Tarih boyunca salgınlar ve doğal afetler güç dengelerini değiştirmiştir.
Tarih boyunca yaşanan doğal afetler ve salgın hastalıkların ardından en fazla büyük güçlerin etkilendiği görülmüştür. MÖ 2000’li yıllarda; Toros Dağlarından başlayıp, güneyde Akabe Körfezine ve Kızıldeniz’e ulaşan hatta şiddetli depremler ve volkanik patlamalar meydana gelmiş ve buralardaki şehirler yok olmuştur. İnanışa göre Lut peygamber buralardaki insanları doğru yola çağırmış ancak öneriyi kabul etmedikleri için felaketlerle yok olmuşlardı.
MÖ 1200’lü yıllarda ise hakkında çok şey bilmediğimiz, garip bir çöküntü ve karanlık bir dönemin yaşandığını görüyoruz. Bunun neticesi Güneybatı Asya’daki imparatorluklar ve Hitit Devleti çöktü. Ardında Girit uygarlığı da çökünce, Giritliler eskiden efendiliklerini yaptıkları Yunanlıların egemenliğine girdiler.
Gücü eline geçiren Yunanlılar da zulmetmeye başlamışlardı. Girit Adasının kuzeyinde bir adada yaşayan Miloslular, Atinalılara; “özgürlükleri için savaştıklarını söylediklerinde”, Atinalılar “Güçlüler yapmaları gereken şeyi yapar, güçsüzler ise sadece kabul eder.” demişlerdi. Ancak Atinalılar da, MÖ 400’lü yıllarda muhtemelen Afrika’dan gelen bir salgın felaketi sonucu güçlerini kaybedecektir.
Bu salgında 300.000 kişinin öldüğü söyleniyordu. Kayıtlara göre hastalık şu şekilde tarif ediliyordu. “Hiçbir ön belirti görülmüyor, birden ateş çıkıyor, nefes alıp vermede düzensizlik yaşanıyor. Yedi ile dokuz gün içinde hastaların çoğu ölüyor.”
Hastalığın yayılması ile servet ve güç el değiştirmişti ve suçlar artmaya başlamıştı. Salgın sadece askeri ve idari anlamda değil, sosyal ve kültürel alanda da yozlaşmaya yol açmıştı. İnsanlar artık ahlaklı bir yaşam istememeye başlamışlardı. Sosyal ve dini normlar büyük sarsıntıya uğradı. Bunun sonucu olarak bir süre sonra Atina bir güç merkezi olmaktan uzaklaştı.
Romalıların güç kaybetmelerinde de salgınların büyük rolü vardır.
MS 165-180 yılları arasında, Doğu Seferinden dönen askerlerin getirdiği tahmin edilen salgın hastalık Roma İmparatorları Verus ve Antoninus’un da hayatını kaybetmesine neden olurken, imparatorluk nüfusunun üçte biri de yok oldu. Bu salgın da bir büyük gücün yok oluşu olarak tarihe geçti.
Amerika kıtasının ele geçirilmesinde beyaz adamın hediye olarak dağıttığı hastalıklı insanların battaniyeleri kullanıldı.
Bilinçli salgınların belki de en büyüğü Amerika kıtasında yaşandı. Avrupalılar geldiğinde para, zenginlik ve fakirlik gibi kavramları yoktu. Altını biliyorlardı ancak değerini bilmiyorlardı. Bu nedenle beyaz adamı ilk gördüklerinde, ilginç buldukları boncuklarla altınları hemen değiştirmişlerdi. Bundan sonra ise bu adamların neden bir avuç altın için insanları öldürdüklerini bir türlü anlayamadılar.
Avrupalıların, Amerika kıtasında yaydığı ilk hastalık 1519 yılındaki çiçek hastalığıydı. Ardından diğer salgınlar geldi. Beyaz adam salgının etkisini artırmak için hastaların kullandığı battaniyeleri hediye olarak yerlilere veriyordu. O kadar çok kişi ölüyordu ki, sağ kalanlar onları gömmeye yetmiyordu. Gerçekten kaç kişinin öldüğü tam olarak tespit edilemedi. İnka İmparatorluğunun nüfusu kısa sürede 11 milyondan 1 milyona düştü. Amerika kıtasındaki toplam nüfus ise 100 yılda 70 milyondan 8 milyona düştü. Sonraki 50 yılda ise 4 milyonun altına. Sağ kalanlar ise artık yaşıyor sayılmazdı.
Kiliseler medenileştirme adına keşifleri desteklemişti.
Bu katliama en fazla karşı çıkması gereken kiliseler ise karşı çıkmak bir yana, gidilen yerleri medenileştirme adına keşifleri desteklemişti. 16. yüzyılda çıkan salgınlarda Yeni Dünya’da yaşayanların yüzde 70’ten fazlası ölünce bir Fransız: “Tanrı, yerlilerin yerlerini açıkça yeni halklara bırakmasını arzu ettiğini gösteriyor.” diyordu. Avrupalılar bu dönemde acımasıydı ve adalet yok olmuştu. Kızılderililer olanları şöyle özetliyorlardı: “Beyaz adam özgürlük ve adalet önermişti. Özgürlük ve adalet dedikleri şeyi gördük. Neredeyse kökümüz kurutuldu.”
Özgürlük ve adalet adına zulümler bu tarihten sonra da artarak devam etti. Güç arayışları ve güce sahip olma, uluslararası politikanın bir aracı durumuna geldi. Genel olarak daha önce gücü eline geçirme adına yapılan savaşların, kabileleri tek bir yönetim altında toplamaya yönelik olduğu görülürken, daha sonra bu savaşlar üstünlük sağlamaya, yağmalamaya dayalı olarak yapılmaya başladı, bu ise daha fazla yozlaşma ve çıkar çatışmalarına neden oldu.
Özgürlük ve adalet adına yapılan operasyonlar, insanlığı hiç olmadığı kadar birbirine düşman ediyor.
Bu anlamda kötülük, insanın insanlık yükünden kurtulma yolunda giriştiği çabada kendini yitirmesine neden oldu. Özgürlük ve adalet adına getirilen düzende, günümüzde en zengin 10 kişinin geliri giderek artıyor ve neredeyse 4 milyar kişinin gelirine yaklaştı. Hazırlanan bir uzman raporuna göre; dünyada herkes gelirlerine göre 100 dolarlık kâğıt paraların üzerine otursa, dünyanın büyük kısmı yerde oturmaya devam ederken, gelişmiş ülkelerdeki bir takım azınlık orta halli insanlar sandalye, en zengin kişiler ise uzay boşluğuna ulaşıyor. Doğal olarak bu dengesiz durumu korumak için “adalet ve özgürlük” kavramları adına mücadeleler sürdürülüyor.
Birilerinin imtiyazlı ortamını korumak için sahte düşmanlar yaratılıyor.
“Karşı ve biz” düşüncesi son zamanların en en sık kullanılan yöntemlerinden birisi. Eserlerinde acımasız uygulamalara karşı çıkan 1903-1950 yılları arasında yaşamış İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından George Orwell “1984” isimli romanında, işçiler arasında bir birlik yaratmak için “ötekine karşı sürekli bir çatışma halinde olmanın” gerekliliğini yazmıştı. Artık sadece “onlar” ve “biz” kavramının olduğu bir dünya vardı ve o anda karşı taraf, tıpkı İslamiyet’in Batı medeniyetinin karşısında düşman gösterilmesinde olduğu gibi “mutlak bir kötülüğün temsilcisi” oluveriyordu.
Yaratılan sahte düşman bilinçli olarak farklılaştırılıp zalim eylemler masumlaştırılıyor.
Düşman yaratıldı mı, bundan sonrası kolaydır. Artık kendini iyi hissetmek adına, içinde bulunduğu toplumun davranışını iyi görme, diğerlerinin ise kötü davranışlarını öne çıkarma eğilimi vardır. Seçilen düşman o topluma yabancıdır ve o topluluğun çektiği acının kaynağıdır. Düşman güvenliği tehdit etme yanında, doğabilecek yeni tehlikelere işaret eder. Onun ne yapacağı kestirilemez. O farklı fikir ve inançlara sahip olma yanında, değişik konuşur ve yaşar. İşte bu nedenle ortadan kaldırılması gereklidir ve bu nedenle düşman olarak belirlenen tarafa karşı birlik olunur. Bu ortamda; kendisi melekler gibi saf, temiz ve iyilik sembolüyken, düşman tam tersidir. Onun hakkında genel konuşulur, insani özelliklerinden tecrit edilir ve adeta şeytanlaştırılır.
Artık zalim yaptığı eylemleri ne kadar vahşi olursa olsun masumlaştırır. Ondan sonra uydurma bir vesile ile saldırılan Irak’ta milyonlarca insan öldürülüp yerinden edilirken, 115 milyar varillik dünyanın en büyük rezervine sahip ülkenin neden dünya zenginler listesinde 124’üncü sırada yer aldığının bir önemi kalmaz. Keşmir’de, Doğu Türkistan’da insanlar acı çeker, evlerine kapatılır. Suriye’de halkını katleden rejim; kadın ve çocuklara yönelik katliamlarına devam ederken bu katliamları önlemeye çalışan Türkiye engellenmeye çalışılır. Bu katliamları önlemek için oluşturulmuş uluslararası kurumlar, her gün kaç çocuk, kadın ya da masum sivilin öldüğünün istatistiksel hesabını yapmaktan öteye gidemeyecek kadar aciz ve zavallı duruma düşer. Ölen çocukların cesedi kıyılara vurur. Doğru yanlışın, yanlış doğrunun yerine geçer. Gücün zulüm için kullanıldığı ve gücü elinde bulunduranlara karşı hiçbir şey yapılamayacağı düşünülen çaresiz bir ortamda, bombardımanda ağır yaralanan Suriyeli 3 yaşındaki bir çocuğun sesi duyulur: “Gidince sizi Allah’a şikâyet edeceğim.”
Bütün dünyayı saran virüs, hep dağların ardına düştüğünü sandığımız yıldırımların bu kez yakınımıza geldiğini gösteriyor.
Dünyanın bir köşesinde; kadın ve çocuklar başta olmak üzere zulme ve saldırılara maruz kalan insanlara karşı kayıtsız kalan dünya, birden yanı başında virüslerin yarattığı bir tehlikeyi görünce afallar. Aslında soğuk bir kelimedir ölüm. İstenilmeyendir insan için. Başkalarına yakın ancak kendilerine uzaktır. Bir gün öleceğini bilse bile hep kendisinden uzak tutar onu. Ancak ölüm anı geldiğinde; gök gürlemesini yanında hisseder ve o an korkuyla fark eder, hep dağların ardına düşen yıldırımların bu kez oralara düşmediğini. Televizyondan izlediği ve kendisinin asla yaşamayacağı düşündüğü acıların hiç te o kadar uzak olmadığını.
Artık kulübesi yananların çektiği acıları, bu acıların uzağındaki insanlar da çekmeye başlar. Doğu Türkistan ve Keşmir’de olduğu gibi insanlar evine kapanmış durumda, Suriye’de okula gidemeyen çocuk gibi okula gidemeyen çocuklar var, bir zamanlar bilinçli olarak artırılan salgınlarla öldürülen yerlilerin Amerika kıtasında, insanlar panik halinde salgın dehşetini yaşıyor, virüsün en fazla etkilediği New York şehrinde acil durum ilan ediliyor, Avrupalılar bitap düşmüş bir durumda çaresizlik içinde salgının azalacağı günleri bekliyor. İşte o an Ernst Friedrich’in 1924 yılında yazdığı “Savaşa Karşı Savaş” isimli yazısında belirttiği “Savaşı önlemek için bir yol biliyorum. Savaşlarda kulübeler yanarsa saraylar ve köşkler de yanmalıdır.” ifadesi akla geliyor. Savaşı, acıları, zulmü ve çaresiz insanları hatırlamak için, belki de bunun bir gün bizi de etkileyeceğini bilmemiz gerekiyor.
Böyle bir ortamda artık kimse güvende değil.
Güvenlik, insanın kendisinin ve mal ve eşyalarının her türlü tehlikeden uzak olması ile kendini güvende hissetme hali olarak tanımlanıyor. Burada güvenlik kadar güvende hissetme algısı da önemli. Virüs tehlikesi dünya üzerinde herkesi etkiliyor ve böyle bir ortamın güvenlik içinde olduğu söylenemez. Tehlikeden zengin veya fakir herkes etkileniyor veya etkilenecek. Birçok üst düzey politikacı ve liderin de virüs etkisinde kaldığı bir ortamda kimse güvende değil. Dahası, önceden olduğu gibi önümüzdeki dönemde de belirli zamanlarda benzer tehlikelerle karşılaşacağız. Bunun bilinci ile bir araya gelip, bundan sonrası için tedbirler geliştirmemiz gerekiyor. Diğer taraftan, virüsün bilinçli yayıldığına ilişkin teorilerin doğru olup olmadığını bilemiyoruz ama her ne şekilde olursa olsun, bundan herkes etkileniyor. Dahası, bundan sonra bir takım kontrolsüz grup ve organizasyonların, bu tehlikeyi bilinçli yaratması durumuna karşı, meydana çıkabilecek felaketi önleme adına da insanlık için gerekli tedbirlerin şimdiden alınması da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.
Küreselleşmeyi yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Virüsün etkisine en fazla maruz kalanlar diğerleriyle en fazla etkileşime girenler. Küresel olma; “Karşılıklı bütünleşme ve dünyaya dahil olma sürecinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan bireylerin, toplumların ve devletlerin arasındaki iletişimin ve etkileşimin artması ve karşılıklı bağımlı hale gelinmesi” olarak ifade ediliyordu. Bu bağımlılık giderek arttığından, salgın hastalıklar da kısa sürede yayılmaya başladı. Bir anlamda küreselleşme “katı olan her şey buharlaşıyor” metaforu kullanılarak tarif edilmişti. Küresel çağda insanların, malların, bilginin ve mekânın hareketi bir sıvının akışı gibi kolaylaşmış, hatta daha da ileri giderek gazlaşma halini almıştı. Bu ortam içerisinde her şeyin buharlaşması, kutsal olanların dünyevileşmesi, kavramların içinin boşalması da söz konusuydu. Bu nokta her şeyi acımasızlaştırdı ve bu arada değerleri bitirdi.
Değerlerini yitiren ve krizler karşısında etkisiz kalan sistemler sorgulanacak gözüküyor.
Gelinen noktada kurulan sistemlerin ve birlikteliklerin yeniden sorgulandığı görülüyor. Mevcut adaletsiz sistemlerin krizle birlikte yetersizlikleri ve bir işe yaramadıkları ortaya çıktı. Tamamen farklı ve daha az gereksiz yerlere yapılan yatırımlar âtıl bir kapasite yaratırken, ihtiyaç duyulan alanlarda insanlar çaresiz bırakıldı. Bir araya gelme felsefesi üzerine kurulan Avrupa Birliği ülkelerinin birbirine sınırlarını kapattığı da görüldü. Batı kendi yarattığı değerleri kendi eliyle yok etti. Herkes kendi derdine düşmüş durumda. Çekya, İtalya’nın Çin’den sipariş ettiği sıhhi malzemeye el koyuyor, AB ülkesi İtalya; AB ülkesizden alamadığı yardımı krizde Rusya ve Çin’den alıyor, AB ülkesi Bulgaristan Savunma Bakanı “Bize sadece Türkiye ve Çin yardım ediyor” diyor. Şimdi bunun üzerinde yeniden düşünme vakit geldi. İngiliz bilim insanlarının ifade ettiği gibi, küresel sistem için planlanan süreci hep birlikte mecburen yaşıyoruz. Ancak kriz sonrası hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve ittifaklar ile kurulan uluslararası organizasyonların yeniden sorgulanacağı kesin görülüyor.
Kriz ortamında adaletsiz ve bencil sistemler yok olurken, değerlerini koruyanlar kazanacak.
Bu kriz yeni bir dönemin başlangıcı olacak gibi görünüyor. Hiç şüphe yok ki, kriz eninde sonunda düşüşe geçecek ve zamanla etkisini kaybedecek. Ancak bu kriz ortamında; bencil, adaletsiz ve sahip olduğu değerlere ters düşen sistemler yok olup giderken, tam tersi adalet prensibinden şaşmayarak; paylaşımcı, birbirine destek olan, değerlerini korumuş toplum ve sistemler ayakta kalmış olarak yeni bir döneme önderlik edecek.