Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Anadolu’nun Coşkun Selini Küçücük Meis Adacığı Durduramaz

Güray ALPAR
14 Ağustos 2020 23:32
A-
A+

Türkler, dost bildikleri ülkelerden kendisi aleyhine faaliyetler beklemedikleri için, genelde birçok kanıt olmasına rağmen, aleyhte faaliyetlerde bulunan ülkeleri ismen zikretmek yerine “Dış Güçler” olarak genel bir ifade ile geçerler. Ancak içinden geçtiğimiz kritik dönemlerde, aynı savunma ittifakı içerisinde yer aldığımız Fransa’nın, Türkiye aleyhine faaliyetlerini gizlenecek gibi değil.

Haçlı Seferleri esnasında Frankların, Müslümanlara karşı düşmanca hareketlerini bir tarafa bırakırsak, İngilizlerin Hindistan ile irtibatını kesmek görüntüsü altında, 1798 yılında Napolyon’un Mısır’a ve Filistin’e doğru yapmış olduğu harekât, donanmasının yetersizliği ve Fransa’da çıkan iç karışıklıklar nedeniyle başarısız olmuştu. Bu yetersizlik nedeniyle bundan sonraki 200 yıllık dönemde Fransa’nın, tek başına kazandığı bir mücadeleye de rastlanamadı. Napolyon sonrası Fransa, imparatorluk hayallerini gerçekleştirmek üzere bugün de yaptığı gibi, tek başına hareket etmekten ziyade, kendisine kullanabileceği müttefikler arayacak ve gerektiğinde Ruslarla da işbirliği yapacaktır. Nitekim 1827 yılında Navarin’de, kendisinin bölgeyi sömürmesine engel olan Osmanlı-Mısır ortak donanmasını Rusların ve İngilizlerin yardımı ile yok edecektir. Bundan sonraki süreçte Fransa, artık hem Batı hem de Doğu Akdeniz’de var olacak, güç boşluğundan istifade ile Akdeniz ve çevresindeki ülkeler ile Sahel bölgesi civarındaki bölgeleri istediği gibi sömürgeleştirme imkânı bulacaktır. Navarin sonrasında sömürgeleştirilen Mısır’ın, bu gerçeği unutarak, nasıl Türkiye’ye karşı ittifaklara girdiği hatası ise Mısır tarihinde ayrıca sorgulanacaktır.

Fransa tek başına küresel bir güç olmaktan uzaktır. Ancak geliştirmiş olduğu kültürel ve bölücü politikalarla bugüne kadar belirtilen bölgelerde tutunmayı başarabilmiştir. Kullandığı yöntemlerden birisi de, bölge ülkelerini birbirine düşürmektir. Bu arada belirtmek gerekir ki, bu coğrafyadan Fransa’ya karşı neredeyse bin yıldır herhangi bir düşmanca hareket geldiği görülmemiştir. Fransa, Müslümanlar arasında etnik ve mezhepsel ayrılıklar yaratmaya çalışırken, diğer taraftan bölgedeki Hristiyan olan unsurları kullanmak istemiş, bu arada da yoğun olarak başka mezheplere mensup Hristiyanları katolikleştirme çalışmalarında bulunmuştur.

Fransızların tarihi gelişim içerisinde bölgede Yunanlılar yanında Ermenileri ve PKK/PYD benzeri yapıları da kullandığı bilinmektedir. Öncelikle bu gruplar, hoşlarına gidecek şekilde ve asla yerine getirilemeyecek vaatlerle bulunularak harekete geçirilmekte, teşkilatlandırılarak ayaklandırılmakta ve bölgedeki diğer halklarla karşı karşıya getirilip bir kan davası yaratıldıktan sonra da bu husus propaganda yoluyla sürekli işlenerek sonuçta kendilerine bağımlı hale getirilmektedir. Yunanlıları ve Ermenileri ayaklandıran Fransa’nın, ASALA gibi Ermeni terör örgütlerini, kendisine zararı dokunduğu ana kadar, desteklediği de bilinmektedir. Aynı desteği daha sonraki safhalarda PKK/PYD terör unsurlarını saraylarında ağırlayarak göstermiştir. Ne yazık ki, felaketlere ve acılara neden olduğu ve olacağı bilindiği halde, kullanılan bu gruplar içindeki aklı selim insanlar, akıl tutulması içerisinde etkili olamamışlar ve bu güçlerin kendilerini kullanmalarını önleyememişlerdir.

Türkiye ve Yunanistan arasında sürekli olarak yaşanan krizleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Yunanlılara, güçlerinin çok üzerinde, akla hayale gelmeyecek vaatler verilmiştir ve şimdi Yunanlılar bunun altında ezilmektedir. Zaten planlanan ve istenilen de budur. Yunanlılar tek başına yapamasın ve bizi bölgeye yardıma çağırsın. Şimdilik her şey planlandığı gibi gidiyor gözüküyor. Ancak bu safhada şu sözü de hatırlamakta fayda vardır: Harekat nadiren planlandığı şekilde gerçekleşir.

1827 yılında, bugün Yunanistan’a ait Mora Yarımadasındaki Navarin bölgesinde, Osmanlı ve Mısır Donanmasının İngiliz, Fransız ve Rus donanması tarafından hile ile yok edilmesinden sonra kurulan 45.000 km2 büyüklüğündeki Yunanistan, bundan sonra da sürekli olarak masa başında Türkler aleyhine büyütülerek bugün neredeyse 132.000 km2’ye ulaşmıştır.

 

Hiçbir savaşı kazanmadığı ve kontrol etmekte güçlük çekeceği bilindiği halde, sırf düşmanlık ve rekabet yaratmak için, Adalar Denizinde ne kadar coğrafi formasyon varsa haksız bir şekilde ve Türkiye’ye sorulmadan Yunanlılara bağışlanarak, sorunların devam etmesi sağlanmıştır. Böylece Adalar Denizi bir Yunan Denizi yapılmak istenmiştir. Şimdi ise Türkiye’ye ses mesafesinde, küçük bir adacık olan Meis Adası kullanılarak, Türkiye’nin Akdeniz’e çıkışı kısıtlanmak ve Akdeniz’in de bu küçük coğrafi formasyon kullanılarak adeta bir Yunan egemenlik sahası olması için sahte ve hileli durumlar yaratılmaya çalışılmaktadır. Yunanistan’ın talep ettiği münhasır bölge alanları, neredeyse kendi kara alanının iki mislidir.

Bu konularda Yunanlıları en fazla kışkırtan ve arkasında olduğunu açıkça beyan eden ülke ise Fransa’dır. Daha doğrusu sadece Fransızları değil Yunanlıları da felaketlere sürükleyen Macron’dur. Bölgede barış ortamının bozulmasından en fazla etkilenecek olanlar ekonomik güçlük içinde yaşamaya çalışan Yunanlılardır. Zaten son dönemde Akdeniz ve Orta Doğu’ya yönelik her türlü kötülüğün ardından, hep Fransa’nın tecrübesiz ve maceracı lideri Macron çıkmaktadır. Libya’yı ve Suriye’yi karıştırma yanında, Libya’daki Hafter güçlerinde çıkan Fransız silahları, Suriye’de yakalanan Fransız asıllı teröristlerdeki patlayıcı düzenekleri ile Lübnan’da gerçekleşen patlama sonrasında bu bölgeyi kendi mandası yapma arzusu ve Mısır’a sattığı silahların sivil halka karşı kullanılması iddiaları, Macron’un bu politikalarını açıkça ortaya koyuyor. Şimdi de Yunanlıları kışkırtarak, bölgede kendi imparatorluk hayallerini gerçekleştirme çalışıyor. Macron kendi ülkesindeki karışıklıkları, ekonomik güçlükleri ve virüsten kaynaklanan ölümleri bir tarafa bırakıp, gücünü aşan faaliyetleri planlıyor, Yunanlıların arkasında olduğunu beyan ederek Doğu Akdeniz’de varlığını artıracağını beyan ediyor. Dahası, Girit Adası açıklarında Yunanlılar ile ortak deniz tatbikatları icra ediyor. Zaten NATO’ya karşı olduğunu beyan eden ve beyin ölümünün gerçekleştiğini söyleyen Macron, İngiliz The Times yazarı Charles Bremner’e göre; ülkesinde 18 aydır yaşanan protestoları, salgının etkilerini görmezden gelerek “Jet ski üzerinden dünya sorunlarını çözmeye çalışıyor.” Macron’un genişlemeci imparatorluk politikaları İngilizler, Almanlar ve Amerikalılar tarafından kuşkuyla izleniyor. Oysa Macron tatil yaparken, Fransa’nın çatışmaya sürüklediği bölgelerdeki insanlar ölmeye ve acılar çekmeye devam ediyor. Fransa’nın ve Fransızların durumu gün geçtikçe kötüye giderken, Fransa da uluslararası alanda her geçen gün itibar kaybediyor.

Meis Adası Türkiye’nin hemen yanında yer alan küçük bir adacık. Anadolu’nun doğal bir uzantısı. Yaklaşık 400 kişinin yaşadığı, yüzölçümü 7.3 km2 kadar olan bu küçücük Meis adası Türkiye’ye yaklaşık 2 km uzaklıkta. Yunanistan’a ise 290 kat daha uzakta ve 580 km.


Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesi sonrasında Türklerin güçlü bir donanma oluşturamamasının sonuçları hep hissedildi. Libya’da 1911 yılında İtalyanlarla yapılan savaş ile 1912 yılındaki Balkan Savaşı ve sonrasında Osmanlı Donanmasının zayıflığı nedeniyle, Meis Adası birçok defa el değiştirdi. 1912 yılında adada yaşayanların bir kısmı Rodos’taki İtalyan kuvvetlerine başvurarak İtalya’ya bağlanmak istedi. İtalyanlar bu öneriyi reddetti. Bunun üzerine, 1913 yılında buradaki halk geçici bir hükümet ilanında bulundu. 1915 yılında ise Yunan Hükümeti, adaya Jandarmalarını göndererek, kendine bağlamak istedi. Bu dönemde Fransızlar adada etkiliydiler ve burası üzerinde günümüzde olduğu gibi planları vardı. İlginç olan husus, Fransız kışkırtmasıyla Meis adasında yaşayanlar Yunanistan’a bağlanmayı kabul etmeyerek ayaklandı ve Yunan Jandarmalarını adadan kovdular. Bundan sonra Fransızlar devreye girdi ve bir kruvazörle gelerek adayı işgal ettiler. Türk topçu bataryaları, Fransız işgaline karşı koymaya çalıştılar, adaya Anadolu kıtasından topçu ateşi açtılar ancak engel olamadılar. Sevr Antlaşması ile ada İtalyanlara verildi ve İtalyanlar 1921 yılında adayı Fransızlardan teslim aldı. 1941 yılında II. Dünya Savaşı esnasında İngilizler adayı işgal etmek istedi ancak İtalyanlar karşı taarruzla adayı tekrar geri aldılar. Daha sonraları 1943 yılında İngilizler, 1944 yılında ise Alman kuvvetlerince ele geçirilen bu küçücük ada, 1947 Paris Antlaşması ile İngiliz yönetimindeyken, Türkiye’ye sorulma gereği bile duyulmadan Yunanistan’a adeta hediye edildi ve 1948 yılında Yunanistan’a bağlandı.

Yunanistan’ın Akdeniz’deki tek adası olan Meis adasındaki az sayıdaki insanın burada yaşaması, Türkiye olmadan oldukça zor. Adalar Denizinde 10.000’den fazla ada ve adacık ile coğrafi formasyon bulunuyor ve Yunanistan’ın bunların hepsi ile ilgilenmesi ekonomik olarak imkânsız. Osmanlı idaresinde iken, 19. Yüzyıl sonunda 15.000’e ulaşan Meis adasının nüfusu bugün neredeyse yok seviyesinde. Adada içilebilir su kaynağı da yok. Yunanlıların vergi indirimlerine, para vermelerine rağmen buradan göç önlenemiyor. Garip olan bu küçücük toprak parçasında dahi uluslararası hukuka aykırı bir askeri havaalanı var. Bu adalar ve dışarıdan yaratılan suni ve gereksiz Türk düşmanlığı Yunanistan’ın gücünü tüketiyor.

Adada bugün restore edilmiş bir caminin bulunması Türk varlığının en önemli göstergelerinden birisi. 1755 yılında inşa edilen cami günümüzde etnografya müzesi olarak kullanılıyor.

Meis Adacığı öylesine küçük ki, en uzun yeri 6 km, en geniş yeri 3 km kadar. Adada neredeyse her yer ses mesafesinde. Adanın Türkçe ismi “Kızılhisar”. Yunanca ismi ise “Megisti” ve komik bir şekilde “Çok Büyük” anlamına geliyor. Bu büyüklük terimi aslında, çevresindeki kayalık ve adacıkların en büyüğü, anlamında. Gerçekten de Meis etrafında, çoğu Türkiye’ye ait birçok adacık var. Bu adacıkların arasında en önemlisi içinde bir Türk köyü bulunan ve yaklaşık 5 km2 lik bir yüzölçümüne sahip olan Kekova adası.

Meis adasının hangi oyunlarla Türklerden alındığı açık. Ancak bu noktada incelenmesi gereken bir husus var ve bu son zamanlarda daha sık gündeme gelmeye başladı. Lozan Anlaşmasının 15. Maddesine göre, sadece Meis adası İtalya’ya bırakılmış olup civarındaki; Kara Ada, Fener Adası ve diğer adacıklar Yunanlılara verilmemiştir. İtalya’nın sahip olmadığı bu adaları 1947 Paris Antlaşması ile Yunanistan’a vermesi ise zaten mümkün değildir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Meis Adasını çevreleyen bu coğrafi formasyonlar halen Türkiye’ye aittir ve bu durum Meis Adasının, Münhasır Ekonomik Bölgesi olma durumunu ortadan kaldırmaktadır. Ancak Yunanlılar 7.3 km2 gibi çok küçük bir alana sahip olan bu adanın 40.000 km2’lik bir kıta sahanlığı olduğunu iddia ediyor. Asıl sorun da burada çıkıyor.

Avrupa Birliği Danışma Konseyi’nin önerisi ile İspanya’da Sevilla Üniversitesi’ne hazırlatılan haritaya göre, Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip ülkelerden birisi olan, 780.000 km2’lik Türkiye’ye toplamda 41.000 km2 bir Münhasır Ekonomik Bölge alanı bırakılırken, Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini yok sayarak, Türkiye’nin yüzölçümünden 100.000 defa daha küçük olan 7 km2’lik bir alana sahip Meis Adasına da, kendi yüzölçümünün neredeyse 5.000 katına ulaşacak şekilde, hemen hemen aynı alanı öngörülmesinin mantığını ve adalet anlayışını anlamak mümkün değil. Küçük bir çocuğun bile rahatlıkla olmayacağını ifade edeceği, bu matematiksel denklemi çarpıtan ve sahte formüller oluşturan koskoca Avrupa Birliğinin bugünkü halini gören, Thales, Pisagor, Zeno, Archimides ve Euclides gibi Antik Yunanlı matematikçilerin mezarlarında kemikleri sızlıyor olsa gerek. Bazı kurumların vicdanı olmayınca adalet beklemekte hayal oluyor. Adalet ve insan ihmal edildiği için de AB giderek etkisizleşiyor. Bir küçük toprak parçasının kendinden 100.000 kat büyük ulu Anadolu kıtası ile eş tutularak, Türkiye’nin buraya hapsedilmeye çalışılması ve Türkiye’nin bunu kabul etmesini ummak hayaldir, çocuksu bir çılgınlıktan başka bir şey değildir. Böylesi bir mantıksızlık ve adaletsizliği hiçbir ülkenin kabul etmesi mümkün değildir.  

Zaten Yunanlılar da acele olarak Mısır’la imzaladıkları Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasında, Meis adası ile ilgili Türkiye’ye karşı iddia ettikleri durumu dikkate almayarak, büyük bir hata yapmışlar ve bugüne kadar ileri sürdükleri tezlerinin tutarsızlığını kendi kendilerine ortaya koymuşlardır. Mısır ile yapılan anlaşma Yunanistan’ın eski Başbakanı Aleksis Çipras’ın ifade ettiği şekilde Yunanlılar açısından tam bir felakettir. Yunanistan acemice hareket ederek Türkiye’ye istediğini vermiştir. Bununla birlikte şurası açıktır ki, bölgedeki her ülke bu anlaşmaları Yunanlılar yerine, Türkiye ile imzalamaları durumunda daha fazla deniz alanına sahip olacaklardır. Zorlamalar ve başka ülkeleri esas alan paylaşımlarla deniz yetki alanlarını kaybetmek ise ileride bu ülke yöneticilerini, kendi vatandaşları ve iç hukuklarına göre vatan hainliğine varan suçlamalarla karşı karşıya bırakacaktır.

Sonuç olarak, yaşam içerisinde bir düzen ve akışında gitmesi gereken olaylar vardır. Sorunlar ise bu akışa suni müdahalelerle mâni olmaya çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Tarihçi Jean Paul Rou Türkleri: “Kuzey ormanlarında çıkıp geldiler. Cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar. Önce bozkırlara, sonra Çin içlerine ve daha sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi batıya doğru yayıldılar. Kültürler arasında barış ve huzuru tesis ettiler.” şeklinde tanımlamıştır. Anadolu coğrafyasında, barış içinde yaşamaktan başka bir amacı olmayan ve tarih boyunca kültürler arasında barışı ve huzuru tesis eden büyük Türkiye’yi, cebren ve hile ile ana kıtasına hapsetmeye çalışmak, akan bir seli küçücük bir çakıl taşı ile durdurmaya benzer. Türkiye, her zaman bölgesinde ve dünyada barışın ve adaletin sağlayıcısı olmuştur. Bunu da Suriye, Libya gibi bölgelerdeki uygulamaları ile göstermektedir. Kimsenin hakkında gözü olmadığı gibi kendi hakkını da kimseye verme yanlısı değildir. Adaletin sağlanması için, Türkiye’ye uluslararası hukuka uygun şekilde hakları verilmelidir. Yunanlı yöneticiler ise başkalarının kışkırttığı hayalleri bir tarafa bırakıp, bölgeye çağırdığı ve üsler verdiği güçler yerine, barışı esas alan bir yaklaşımla, Türkiye ile sorunlarını kendisi çözme yoluna gitmeli ve yine Türkiye ile birlikte, Adalar Denizi ile Akdeniz’i bir huzur ve refah bölgesi yapma ve kaynaklarını hakça paylaşmak için projeler geliştirmelidir. Yoksa değil Macron, dünya gelse bir takım suni arayışlarla Anadolu’dan gelen coşkun sel, minicik bir Meis adacığı ile durdurulamaz.