Savaş, bir devletin beka sorunudur ve geleceğinin belirlendiği alandır. Tarih savaşlarla başladı, devletler savaş yoluyla doğdular, savaşlarla büyüdüler ve yine savaşlarla yok olup gittiler. Pirus Zaferi MÖ 279 yılında “ne pahasına olursa olsun çok büyük kayıplar verilerek kazanılan anlamsız bir zaferi” ifade eder. Epir Kralı Pyrrhos (Pirus) Roma’ya sefere çıkar ve İtalya’nın güneyindeki bugünkü Taranto şehri yakınlarında Romalılar karşısında büyük kayıplar vererek bir zafer kazandığında, yanında kalan askerlere dönerek: “Böyle bir zafer daha kazanırsak biteriz.” der. Gözüken kolay bir zaferdir ama derinliğine bakıldığında hezimet göstere göstere gelmiştir. Benzer iç dinamikler, benzer dış politika davranışlarına yol açabilir. Tarihi süreçte büyük güç politikaları incelendiğinde; toplumsal, iktisadi, psikolojik ve demografik faktörlerin ülkelerin politikalarını etkilediği ve savaşa yönelimi kolaylaştırdığı görülür. Zaten büyük güçler de mutlaka bir savaş ve çatışma sonunda ortaya çıkar veya yok olur.
Avrupalı güçler birbirini tüketirken dünya güç merkezi olma konumunu kaybettiler.
Bu günlerde Akdeniz çevresindeki bazı güçler böyle kolay bir zaferi tekrar kazanma peşinde görülüyor. Özellikle Avrupa cephesinden bakıldığında, Fransa’da Macron gibi yönetim yeteneği olmayan tecrübesiz liderlerin de buna oldukça istekli olduğu da görülüyor. Oysa biraz tarih bilgisi olanlar iyi bilirler ki, Fransa Amerika için kendini feda edip iflas ettikten sonra son 200 yıldır ciddi bir savaş kazanamamıştır. Sırf İngilizlere olan düşmanlıklarından Birleşik Devletlerin kurulması için sınırsız silah, teçhizat ve cephane yardımında bulunan Fransızlar, 1783 yılındaki Paris Anlaşması’ndan sonra ekonomik toparlanma şansını iyi kullanamamıştır. Fransızların dünya dengelerinde daha iyi bir yer elde edebilmek amacıyla 150.000 kişilik daimî büyük bir ordu kurma ve okyanuslarda İngilizlerle rekabet edecek bir donanmayı inşa etme çalışmaları da borç altındaki bu devleti daha da borç batağına sokacak ve sonunda ülkede iç karışıklıklar çıkarak Fransız İhtilaline neden olacaktır.
Amerikalılar, Avrupa’daki rekabetten yararlanarak ve bu ülkeleri birbirine karşı kullanarak dünya güç dengesinde kendilerine kolayca bir yer bulmuşlardır. Bundan sonra ise gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşları sırasında aynı stratejiyi izleyerek, savaşlarda Avrupalıların güçlerini kaybetmelerini beklemişler ve son anda savaşlara girerek dünya güç dengesinde üstünlüğü kolayca ele geçirmişlerdir. Bu bakımdan Avrupalı güçlerin birbiri ardına üç defa hata yaparak üstünlüklerini kendi elleri ile devretmeleri gerçekten ilginçtir.
Avrupalılar artık dünya gücü olmadıklarını “Süveyş Krizi” esnasında anladılar.
Pirus’un kazandığı zafer gibi her iki dünya savaşını da kazanan ve halen her yıl bunları “büyük törenlerle kutlayan” Avrupalılar, strateji bilmemelerinden dolayı oyuna geldiklerini ve artık bir dünya gücü olmadıklarını ise ancak “1956 Süveyş Krizi” esnasında anlayabildiler.
Bilindiği gibi Nasır Asvan Barajını inşa ederken ABD ve İngiltere mali desteklerini çekmiş, bunun üzerine Nasır bu barajı finanse etmek için projeye sınırsız destek veren Sovyetlere yaklaşarak Süveyş Kanalını millileştirmişti. Bunun üzerine Fransız ve İngilizler, İsrail’i de yanlarına alarak Ekim 1956 tarihinde harekete geçmişler, ancak soğuk savaşın devam ettiği bu dönemde Amerikalılar kendilerini tek başına bırakınca, Kasım 1956 tarihinde çaresizlik içinde geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Dengeleri çok iyi kullanan Nasır İngiliz ve Fransızları alt etmeyi başarmıştı. Askerî açıdan bütün hedeflerine ulaşmalarına rağmen çekilmek zorunda kalmaları, İngiliz ve Fransızların artık bir dünya gücü olmadıklarının anlaşılmasının yanında bu devletlerin güçlü olmadıklarını anlayan bazı İngiliz ve Fransız sömürgelerinin de elden çıkmasına neden olmuştu. Süveyş Krizi, İngiliz ve Fransızların çok taraflı denklemde tek başına güç kullandıkları son savaş oldu.
Avrupalıların güçsüz gördüğü Osmanlı en zayıf anında bile güçlüydü.
İngiliz ve Fransızlar, Birinci Dünya Savaşında da tıpkı Pirus’un Romalıları küçümsediği gibi Osmanlıları kolay bir rakip gibi görüyorlardı. Ancak zayıf olduğunu düşündükleri Osmanlılar “tarihi ve kültürel derinliği” nedeniyle savaş içerisinde mucizeler yaratacaktır. Avusturya televizyonu “Anadolu Türkleri ve Osmanlı İmparatorluğu” konulu belgeselini şöyle bitirir: “Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken bile güzeldi…” (Bardakçı, İlhan. İmparatorluğa Veda, 2002.s.58). Gerçekten de Osmanlı yıkıldığı anda bile güçlüydü. Yıllarca süren savaşlar, zaten var olan savaş kültürünü daha da geliştirmiş ve gerçekten kaliteli bir komuta sınıfı oluşmuştu. Bu sınıf savaşmayı biliyordu ve sadece taktik alanda değil, aynı zamanda strateji konusunda da uzmanlaşmıştı. Osmanlılar Birinci Dünya Savaşı’na altı uçak ile girmiş fakat savaş sonunda uçak sayısı 300’lere ulaşmıştı. Savaşın sonunda bile İran harekâtı devam ediyordu. Son anda bile düşmanlarına boyun eğmemiş, dimdik ayaktaydı. Osmanlılar o haliyle bile mazlum milletler için bir umut ışığı, haksızlık ve zulme karşı bir direnişti.
İngilizler ve Fransızlar ise kazanmalarına rağmen tükenmişlerdi. Savaş sonrası Avrupa üretimi, savaş önceki döneme göre neredeyse dört katı azalmıştı. İngiltere’de enflasyon artmış, iş dünyası sıkıntıya girmişti. Üstelik sosyal sıkıntılar da başlamıştı. Politikacılar geleceği görememişti. Bir İngiliz iktisatçı, “Dayanabileceğimiz noktanın ötesine geçtik.” diyerek isyan ediyordu.
Askeri güç her zaman tek başına yeterli olmayabilir.
İngiliz ve Fransızlar dünya savaşlarını kazanmıştı ancak sonuçta üstünlüklerini kaybetmişti. Geleceğin doğrudan tahmin edilmesi zaman ve mekân açısından mümkün değildir. Ancak geçmiş veriler değerlendirilerek belli sonuçlar çıkarılabilir. Günümüz ortamı incelendiğinde ortaya çıkan yeni güç merkezleriyle birlikte, büyük güçlerin sömürebilecekleri yaşam alanlarının giderek daha da daraldığı görülmektedir. Böylesi bir ortamda ise askeri gücün önceden olduğu gibi dış siyaseti yönlendirdiğine şahit olunmaktadır. Ancak tarih boyunca görüldüğü gibi askeri gücün tek başına yeterli olmadığı da görülmektedir. Strateji biliminde “askeri güce sahip olmak, mutlaka onu kullanmak” anlamına gelmez. Güç kullanılmadığı sürece bir baskı aracı olarak bir anlam ifade eder ve kullanıldıktan sonra güç olmaktan çıkar. Bu bakımdan askeri güç kullanımı riskleri bünyesinde barındırır.
Fransa ve ABD’nin hoyrat ve sınırsız güç kullanımı bu ülkelerin çıkarına değildir.
Tarih incelendiğinde ne kadar güce sahip olursa olsun hiçbir devletin sadece askeri güçle uzun süre kontrol sağlamasının mümkün olmadığı görülmüştür. Yine aynı şekilde ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir devlet aynı anda birden fazla cephede uzun süre başarılı olamaz. Ancak stratejik öngörüden yoksun olan devlet adamları, ülkelerini anlamsız bir şekilde birden fazla savaşın içine atar. Örneğin Fransa’da ekonomik güçlükler nedeniyle Fransızlar sıkıntı çekmeye ve Fransa’da bundan kaynaklı toplumsal olaylar olmaya devam ederken Makron’un; Mali’de zorlukla sürdürmeye çalıştığı savaşa ilave olarak Libya’da Halife Hafter yanında savaşa iştirak etmesi, Yemen’de Fransız silahlarıyla katliamlar olurken Suriye’de maceralara girişmesi ve aynı anda da Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarını ele geçirme konusunda sonu belli olmayan maceralara atılması gücün yayılmacı, şımarık ve hoyrat kullanımından başka bir şey değildir. Böyle bir güç kullanımının dünya için olduğu kadar Fransa için de bir felaket kaynağı olduğu gerçeğini Fransız aydınlarının ve Fransızların anlaması gerekir. Savaşlar doğası gereği risklerle doludur ve Fransız yönetimi kendi halkının da geleceğini sorumsuz girişimleri ile tehlikeye atmaktadır. Aynı hataya Rusya, Çin, İran, Kore gibi ülkelerle aynı anda kriz yaratmaya çalışan ABD’nin de düştüğü görülmektedir.
Gücü kullanma konusunda stratejik prensipleri iyi bilen devletlerin akıllıca davranarak kendileri adına başkalarını savaşa soktuğu da bir gerçektir. Bu konuda, geçmiş deneyimleri iyi yorumlayan Alman ve İngiliz yöneticilerinin konuya daha ihtiyatlı ve akılcı yaklaştığı düşünülmektedir. Nitekim Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’in Almanya’ya Suriye’nin kuzeyine kara birlikleri gönderme çağrısına, Almanya tarafından olumsuz cevap verilmiştir. Alman yöneticiler bu konuda tecrübesiz Fransız yöneticiler gibi ileri atılmamış ve adeta bir bataklık olan Suriye topraklarında gücünü kaybetme riskine girmemiştir. Savaş bir bakıma paradır. Bir uçağın hiçbir silah kullanmadan bir saatlik uçuş maliyeti 25 bin dolardan fazladır. Bir adet Tomahawk füzesi 1.6 milyon dolar, İran’ın düşürdüğü ABD insansız hava aracı ise 170 milyon dolar değerindedir. Bunların havalandığı gemiler, personel ücretleri derken herkes halkına ödenen milyarlarca doların hesabını vermek zorundadır. Bu bölgede akıllı olanlar kazanacak, gücünü boş yere kullananlar ise kaybedecektir. “Ne pahasına olursa olsun zafer” düşüncesi her zaman doğru değildir. Bu açıdan Pirus Zaferi’nin sonuçlarını her zaman akılda tutmak gerekir.
Batı, Türkiye’ye adil davranmamıştır.
Diğer taraftan Akdeniz çevresindeki en büyük güçlerden birisi olan Türkiye’yi yok sayan politikaların da işe yaramayacağı açıktır. Avrupa Birliğinin Türkiye ve KKTC’nin adil bir şekilde dahil olduğu barışçıl kaynak kullanımı dururken, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan Türkiye’nin ve KKTC’nin dahil edilmediği saçma bir plan yüzünden bölgede riskli politikalar geliştirmesi AB’nin zaten zayıf olan konumunu daha da kaybetmesine ve kendisini sıfırlamasına neden olacaktır. Bu konuda AB politikacılarının Türkiye’ye yaptırım kararlarının akıllıca bir davranış olmadığı açıkça ortadadır. AB, Türkiye gibi güçlü bir müttefikini böyle tutarsız kararlarla kaybetmemelidir.
Batı, İkinci Dünya Savaşı sonrası kaynaklarını ekonomik gelişmesine yöneltirken, Türkiye yıllarca Batı Dünyasını büyük ekonomik kayıplara uğramasına rağmen korumuştur. Buna rağmen geçmişten gelen bir algı ile Türkler, Batı tarafından hiçbir refaha ortak edilmeden kullanılacak garanti bir güç gibi görülmüş, Soğuk Savaş sonrasında ise bir köşede tutulmak istenmiştir. Türkiye’yi “ne isterse ve ne pahasına olursa olsun istediği her şeyi yaptıracağı bir güç olarak görme anlayışı” kabul edilebilecek sağlıklı bir anlayış değildir. Bugün Türkiye için söylenen “Eksen Değişikliği” iddiası doğru olmayıp, bu Batı’nın kendi aleyhine zorla oluşturduğu bir durumdur. ABD Başkanı Trump bunu “Türkiye’ye adil davranılmamıştır.” diyerek açıkça ifade etmiştir. Eksen değiştiren Türkiye değil tam aksine Batı’dır. Diğer ülkeler hiçbir sorumluluk almadan sadece bombalarını atıp giderken, bu bombalardan kurtulan çocuk ve kadınlar dahil milyonlarca Suriyeliyi ülkesinde barındıran Türkiye’ye sadece S-400 konusunda değil, daha birçok konuda adil davranılmamıştır. Alınan birçok kararın arkasında bu ülkelerin çıkarları değil, fanatik Türkiye düşmanı olan politikacıların olduğu pekâlâ bilinmektedir. Ancak bu durum kendi toplumlarından gizlenmekte veya yeterince bilgilendirilmemektedir. Kısa sürede bu anlayış değişmediği ve Türkiye yeniden kazanılmadığı sürece de Trump’ın gündeme getirdiği “adaletsizlik”, Batı’nın yaptığı en büyük hata olarak tarihe geçecektir.