyrut’un kuzeyinde bir liman kenti. Yayladağına kuş uçuşu 150 kilometredir. İskenderun ile arasında Lazkiye ve Tartus vardır.

Demiryolu ve istasyon 1975’e dek kullanılıyordu. Lübnan’da iç savaş başlayınca her şey durdu. Trablusşam’da şimdi harabe bir taş yapı, paslanmış lokomotifler, dağılmış bir hat var. Önceki hafta Türk ve Lübnanlı yetkililer, Trablusşam demiryolu istasyonunun restorasyonu için anlaşma imzaladılar.

Türkiye’nin katkısıyla istasyonun hem bir ulaşım merkezi, hem de yaşam alanı olması, eserin devamı için önemli. İstasyon binasının restorasyonunun yanında, kullanılmaz durumdaki demiryolunun 25 km’lik bir tamiratla Şam’a uzanan hatta yeniden bağlanması mümkün.

Ortadoğu’nun bu tehlikeli zamanında parçaları birleştirmek için 25 km’lik bir demiryolunun gerekmesi, ilginç bir durum. Trablusşam, İskenderun’dan hiç de uzak değildir.

Milyonla ayaklandı, milyarla battı

Yunan kaynakları Osmanlı’dan kopuşun hikayesini çok severler. Ayaklanmaya İngiltere başta, Fransa ve Rusya silah sağlamış, destek vermiştir. Yunan ayaklanmasının maliyetinin o zamanki parayla 2 milyon sterlin olduğu yazılır. Şimdiki kurla, 60 milyon euro... Bugünlerde Avrupa’da önemli bir futbolcunun transfer bedeline eşit. Yakın zamanda KKTC’nin yıllık hellim ihracatı da 60 milyon euro idi.

Yunanistan ve diğer Balkan ülkeleri şimdi aldatıcı yaldızlarla bezenen hak, hukuk, özgürlük için değil, diğer büyük devletler Osmanlıyı parçalamak istedikleri için ‘bağımsız’ olmuşlardır. Şimdi olduğu gibi o zaman da ülkelerin dağıtılması, dışarıdan gelen para, silah ve siyasi söylem ile kışkırtılırdı. Osmanlı’dan kopacak bölgelerin Batı kontrolünde olacakları ve söz dinleyecekleri varsayılmıştı.

Yunanistan çok söz dinledi. Şu an ederinin 3 katı borçta. Tam 340 milyar euro borcu var. Bu, devletin borcu. O yüzden, borçtan bütün Yunan ekonomisi ve nüfusu sorumlu. Kişi başına 30 bin euro düşüyor. İyimser tahmine göre 2060’dan önce bu borç ödenmez. Öte yanda kimse 2060’a kadar her şeyin sorunsuz gideceğini düşünmüyor, çünkü borç ödemek için ekonominin işlemesi gerek.

Yunanistan’ın Osmanlı’ya karşı savaşmak için aldığı 2 milyon sterlin, karşılıksız değildi, borçtu. Sonra başka borçlar da geldi ve Yunanistan, devlet olduktan 15 yıl sonra 1843’te iflas etti. İzleyen tarih boyunca Yunanistan aralıklarla iflas edip, alacaklı ülkelerin gelip fiilen vergi topladığı, yönettiği ülke oldu.

Yunanistan hala o Yunanistan. Bu aralar, yüksek sesle Türkiye’den şikayet edip, doğudaki barbarlara karşı son kale olma iddiasını sürdürür. Arada başının okşanıp aferin denmesini ister. Ancak hala Batı tarafından ciddiye alınmayı başaramamıştır.