Anadolu’dan Macaristan’a: Balkan Güvenlik Kuşağı ve Balkan Türklerinin Bir Köprü Olarak Stratejik Önemi
Adı Türkçe olan Balkanlar, 19 ırkın yaşadığı, 16 dilin konuşulduğu bir alan olarak Anadolu ile Avrupa coğrafyası arasında bağlantıyı sağlayan bir köprüdür. Bu coğrafyada Türklerin yaşadığı yerlerin konumu ise tarih boyunca stratejik bir önemde olmuştur.
Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki gelişmeler endişe uyandırıyor
Günümüzde yaşanan Polonya-Belarus ve Rusya-Ukrayna arasındaki sıkıntılar ile Bosna-Hersek’te Dayton Barış Antlaşması’nı bozmaya yönelik girişimler ve Yunanistan’ın Rusya’ya karşı oluşturduğu yabancı üslerle ülkesini olası bir çatışmanın hedefi haline getirmesi göz önüne alındığında bu coğrafyanın önemi bir kez daha ortaya çıkar. Diğer taraftan bu coğrafya Polonya-Macaristan ekseninden Türkiye’ye ulaşan hatta, Avrupa’nın bütününün güvenliği açısından da önem kazanır.
Balkan Türkleri bulundukları ülkeleri birbirine bağlıyor.
Edirne’deki Meriç Nehrinin batısında, Balkanlarda yaşayan Türkler genel olarak “Balkan Türkleri” olarak isimlendirilir. Türkler, Balkanlara daha milattan önce kuzeyden gelerek yerleşmeye başlamışlardır. Saka Türkleri ve Hun Türkleri sonrasında; Bulgar, Avar, Peçenek, Kuman ve Kıpçak Türkleri de bölgeye gelmeye devam etmiş, daha sonra da Anadolu’dan birçok Türk boyu, Osmanlı Döneminde gerçekleştirilen iskân politikalarıyla, bölgeye yerleşmişlerdir. Günümüzde Türkler tarafından bölgeye getirilen Türk kültürünün gelenekler ve adetlerinin, birçok alanda; Arnavut, Yunan, Bulgar, Makedon, Romen, Sırp ve Macar kültürü içinde yer aldığı görülmektedir.
Yapılan araştırmalara göre halen Sırp ve Hırvat dilinde 9 bin, Bulgar dilinde 8 bin, Makedon ve Arnavut dillerinde 4’er bin, Yunan ve Rumen dillerinde ise 3’er bine yakın Türkçe kelime bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan Türkler, Balkan ülkelerini birbirine bağlayan kültürel altyapıyı oluşturmaktadır.
Balkanlar her dönemde Türkler için önemli olmuştur.
1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşında Sırp Kralı Lazareviç komutasındaki 20 bin civarında Sırp asker, Yıldırım Beyazıt’ın yanında savaşa katılmış ve başlangıçta Timur’un ordusuna karşı üstünlük sağlamışlardı (Aka, 2012). Sırp askerler savaşın sonuna kadar Osmanlı’nın yanındaydı. Savaşta kaybeden Osmanlılar ise Anadolu’yu kaybetmelerine rağmen yaşadıkları sıkıntıları Balkanlar sayesinde atlatmayı başarmışlar ve Fatih Sultan Mehmet döneminde imparatorluk haline gelmişlerdi. Balkanları bir arada tutan ise adaletli bir yönetim ile halkın refahını önde tutan devlet anlayışıydı.
1600’lü yıllarda Balkanlarda Yörük ve Tatarlar’dan oluşturulan “Evladı Fatihan” isimli askeri teşkilat ise 1846 yılında Selanik müşirine yazılan bir yazıyla ortadan kaldırılana kadar bu bölgelerde canı ve kanı pahasına emniyeti sağlamaya devam etmişti.
Balkanlarda huzur ve istikrarın bozulması bilinçli bir çalışmanın sonucuydu.
1800’lü yılların başında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Balkanların paylaşılması gündeme geldi. (Tıpkı 1944 eylül ayında Güneydoğu Avrupa’nın Churchill ile Stalin arasında “Yüzdeler Anlaşması” olarak bilinen anlaşma ile (Bell, 2001) ayaküstü paylaşımında olduğu gibi).
Balkanların parçalanması için onları Türklerden ayırmak hatta aralarına kan davası sokmak gerekiyordu. Ancak Balkanlarda yaşayan halkların Türklerle olan tarihten gelen bağları nedeniyle bu hiç de kolay değildi. Zaten bu yüzden ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın Balkanların kuzeyinde uzun süre başarılı olamadılar. 1804 yılındaki Sırp İsyanı da dış kışkırtmadan ziyade Sırplar üzerinde baskı kuran Dayılara karşı başlamıştı ve Osmanlı Devleti de Dayılar düzenini bertaraf etmek için isyancıları desteklemişti (Aslantaş, 2007).
Bu nedenle Balkanlarda Türklere yönelik katliamlar, Yunanistan’ın sınırlı bir alanda kuruluşu esnasında başlamış, sonraki yıllarda bu örnek alınarak katliamlar diğer bölgelerde de devam ettirilmiştir.
Balkan halkları kışkırtılarak Türklere yönelik katliamlar yaptırıldı.
1821 yılında Mora’da başlayan isyan aslında bir Türk katliamıydı. İsyancılar “Hiç Türk kalmayacak ne Mora’da ne de Dünyada.” diye bağırıyorlar, ele geçirdikleri Türk ve Arnavutları minarelerden aşağı atıyorlardı. Tarihçi Justin McCarthy Ölüm ve Sürgün isimli kitabında şöyle der: “Mora’da üç gün boyunca cinsiyet ve yaş gözetmeden Türkler katledildi. Kıyım o kadar büyüktü ki, katliam yapanların reisi Kolokationes, “atımın ayakları öldürdüklerimizin cesetlerinden dolayı neredeyse yere değmedi” diyordu.” (McCarthy, 1998: 8).
Yunan Tarihi üzerine uzman ve yazar olan William St. Clair ise Yunan katliamını şöyle ifade etmiştir: Yunanlılar Türklerle beraber dinsiz olarak niteledikleri Yahudileri de öldürüyorlardı. Mora’da soykırım, ancak öldürecek başka Türk kalmadığında sona erdi.”
Katliamlar sadece Yunanistan ana karası ile sınırlı kalmamış, başta Sakız adası olmak üzere 12 adada da acımasızca sürdürülmüştü. Girit adasındaki katliamlar ise hepsini geçmişti. Adada 200.000 Türk ve 60.000 Hristiyan yaşıyordu. Zamanın büyük güçlerinin sözde “barış sağlama” adına Osmanlı askerini adadan çektirmesinden sonra gerçekleşen katliamlar bittiğinde, adada öldürülenlerin ardından ağlayacak Türk kalmamıştı. Bu güçler nedense hiçbir zaman söz verdikleri barışı sağlayamadılar çünkü böyle bir amaçları hiç olmadı.
Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiği için “93 Harbi” olarak bilinen “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı” ve sonrası da Balkan Türkleri için büyük acıların yaşandığı bir dönem olmuştur. Osmanlı Devleti, Balkanlarda gerçekten halkı memnun eden bir ekonomik düzen kurmuştu ve bu nedenle bütün kışkırtmalara rağmen Balkanların güneyindeki “Mora Bölgesi” hariç diğer alanlar Osmanlı Devleti’ne uzun süre sadık kalmıştı. Ancak 93 Harbi öncesi Osmanlı hazinesi, Sultan Abdülmecid döneminde yapılan gereksiz aşırı lüks harcamalar nedeniyle oluşan borçlarını ödemek için Balkanlardaki vergileri yükseltmiş ve ağır vergiler Balkan halkları, özellikle Bulgarlar arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Savaş öncesi Belgrad’da hala Osmanlı birlikleri vardı ve Romanya, Osmanlı Devleti’ne bağlıydı.
Ne yazık ki, savaş sonrası imzalanan Berlin Antlaşması ile Balkanlarda Sırbistan ve Romanya bağımsızlığını kazanmış, Bosna-Hersek ise imtiyazlı bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. En kötüsü ise Kıbrıs bu savaş sonucunda İngilizlere verilmiştir. Plevne Savunması sona erdiğinde Bulgarlar bölgeye gelerek ne kadar yaralı Türk varsa hepsini katletmiştir (Lord Kindross, 1977: 522). Savaş sonunda sayıları 1.5 milyona yaklaşan Türk ve Müslüman, Osmanlı idaresindeki diğer şehirlere kaçarak sığınmışlar ve bu durum Osmanlı ekonomisinin daha da kötüleşmesine neden olmuştur.
Balkan halkları ile Türkler arasında kan davaları yaratılmak istendi.
Bu tarihten sonra sürekli olarak Balkanlardan Türklerinin göçü gerçekleşmeye devam etmiştir. Osmanlı Balkanlar’dan atılırken, onun uzantısı sayılan Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ya katliamlara uğramış ya da süngülerin önünde Türkiye’ye sürülmüştür. Balkan Savaşlarının en önemli özelliği de zaten doğrudan sivil Türklerin hedef alınmasıydı. Öyle korkunç katliamlar yapıldı ki, Balkanlarda Türkler ve Müslümanlar yerlerinden edildi, yollarda katledildi. Böylece Balkanlardaki yapı Türkler aleyhine değiştirildi. Bundan sonra ise Balkanlarda kan ve gözyaşı eksik olmadı. Günümüzde Batılı kaynaklarda nedense Yunan, Bulgar, Ermeni gibi halkların katliamlarından bahsedilir ama bunu destekleyen ve göz yumanlardan bahsedilmez.
Türklere yönelik baskı ve şiddet olayları bu tarihten sonra da devam etti. 1933 yılında Bulgaristan’ın Razgrad şehrindeki Türk mezarlığının bir grup Bulgar tarafından yok edilmesi ile başlayan olaylar sonrasında (Razgrad Olayları), 1934 yılındaki Balkan Atlantı ile, 1940, 1950 ve 1969 yıllarında ve son olarak 1989 yılında Bulgaristan’daki Türklere yönelik zulümler sonrasında Türkler bölgeden göç etmek zorunda kaldı.
Günümüzde Balkanlardaki Türk nüfusunun giderek azaldığı görülüyor.
Türklere yönelik baskı ve zulümler sonucu Balkanlardaki Türk nüfusu giderek azalıyor. Bu Balkan ülkeleri arasındaki bağların zayıflaması ve halkların birbirinden kopması anlamına geliyor. Günümüzde; Bulgaristan, Yunanistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan, Romanya ve Kosova’da yaşayan Balkan Türklerinin nüfusu tam olarak resmi rakamlara yansımamakla birlikte 2 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam bazılarına göre 3 milyona kadar ulaşmaktadır. Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler genelde yaşadıkları ülke dilleriyle birlikte Türkçe konuşmaktadırlar. Balkanlarda yaşayan Müslüman nüfus ise 8 milyon civarındadır.
Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler bulundukları ülkeler için pozitif bir değerdir.
Balkanlarda suni olarak yaratılmaya çalışılan etnik nefret ve bölünme yaratmak bu bölgeye yönelik en büyük düşmanlıktır. Üstelik yaratılmaya çalışılan yanlış algıların tersine Balkan ülkelerinde yaşayan Türkler bulundukları ülkeler için bir güvenlik garantisi ve olumlu yönde bir değerdir. Bu gerçeği anlayıp değerlendiren ülkelerin olumlu yönde somut sonuçlar aldığı açıkça görülmüştür.
Bütün çekilen acılara rağmen Balkanlarda Türk varlığı Türkiye’yi Balkanlara ve Avrupa’ya bağlayan güçlü bir bağdır. Türklerle Balkan halkları arasına sokulmaya çalışılan kan davası ve düşmanlık ise tamamen sunidir ve maksatlıdır. Gerçekte ise; Türkler, Balkanlardaki etnik yapının bütünlüğünün sağlanmasını, bir arada olmasını ve birlikte huzur ve refaha ulaşmasını sağlayacak bir güçtür. Bu bağ sadece Balkanlar için değil, Doğu Avrupa hatta Avrupa kıtasının tamamı için bir güvenlik kuşağı olarak değerlendirilmeli ve Türklerin bu bölgelerdeki varlığı desteklenmelidir.
Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya yönelik dış müdahalelerin bir fayda getirmediği görülmüştür.
Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı “Merkezi Bölge”nin güvenliği Balkanlarla doğrudan ilişkilidir. Balkanların güvenliği Merkezi Avrupa için de önemlidir. Günümüzde bütün bu bölgeler bir güvenlik tehdidini çok yakından hissetmektedir. Bölgeye dışarıdan müdahale eden güçlerin ise tarih boyunca bölge güvenliğinden ziyade, kendi çıkarlarını öne aldığı belgelerle sabittir. Bölgedeki krizlerden en fazla bu bölgedeki ülkeler etkilenmektedir.
Bu bölgeleri karıştırmak isteyen güçler, Balkanları bölmek ve etnik çatışmaların içine çekmek istemektedirler. Rusya ve Ukrayna arasındaki gerilim, Belarus-Polonya sınırında yaratılmaya çalışılan kriz, Avrupa’ya ulaşan enerji nakil hatlarının kontrol altına alınmak istenmesi, Bosna-Hersek’te oluşturulan barış sürecinin bozulmaya çalışılması, Yunanistan’ın Akdeniz’den başlayarak bütün ülkesini yabancı üslerle doldurarak bölgeyi ve kendi halkını savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakması buna dair güçlü emarelerdir. Bu noktada Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin tamamı kendisini güvende hissetmemektedir. Bölge ülkelerinin içerisinde bulundukları durumu gerçekçi bir şekilde değerlendirmesi ve kendi güvenlik ve refahları için bir araya gelmeleri gerekmektedir.
Sonuç olarak, böyle bir ortamda Anadolu yarımadasından Macaristan’a, hatta oradan Polonya ve Baltık Denizine ulaşan hatta Türk varlığı, Balkanları birbirine bağlayan makro kültürel yapının en güçlü bağlantısı ve güvenliğin en büyük garantisidir. Bu bölgelerde Türk varlığının desteklenmesi ve halklar arasında kültürel ve ekonomik alanlar başta olmak üzere ilişkilerin geliştirilmesi için bir bağ olarak kullanılması, istikrar ve güvenlik açısından mutlaka düşünülmelidir.
Bu bölgedeki meydana gelen her türlü istikrarsızlıktan en başta bu bölgeler ve civarındaki ülkeler etkilenmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türk varlığı bu bölgeler için bir tehdit değil, bir güvencedir. Türkiye, Balkanlarda barış ve istikrarı samimi olarak destekleyen ve buna yönelik somut adımlar atan bir ülkedir. Asıl tehlike bu bölgedeki emellerini gerçekleştirme adına Türkleri bir tehlike olarak göstermeye çalışan ve halkları birbirine karşı kışkırtan karanlık güçlerdir. Bunun anlaşılması adına düşün insanlarına ve barışı destekleyen yapıların oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Kaynakça
Aka, İsmail. (2012). Timur, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi: Ankara.
Aslantaş, Selim. (2007). Osmanlıda Sırp İsyanları, 19. Yüzyılın Şafağında Balkanlar, Kitap Yayınları: İstanbul.
Bell, P.M.H. (2001). The World Since 1945: An İnternational History, Bloomsbury Publishing: UK.
Lord Kingross. (1977). Osmanlı Yüzyılları, Morrow Quill: USA.
McCarthy, Justin. (1998). Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge Umar, İnkılap Yayınları: İstanbul.