Bir Mücadele ve Gücü Ele Geçirme Alanı: Geçmişten Günümüze Akdeniz ve Stratejik Önemi
Bir iç deniz konumundaki Akdeniz’in modern medeniyetlerin çatışma ve birleşim noktası olma özelliği vardır. Tarihin ilk dönemlerinden beri egemenlik sağlama mücadelelerine sahne olan Akdeniz’in, günümüze taşınan güç mücadeleleri ile hala kontrol edilmesi gereken bir bölge olma özelliği devam etmektedir. Bu süreç içerisinde Akdeniz; ticari, kültürel ve siyasi olarak zaman zaman tek bir bölgede birleştiği kadar, bazı dönemlerde de dağılmış ve birbiri ile mücadele eder görünümdedir. Günümüzde de bu mücadeleler devam etmektedir.
İlk medeniyetler Anadolu ve Mezopotamya’da gelişmişti. Kıbrıs ve Girit adasına gidenler de Anadolu ve Suriye’den olanlardı. Akdeniz’de oluşan Miken ve Minos medeniyeti Yunanlılardan çok önceydi. Bu bölgeler volkanik patlamalar ve doğal afetler nedeniyle harap olunca, fırsatı değerlendiren Yunanlılar şehir devletleri halinde bir güç olarak ortaya çıkacaktı. Aynı şekilde Yunanlılardan 700 yıl kadar önce Akdeniz çevresinde koloniler kurmuş olan Fenikeliler, alfabeleri ve denizcilik yetenekleri sayesinde ticareti geliştirmişlerdi. MÖ 800’lü yıllarda Kuzey Afrika’da Kartaca şehrini kuranlar da bunlardı. Fenikeliler medeniyetleri fakat en çok da alfabelerini Yunanlılara kazandırmışlardı.
Afrika kıtasında yer alan Kartaca kenti de MÖ 814’te Finikeliler tarafından kurulmuştu. Bu kent daha sonra imparatorluk haline gelecek ve Roma’yı ele geçirmeye çalışacaktı. Eğer Hannibal kendi ülkesinde kıskançlığa kurban gitmeseydi neredeyse Roma’yı ele geçiriyordu. Roma ele geçirilemeyince de Roma Kartaca’yı ele geçirdi ve tek bir iz kalmayacak şekilde silip geçti.
Fenike ve Kartaca Akdeniz civarında önemli işler başarmışlardı ancak bazı tarihçiler her nedense Yunan ve Roma’ya yoğunlaşarak, mükemmel bir ticaret topluluğu olan Fenikelileri ve devamında Kartaca’yı pek gündeme getirmemişlerdir. Bazı tarihçiler bu durumu tarih hırsızlığı olarak niteler.
Eski bir Fenike Kolonisi olan Kartaca ve Yunan şehir devletlerinden sonra da “Roma” bir güç olarak Akdeniz’de ortaya çıkmıştır.
MÖ 500’lü yıllarda Yunanlılar ile Romalılar arasında gerilim başlamıştı. İlginç olan, en azından başlangıçta, Romalıların Kartaca’yı yıkmak gibi bir amaçları bulunmuyordu ve aralarında o dönemde bir çıkar çatışması da yoktu. Ancak gelişen olaylar sonucu Roma, önce Kartaca’yı ardından Yunanistan’ı ele geçirerek bir Akdeniz gücü olarak ortaya çıktı. Çiftçilikle uğraşan Romalılar savaş gemisi yapmayı bilmiyorlardı. Ama şansları iyi gitti. Bir gün deniz, daha önce batan bir Kartaca savaş gemisinin kalıntısını İtalya sahillerine attı. Romalılar bu kalıntıyı incelediler ve ormanlardan kestikleri ağaçlarla bu gemiye benzer 120 gemi yaptılar. Her gemi, 300 kürekçi ve 120 asker taşıyabiliyordu.
Roma Makedonya’yı da yenmişti ve artık Akdeniz civarında, en güçlü devlet durumundaydı. Makedonya ve Yunanistan’dan sonra Pers İmparatorluğu’nun batıda kalan yerlerini ve Mısır’ı aldılar. Kartaca ile savaşa başladıktan 250 yıl sonra bütün Akdeniz havzasını ele geçirmişlerdi. En geniş sınırlarında neredeyse 5 milyon kilometrekareyi aşan bir alana ulaşmışlardı. Akdeniz doğudan batıya 3700 kilometreden fazlaydı ve gemilerle iki aydan fazla bir yolculuğu gerektiriyordu.
Bizans Donanma geleneğini Roma’dan almıştı. Donanmasının boyutları küçük olmasına rağmen, ülkeyi uzun yıllar işgalden korumaya yetti. Ayrıca, Venedik ve Cenevizlilerin Akdeniz’de güç dengesini bozmasına kadar denizlerde üstünlük sağladı. Ancak özellikle Arap donanmalarının çökmesinden sonra Bizans donanmasının da çökmesine göz yumuldu. Bunda denizciler için ödenen ücretlerin düşürülmesinin büyük önemi vardı. Zaten donanma için personel sağlanmasının karadakilerden zor olduğu anlaşılmıştı. Donanma için asker bulmakta güçlük çekiliyordu ve bu nedenle onlara sınır bölgelerindeki askerlerin ayrıcalıkları veriliyordu. Donanmayı idame etmek oldukça pahalıydı. Masrafların artması yüzünden 1260’lardan sonra donanmada 20 kadırga kaldı ve donanma sembolik bir düzeye indirildi. İşsiz kalan denizciler iş aramaya başladılar. Bunların bir kısmı Türk donanmasında iş buldu ve kendi vatandaşlarına karşı silah kullanmak zorunda kaldılar. Bunların bir kısmı da din değiştirerek Müslüman olmuştu. Bundan sonra Bizans’ın bütün denizcilik kültürü ve sırlarının da Türklere geçtiği görülüyordu.
Venedik MS 810 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. O tarihlerde Roma çöküyordu ve Avrupa ekonomisi toparlanıyordu. Akdeniz’in ortasında bir denizciler ülkesiydi. Doğudan gelen mallar sayesinde giderek zenginleşti. Gelişmiş bir ekonomik sistem oluşturmuştu.
Selçukluların Alanya ve Sinop limanlarını ele geçirmeleri Akdeniz ve Karadeniz’de varlıklarını göstermelerini sağladı. Karadeniz’de güçlü bir donanma olmadığından Selçuklular üstündü ancak Akdeniz için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.
Osmanlılar ise gecikmiş olmakla birlikte İstanbul’un fethinden sonra oluşturdukları donanma ile Sırbistan’ı 1459, Mora’yı 1460, Bosna’yı 1469 tarihinde yeniden ele geçirdiler ve Akdeniz’de Batı Avrupa için tehdit oluşturmaya başladılar. 1480 yılında ise İtalya yarımadasına çıkıp Otranto’yu aldılar. Bu artık İtalya’yı ele geçirmek için engel olmadığı manasına geliyordu. Papa Fransa’ya kaçmaya hazırlanıyordu ki, Sultan Fatih Mehmet öldü ve Osmanlı, içinde çıkan yeniçeri ayaklanmasını bastırmak zaman aldı. Sultan Fatih Mehmet’in ölümünden sonra Otranto kaybedildi ve 15. yüzyılın son 20 yılı toparlanma ile geçti. 16. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı topraklarında 20’den fazla millete mensup 50 milyondan fazla insan yaşamaktaydı.
Osmanlıların Akdeniz’de üstünlüğü sağlamaya çalıştığı dönemlerde, Akdeniz çoktan dünyanın merkezi olmaktan çıkmıştı. Venedik ve Osmanlı birbirini bilinçsizce tüketmişti. 15. yüzyıldaki en önemli gelişme Avrupa’nın keşif ruhu ile Atlantik’e açılması olmuştur. Osmanlı gerçekten de Akdeniz’e ve bu denizdeki Venedik gibi küçük deniz güçlerine odaklanmıştı. Venedik, Osmanlıyla savaşından zayıf düşmüştü ve ticaret okyanuslara kaymıştı. 17. yüzyılda Akdeniz’de Osmanlı donanmasına rakip bir gücün bulunmaması nedeniyle denizcilikle ilgili konular gündemden düştü. Denizcilikten yetişmemiş kimselerin donanmanın başına “kaptan-ı derya” olarak tayin edilmeleri ise donanmadaki gelişmeleri durdurmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu, binlerce yıldır uygarlık merkezlerine beşiklik eden Güneybatı Asya’da egemen olan, büyük imparatorlukların sonuncusuydu. Bu bölgeyi Akdeniz ve Balkanlara birleştirmeyi başarmış tek imparatorluk olarak, 500 yıl 3 büyük ticaret yolu (İstanbul Boğazı, Suriye ve Mezopotamya, Orta Asya’ya giden yollar) ile hububat ihraç eden üç ana bölgeyi (Mezopotamya, Mısır ve Karadeniz civarı), hâkimiyeti altında tutma başarısını göstermişti.
1918 yılına kadar, son dönemde Mısır hariç, bu bölgeleri elinde tuttu ve hâkimiyeti resmi olarak 1923 yılına kadar son bulmadı.
Osmanlı 1700’lü yılların başından itibaren Cebelitarık Boğazı ile Hindistan’ın ele geçirilmesi ile kuşatılmaya başlanmıştı. Osmanlıların Akdeniz’de hakimiyetini kaybetmesi ise 1827 yılında Navarin’de donanmasının İngiliz, Fransız ve Rus donanması tarafından yakılmasından sonradır. Bu olaydan sonra donanması olmayan bir imparatorluk konumuna düşen Osmanlı çevresindeki savunma kuşaklarını teker teker kaybetmeye başlayacaktır.
Birinci Dünya Savaşından sonra Türkler “Büyük Oyun”la Ortadoğu petrollerinin dışında tutuldu ve çevresindeki doğal kaynaklarından yararlanamadı. Dahası Anadolu coğrafyasına sıkışan Türkler bu coğrafyada da birçok saldırılara maruz kaldı. Akdeniz’in kaybı ve kontrol edilememesi ise bu güvenlik sorunsalının esas sebebiydi.
Fransa 1946 yılında, Suriye’deki son askeri birliğini de geri çekmişti. Bu Ortadoğu’daki hâkimiyetinin sonu anlamına geliyordu. 1956 yılında ise İngiliz askerleri, Fransa ile birlikte, ABD onayı olmadan son güç deneyimlerini gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak gördüğü tepki üzerine Mısır’ı terk etti ve bu bölgedeki kalan sınırlı üstünlüğünü Amerikalılara kaptırdı. 29 Ekim 1956 tarihinde Nasır Süveyş Kanalını işleten şirketi millileştirmeye karar verince, Fransız ve İngilizler tepki göstermişti. İsrail 29 Ekim 1956 tarihinde Sina Yarımadası’nı işgale başladı. Ardından, İngiliz ve Fransızlar saldırarak Mısır birliklerini yenip kanalı kolayca ele geçirdiler. Ancak Soğuk Savaş yıllarında pek rastlanılmayan biçimde, Amerika ve Sovyetler aynı anda tepki gösterdi. Amerika, Arap Devletlerinin tamamen Rus kontrolüne girmemesi için, Süveyş’e İngiliz ve Fransız müdahalesini hoş karşılamadı ve desteklemedi.
Fransız ve İngilizler yalnız kalınca istemeyerek de olsa çekilmek zorunda kaldılar. İngiltere Süveyş kanalı boyunca yerleştirdiği 80.000 askerini derhal çekti. Amerikan desteği olmadan zaten buralarda kalamazdı. Mısır lideri Enver Sedat bu olaydan sonra, 19 Kasım 1956 tarihinde, “Bugün dünyada Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği olmak üzere sadece iki büyük devlet var. Ültimatom, artık ne büyük ne de güçlü olan İngiltere ve Fransa’yı hak ettikleri yerlere oturttu.” diyordu.
Sonuçta Fransa ve İngiltere, her ne kadar nükleer güçleri de olsa, orta büyüklükte bir devlet olmayı kabullenmek zorunda kaldılar. Bu ülkeler ayrıca maliyetlerinin yüksek olması dolayısıyla roket, füze, uçak gemisi gibi silahları çok miktarda yapma girişimlerinden vazgeçtiler.
Bu tarihten sonra Fransa, büyüklüğünü Amerika ile iyi ilişkiler geliştirmek ve Almanya’nın yanında Avrupa Birliği çalışmalarında ararken, İngiltere bu oluşumun dışında, ABD üstünlüğünü kabul ederek, bundan sonra Washington’da oluşturulan kararlar üzerinde etkili olmaya çalıştı. 1960’larda Avrupa İmparatorluklarının ve gücünün sonuna gelinmişti. Süveyş krizi, İngiltere ve Fransa’nın büyük devlet statüsünü kesinlikle ortadan kaldırdı. Amerika, yeni İsrail devletinin de koruyucusu rolünü üslendi. ABD’nin çalışmaları sonucu, 1972 yılından itibaren Mısır Rusya’dan uzaklaşmaya başladı.
Her ne kadar Fransa bu bölgelerden bir süreliğine çekilse de Afrika’daki sömürgeleri üzerinde yeni yöntemler geliştirerek devam etti. Fransa eski gücünde olmasa da imparatorluk günlerine dönme hayalleri kuruyor. Bu nedenle de bölgedeki gelişmeleri takip ediyor, bölgeyi bölmeye, birbirine düşürmeye, kargaşalık çıkarmaya ve bundan istifade ederek Akdeniz ve civarındaki coğrafyaya egemen olmak istiyor. Bugün Libya başta olmak üzere, Doğu Akdeniz, Lübnan, Suriye gibi bölgelerde Fransız faaliyetleri takip edilirse konu daha iyi anlaşılacaktır.
Günümüzde dünya deniz ulaştırmasının %20’si ve enerji taşımacılığının %75’i Akdeniz ve çevresi ile ilgili. Akdeniz hala önemini muhafaza ediyor ve çevresi ile birlikte kontrol edilmek isteniyor. Bir bakıma güç yoğunlaşmasının yaşandığı bir alan durumunda. Bu deniz üzerindeki adalar, boğazlar ve kanalların kontrol edilmesi aynı zamanda bu denizin de kontrol altında tutulması demek. Doğu Akdeniz’de hidrokarbon yataklarının bulunması da bu bölgenin önemini artırıyor. Korkulan senaryo ise Navarin Faciası ile hapsedilen Türkiye’nin kendisine ait uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını alması. Türkiye haklarını talep ederse bugüne kadar hakları ellerinden alınan mazlumların haklarının da gündeme geleceği biliniyor. Bu gerçek ise bölge üzerinde hiçbir hakkı ve hukuku olmadığı halde diğerlerinin haklarına çeşitli oyunlarla el koyanları çok endişelendiriyor.
Uluslararası sistemin kullandığı usullerden birisi de ülkeleri birbirine düşürecek şekilde sınır düzenlemeleri yapmak (Türkiye’nin hemen yanındaki Adalar Denizindeki bazı adaların ve Meis gibi adaların Yunanistan’a bağışlanması gibi), sonra bu sorunu zaman zaman büyütmek ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgeye müdahale etmek için kullanmaktır. Akdeniz’de yaşananlar da bu çalışmaların bir sonucudur.
Bölgede son 200 yıldır en fazla hak kaybına uğrayan taraf Türkler. Bugün dahi bir takım uydurma çalışmalarla bu durum devam ettirilmek isteniyor.
Türkiye’yi kuşatıp hapsetmeye yönelik hazırlanan haritalara göre Akdeniz’de Türkiye’ye 1.900 metre uzaklıktaki 10 km2’yi bile bulmayan küçücük Meis adası esas alınarak Türkiye, Antalya ve İskenderun körfezlerinden çıkamaz hale getiriliyordu. Bu konuda Fransa başta olmak üzere bazı ülkeler de Yunanistan’ı kışkırtıyordu.
Oysa Akdeniz’e en uzun kıyısı olan devletlerden birisi olan Türkiye için olması gereken bölgenin sınırları çok fazlaydı.
Türkiye bu sınırlarına uluslararası hukuka uygun olarak Libya ile imzaladığı Münhasır ekonomik bölgelerin sınırlandırılmasına dair mutabakat ile kavuşmuştur. Oysa sırf bu anlaşma olmasın diye Hafter desteklenmiş ve Libya dizayn edilmeye çalışılmıştı.
Oysa Türkiye’nin Libya’da tarihi, dini ve kültürel bağları mevcuttu. Türkiye’nin eğitim yardımı bile Libya’da barışı sağlamaya yetmişti. Türkiye’nin meşru haklarını savunması ve bağlarının bulunduğu bu bölgelere barışa katkı sağlayacak ilgisi kimseyi rahatsız etmemelidir. Fransız Devlet Televizyonu Dış İlişkiler Direktörü Jan Març Fuur’un açıkça belirttiği şekilde Türkiye bu bölgede hukuka uygun hareket etmektedir ve bölgede asıl maceraya giren Fransa’nın kendisidir. Anlaşma ile Libya’da kazançlı çıkmış münhasır ekonomik bölgesi genişlemiştir.
Bundan sonra Yunanlılar da acele olarak Mısır’la Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzalayamaya çalışmışlardır. Mısır ile yapılan anlaşma Yunanistan’ın eski Başbakanı Aleksis Çipras’ın ifade ettiği şekilde Yunanlılar açısından tam bir felakettir. Bununla birlikte şurası açıktır ki, bölgedeki her ülke bu anlaşmaları Yunanlılar yerine, Türkiye ile imzalamaları durumunda daha fazla deniz alanına sahip olacaklardır.
Fransa gerek Afrika gerekse Ortadoğu’daki çıkarlarını gerçekleştirmek ve eski imparatorluğunu yeniden oluşturmak için bu bölgeleri karıştırmaktan çekinmiyordu. Oysa bu bölgeler Fransa geldikten sonra karıştırılmış ve hiç huzur yüzü görmemişti. Üstelik Manş Denizinde İngiltere ile olan sorununda 70 yıldır adaların böyle bir hakkının olmadığını savunurken bu bölgede bunun tam tersini iddia ediyor.
Açıkça görülüyor ki, adaletsiz uygulamalarla Türkiye’ye ait olan halklar elinden alınmak isteniyor. Konu Türkiye için hayati öneme aittir ve haklarından vazgeçmesi mümkün değildir.
Sonuç olarak; Tarih boyunca mücadelelere sahne olmuş Akdeniz üzerinde günümüzde güç ve kaynakları ele geçirme mücadeleleri devam etmektedir. Halihazırda ise bu mücadele Doğu Akdeniz’de yoğunlaşmış gözükmektedir.
Anadolu coğrafyasında, barış içinde yaşamaktan başka bir amacı olmayan ve tarih boyunca kültürler arasında barışı ve huzuru tesis eden büyük Türkiye’yi, cebren ve hile ile ana kıtasına hapsetmeye çalışmak, akan bir seli küçücük bir çakıl taşı ile durdurmaya benzer. Türkiye, her zaman bölgesinde ve dünyada barışın ve adaletin sağlayıcısı olmuştur. Bunu da Suriye, Libya gibi bölgelerdeki uygulamaları ile göstermektedir. Kimsenin toprağında gözü olmadığı gibi kendi hakkını da kimseye verme yanlısı değildir. Adaletin sağlanması için, Türkiye’ye uluslararası hukuka uygun şekilde hakları verilmelidir. Yunanlı yöneticiler ise başkalarının kışkırttığı hayalleri bir tarafa bırakıp, bölgeye çağırdığı ve üsler verdiği güçler yerine, barışı esas alan bir yaklaşımla, Türkiye ile sorunlarını kendisi çözme yoluna gitmeli ve yine Türkiye ile, Adalar Denizi ile Akdeniz’i bir huzur ve refah bölgesi yapma ve kaynaklarını hakça paylaşmak için projeler geliştirmelidir. Akdeniz’de huzur ve güvenlik ancak adaletli bir paylaşım ile sağlanabilir.