Doğu Akdeniz’deki Enerji Mücadelesinin Güvenlik Açısından Muhtemel Sonuçları
Her şey Akdeniz’in Doğusunda petrol ve doğalgaz rezervlerinin bulunmasıyla başladı. Doğu Akdeniz’de keşfedilen 10-15 trilyon metreküp doğalgaz rezervinin dışında, 10 trilyon metreküpün üzerinde keşfedilmeyi bekleyen doğalgaz rezervi var. Daha ayrıntıya girersek; ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezinin yapmış olduğu çalışmaların sonuçlarına göre, Suriye-Lübnan-İsrail ve Kıbrıs Adası arasında kalan ve Levant Havzası olarak isimlendirilen bölgede 1.7 milyar varil petrol ile 3.5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi bulunuyor. Kıbrıs adasının civarında ise 8 milyar varil petrol yatağı var. Bunun dışında Girit Adası civarında 3.5 trilyon metreküp doğalgaz ile Nil Delta Havzasında 1.8 milyar varil petrol ile 6.3 trilyon metreküp doğalgaz ve 6 milyar varil sıvı doğalgaz yatağının bulunduğu değerlendirmesi yapılıyor. Bölge ayrıca geleceğin enerji maddesi olacağı değerlendirilen gaz hidrat yatakları açısından da zengin. Bu bölgede Türkiye’nin neredeyse 570 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak büyüklükte bir doğalgaz rezervi saklı ve son 20 yıldır bu bölge ve civarında oynanan büyük oyunun ana nedeni de bu.
Son 20 yıldır bu bölgede oyun üstüne oyun, plan üstüne plan yapılıyor. Önce “Büyük Ortadoğu Projesi” denildi, birçok ülke perişan edildi. Libya dağıtıldı, Mısır’da darbeciler desteklendi, Filistinliler küçük alanlarda hapis hayatına zorlandı, Türkiye gerek içeriden gerekse dış destekli terör olaylarıyla çökertilmeye çalışıldı ve en önemlisi Suriye’de halk sefalete sürüklendi.
Bu bölgelerde ilk doğalgaz rezervi 1999 yılında İsrail’in karasularında “Leviathan” isimli sahada keşfedildi. İsrail’in bu keşfi başta ABD olmak üzere dünyanın güçlü ülkelerinin dikkatini bu bölgeye çevirdi. Ardından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Kıbrıs Adasının güneyinde “Afrodit” denilen bölgede doğalgaz sahasını buldu. 2015 yılında ise bir İtalyan firması olan “Eni”, Mısır açıklarında “Zohr” denilen bölgede en büyük doğalgaz sahasını ortaya çıkardı. Bu noktada keşif tarihlerine ve bu tarihlerde gerçekleşen olaylara dikkat edersek, oynanan oyunu da anlamamız daha kolay olacaktır.
Doğu Akdeniz bölgesinde zengin petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu 1990’lardan beri ABD ve İsrail tarafından biliniyordu. Zaten Ortadoğu Bölgesi bu amaçla uzun süredir kontrol altında tutuluyordu. O halde buradaki kaynaklardan İsrail ve Amerika dışındaki ülkelere çok fazla bir pay verilmeden, planlar yapmak gerekiyordu. Genel olarak Rusya, Çin, İran ve Türkiye’yi kuşatmak için bölge hazır hale getirilmeliydi. Öncelikle bu bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’nin pasif duruma getirilmesi, diğer sorunlarla uğraştırılarak büyük oyunun dışında tutulması önemliydi. Bölgede sorun olmamaları açısından Türkiye dışında; Libya, Mısır (Süveyş kanalından enerji sevkiyatı ve İran Körfezinin devre dışı bırakılması açısından) ve Suriye gibi devletlerin de etkisiz hale getirilmeleri gerekiyordu. Filistinlilere de bir pay verilmesi düşünülmüyordu. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletler ise bazı ufak paylarla konuya ortak edilebilirdi.
Bu amaçla hazırlanan ilk projenin ismi “Büyük Orta Doğu Projesi” olarak belirlendi. Özgürlük ve demokrasi getireceği iddia edilen ve Amerikalı yetkililerce “Fas’tan Endonezya’ya kadar 22 ülkenin sınırlarını, dengelerini ve istikrarını değiştirme” olarak sonradan itiraf edilen proje, aslında “Müslüman ülkeleri parçalama, bölgeyi kontrol etme ve Büyük İsrail’i oluşturma” maksadını güdüyordu. Proje alanı şüphesiz Türkiye’yi de kapsıyordu. Bu bölgenin kontrol edilmesi başta petrol ve doğalgaz olmak üzere ulaşım yollarının denetlenmesi ile Çin, İran ve Rusya gibi devletlerin önünün kesilmesi manasına da geliyordu. Proje uygulanmaya başlanıldı. Libya, Tunus ve Mısır kontrol edildi, Suriye karıştırıldı ancak Türkiye genlerinden gelen tarihi tecrübesi ve direnme ruhuyla her zamanki gibi ayakta kalmayı başardı.
Doğu Akdeniz’de bulunan yataklar daha önce ihtiyacını Mısır’dan karşılayan İsrail’i rahatlattı. Çevresinde kendisine tehdit olabilecek; Irak, Suriye, Mısır gibi ülkeler dağıtıldı. Dahası enerji fazlasını Hindistan gibi ülkelere satarak ve Avrupa’ya göndererek ekonomik kazanç sağlayacak. Bu amaçla Amerikalı petrol şirketleri ile anlaşmış durumda. Aynı Amerikalı şirketler Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaştı. Ardından İsrail Amerikan şirketinin %30 kullanım hakkını İsrailli Delek firmasına devretmesiyle Afrodit adı verilen itilaflı bölgeye Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) itirazlarına rağmen ortak oldu. Asıl garip olan konu ise Mısır’la birlikte Akdeniz’e en uzun sınırı olan Türkiye’nin yapılan faaliyetlerde hiç dikkate alınmamış olması.
Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya gibi devletler ise Doğu Akdeniz’deki bu pastadan pay almanın telaşı içerisindeler. Bu ülkelerin Suriye’ye ilgisi de sırf bu yüzden. Bu nedenle bölgedeki 20 yıldır süren mücadeleye “Doğu Akdeniz Enerji Savaşları” demek daha doğru olacaktır.
Bu mücadelede en uyanık davranan taraflar ise Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’dır. Hiç de gerçekleştirilebilir bir durum olamamasına rağmen tamamen Türkiye’yi ve Kıbrıslı Türkleri konunun dışında bırakarak, bütün bölgede hak iddia etmekte ve bu maksatla tavizler vermek suretiyle İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerle birlikte bir oldu bittiyi gerçekleştirebilecekleri hayaline kapılmaktadırlar.
Asıl sorun da burada ortaya çıkmakta ve Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin uluslararası hukuka aykırı olarak aldığı bu tek taraflı kararlar Türkiye’yi zor durumda bıraktığı gibi bölgedeki barış ve istikrarı da tehdit etmektedir. Kıbrıs’ta halen İngilizlerin askeri üsleri bulunmaktadır. Uluslararası görüşmelerde Türkiye’yi Kıbrıs’ı işgalle suçlayan İngilizler, her nedense adada Limasol ve Larnaka bölgelerinde bulunan ve adanın %3’üne karşılık gelen (254 km2) iki askeri üssünü gündemin dışında tutmayı başardı. İngiltere bu üsler vasıtasıyla Doğu Akdeniz bölgesini kontrol ederken, anlaşma gereği hiçbir izin ve kısıtlamaya tabi değil. Son olarak İngilizlerin bu üslerde modası geçmiş Tornado uçaklarının yerine bu yıl yeni nesil F35’leri göndereceğini açıklamasını da, her ne kadar DEAŞ ile mücadele gerekçesine dayandırılsa da, bölgedeki muhtemel enerji savaşlarıyla ilişkilendirmek gerekir. Diğer taraftan AB ülkelerinin bir yandan ABD’den bağımsız olma yönünde çaba harcarken, çıkar alanlarına yönelik farklı politikalar geliştirdiği de Doğu Akdeniz’de açıkça görülmektedir. Fransa’nın da aynı kapsamda Larnaka’da deniz unsurlarını sürekli destekleyecek ve Total şirketi başta olmak üzere enerji şirketlerinin bu bölgede yapacağı çalışmaların güvenliğini sağlayacak bir üs için Kıbrıs Rum Kesimi ile görüşmelerini sürdürdüğü düşünüldüğünde, konunun Türkiye için geldiği tehlikeli nokta daha iyi anlaşılacaktır. Bu maksatla 2018 yılı temmuz ayında GKRY’nin Fransa ile daha önce imzaladığı askeri işbirliği anlaşmasının sınırlarını genişleterek, Fransız Ordusuna toprakları içindeki hava ve deniz üslerini sürekli kullanma ve Doğu Akdeniz’deki enerji alanlarının ve deniz trafik güvenliğini birlikte sağlama maddelerini eklemesi dikkate değerdir. Bu kapsamda ayrıca Fransa Rumların Mari Deniz Üssünü modernleştirecek ve askeri teçhizat ve eğitim desteği sağlayacak. Rumların önüne gelene topraklarını sunduğu bir ortamda, geçen yıl adayı ziyaret eden ABD Kara Kuvvetleri Komutanı General Milley’de, Rumlardan deniz ve hava üsleri konusunda kolaylıklar istedi. Böylece bir anda İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar, İtalyanlar, Hollandalılar bölgede hak sahibi gibi hareket eder duruma gelmiştir. İsrail gemileri ile Yunan Apache helikopterleri Kıbrıs civarında dolaşmaktadır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin de kendi güvenliğini sağlama adına KKTC’de deniz ve hava üsleri kurması gündeme gelmektedir.
Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynaklarının uluslararası şirketlerin ilgisini çekmesi normaldir. Bu kaynaklar Avrupa’nın enerji ihtiyaçlarını karşılamada Rusya’ya olan bağımlılıklarını büyük oranda azaltacaktır. Ancak henüz bütün taraflarca kabul edilmiş bir anlaşma imzalanmamıştır ve enerjinin gönderileceği güzergahlar henüz belirlenmemiştir. Bu konuda Türkiye’nin devre dışı bırakılması da zaten mümkün değildir. Özellikle Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya gidecek hat, Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kabul ettiği alandan geçmeden mümkün değildir. (MEB: Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine göre bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında özel haklara sahip olduğu deniz bölgesi). Sorun GKRY’nin tek taraflı olarak sorumsuzca komşu ülkeleri ile imzaladığı anlaşmalardır. Özellikle Mısır ve İsrail’in kendi paylarını azaltan ve Rum Kesimine hakkından fazlasını veren maddeler dikkat çekicidir. Ayrıca Lübnan’da bazı bölgelerin kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Daha şimdide sorunlar başlamıştır. Nitekim geçen yıl Lübnan Ordusu Akdeniz’deki 9 Nolu doğal gaz bloğunun kendi ülke karasularında bulunduğunu ve bu nedenle kullanma hakkının Lübnan’a verilmesi gerektiğini ilan etmiştir.
GKRY, bütün Kıbrıs adına bu şekilde anlaşma yapmaya yetkili değildir ve Türkiye bu anlaşmaları tanımamaktadır. Ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’de Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına 2011 yılında belirli bölgelerde arama izni vermiştir ve bu bölgeler birçok noktada GKRY’nin verdiği alanlarla çakışmaktadır. GKRY’nin bir zafer sarhoşluğu içerisinde attığı adımların uzun vadede kendisinin çıkarına olmadığı ve bölgeyi adeta bir savaş alanına döndürdüğü de açıkça ortadadır. Bunu en iyi görebilenlerden birisi de Rum Ana Muhalefet Partisi Lideri’dir ve Rum Yönetimini “İsrail ile ittifak kurarak Güney Kıbrıs’ı tehlikeli çatışmaların içine sürüklediği”ni açıkça söylemiştir. Bu açıdan bölgede çıkabilecek gerginlikten açıkça GKRY sorumludur ve Türkiye’yi konunun dışına atmak için yaptığı girişimlerin bir anda bölgedeki istikrarı bozarak kendi aleyhine dönebileceğinin farkında olmalıdır.
Şimdilerde herkes boyundan büyük tehditler savuruyor. Yunanistan Savunma Bakanı, “Türkiye Kıbrıs ve Yunanistan’ın egemenlik hakkını sorgulamaya yeltenirse vereceğimiz cevap büyük olur.” derken, 29 Temmuz 2018 tarihinde Kıbrıs’ta bir konferansa katılan İsrail Büyükelçisi ortamda coşarak, “Türk tehditleri nedeniyle İsrail’in askeri müdahalede bulunmamasını temenni ederim.” diyordu. Aynı toplantıda konuşan ABD Büyükelçisi Cathleen Doherty ise Türkiye’nin Rumlara gösterdiği tavrı kabul edilemez olarak niteliyordu. En garip ve ilginç konuşmayı ise Mısır Büyükelçisi Taha Muhammed yapıyordu: Gerekirse Türkiye’ye karşı askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceğiz.”
Bütün bu tehditler karşısında Türk Dışişleri Bakanlığının açıklaması netti. “Ülke temsilcileri hadlerini aşmasın.” KKTC Cumhurbaşkanı “Doğu Akdeniz’in kaynakları bu toprakların iki eşit sahibi olan iki tarafa aittir.” derken, Türkiye Cumhurbaşkanı “Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin onay vermediği, rızasının olmadığı hiçbir projenin oldu bittiye getirilmesine izin vermeyeceğiz.” açıklamasını yaptı. Bu şekilde tehditlerin bir sonuca varamayacağını ise Türk Milli Savunma Bakanı Akar şu sözleriyle net bir şekilde ifade etti: “Ege’de, Akdeniz’de, Kıbrıs’ta yapılan provokasyonların etkisinin olmayacağını herkesin bilmesi lazım. Herkesin tahriklerden ve provokasyonlardan uzak durması aksi takdirde bunun bedelinin ağır olacağını bilmesi lazım.”
Yunanistan ve GKRY, İsrail ve Mısır’ın Türkiye karşıtlığından istifade ile yanına ABD, İngiltere ve Fransa’yı da alarak uyanıklık yaptığını zannederken ateşle oynadığının farkına varmalıdır. Bölge gerçeklerini dikkate almadan yapılan oldu bittiler nasıl daha önce istikrarsızlık yarattıysa, aynı şekilde bölgenin en büyük ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin ve KKTC’nin de yok sayılarak aç gözlü paylaşımlara gidilmesi bölgeyi bir anda ateşin içerisinde bırakacaktır. Kaldı ki konu Türkiye’nin en üst milli çıkarlarıyla ilgilidir ve beka sorunudur. Türkiye bu konudaki kararlılığını her defasında açıkça ifade etmek yanında, sahada da göstermekten çekinmemiştir. Bunun yanında enerji kontrolü Çin ve Rusya başta olmak üzere diğer ülkeleri de ilgilendirdiğinden, bölgede çıkacak bir gerginliğin bütün dünyayı kapsayacak bir çatışmaya dönüşmesi de imkân dahilindedir. Nitekim bölgenin kendisi için önemini kavrayan Ruslar da başlangıçtan itibaren olayları takip etmektedir. Rusların Suriye’deki deniz ve hava üsleri de enerji bölgelerini kontrol eder durumda. Ruslar, Tarsus ve Lazkiye Limanlarında çoğu 2.500 kilometre menzilli füzeler atabilen büyük bir donanma gücüne ve denizaltılara sahip. Ayrıca Doğu Akdeniz’deki gücünü sürekli olarak artırıyor. Bunun yanında Ruslar geçen yıldan beri sürekli olarak Akdeniz’de büyük çaplı deniz ve hava tatbikatları gerçekleştiriyor. 2019 yılı ocak ayı içerisinde ise biri Türkiye ile KKTC arasında olmak üzere Kıbrıs çevresinde beş ayrı bölgede tatbikatlar gerçekleştirdiler.
ABD’nin bu konudaki Türkiye karşıtı tutumu zaten bilinmektedir. Uzun süredir Türkiye’ye karşı yapmış olduğu faaliyetler, aynı ittifak içinde yer alan iki ülke gibi değil, son derece saldırgan gözükmektedir. Bu açıdan asıl eksen değişikliğinin ABD’de olduğu söylenebilir. İsrail, GKRY ve Yunanistan gibi ülkeleri yanına alarak yapmış olduğu tatbikatlar ve Türkiye’nin güney sınırında YPG/PKK terör örgütlerine vermiş olduğu destek anlaşılır gibi değildir. Açıkça görülmektedir ki ABD yapmış olduğu yanlışlarla bölgede Türkiye gibi bir müttefikini kaybetmektedir ve bunun sıkıntısını ileride giderek daha fazla hissedecektir.
Daha önce bölgede oynanan oyunlar gibi Türkler dışarıda bırakılmaya çalışılıyor ve yok sayılıyor. Bölgeden binlerce kilometre uzaktan gelenler bu zenginliği paylaşacak, ancak hemen dibinde asıl hak sahipleri sesini çıkarmayacak, razı olacak diye düşünülüyor. Ama bu sefer farklı. Bu kaynaklardan Türkiye ve Kıbrıslı Türkler yararlanamazsa kimse yararlanamaz ve bölgede istikrar olmaz. Bölgede çıkacak bir çatışmadan da en fazla zarar görecek taraf ise Rum Kesimi ile burada yaşayan Rumlar olur. Bu duruma Türkiye’de “Dimyada pirince giderken, eldeki bulgurdan olmak (Aşırı hırs gösterirken elindekileri de kaybetmek).” şeklinde uygun bir deyim bile vardır. Aynı deyim Rumlarda da var mıdır bilmiyoruz ancak çözümün, Türklerin de içinde olduğu hakça ve adaletli bir paylaşımdan geçtiğini her aklı başında insan biliyor.