Güray ALPAR

Güray ALPAR

Tüm Yazıları

Gladstone’dan Trump’a: Tarihe Bakarak Geleceği Tasarlamak

06 Kasım 2018
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Zekâ, geleceği görerek önceden tasarlamak demektir. Bunun yanında “prekognisyon” deyimi de “gelecekteki olayları görme” olarak tanımlanıyor. Başka bir tabir daha var ki o da “premonisyon”, yani “gelecekteki olayları sezme yetisi”. Bunların arasındaki temel fark ise prekognisyon özel bir olay hakkında belirgin bir bilgiyi içermesine karşılık, premonisyon’da gelecekte meydana gelebilecek bir olayla ilgili belirli belirsiz bir hissetmenin söz konusu olmasıdır. Her ne kadar “parapsikologlar” geleceğin önceden dizayn edilemeyeceğini iddia etseler de “spiritüalistler” gelecekte başımıza gelecek olayların, zaten geçmişte yapılanların bir sonucu olarak, bir dereceye kadar belirlenmiş olduğunu ifade ederler.

Geçmişte ve bugün yapılanların geleceğimizi tayin edeceği muhakkak. 7 milyon yıllık insanlık tarihinde geçmişe doğru bakamazsak, gelecek için de doğru sonuçlara ulaşamayız. Geleceği anlamak ise şüphesiz bakışın derinliği ile de doğrudan ilgilidir. Churchill, “Geriye dönünce ne kadar uzağa bakabiliyorsak, ileriye bakınca da muhtemelen o kadar uzağı görebiliriz.” demişti. Evrensel bir tarih anlayışına ise ancak disiplinler arası bir bakış açısıyla ulaşabiliriz.

Bu açıdan bakıldığında her şeyi tek başına başaracağına inanan ve diplomasi gelenekleri dışında hareket ederek kişisel hırsları ile tarihe adını yazdırma gayreti içerisinde olan ABD Başkanı Trump’ın yürüttüğü politikaların da nereye varacağını kestirmek zor değil.

Amerikalılardan önce dünyanın süper gücü olan İngilizler de bir bakıma aynı hataya düşmüşlerdi. 1860’larda İngilizler, 36.6 milyon kilometreye kareye ulaşan sömürge imparatorlukları ile dünyada o güne kadar gelmiş, geçmiş en geniş devlete sahiptiler. (Moğol imparatorluğu 33.2 milyon kilometre kare, Rus Çarlığı (1895 yılında) 33.8 milyon kilometrekare) Bu dönemde İngilizler dünyadaki demiryolları ile denizlerdeki gemilerin yarısına sahiptiler. Demir üretimleri Birleşik Devletlerin 5, Almanya’nın 10 katıydı.

Ancak bundan sonraki dönemde İngilizler gerilemeye başlayacaktı.  Bunun başlıca sebebi müttefiksiz genişlemenin yanında, niteliksiz devlet adamlarının yanlış politikalarıydı. Özellikle Gladstone’un 1880’lerden sonra başbakanlık yaptığı dönemdeki, İslamiyet ve Türk düşmanlığı ve bunun sonucu olarak da Osmanlının parçalanması yönünde sürdürdüğü yanlış politikalar sadece Avrupa’da değil, dünya dengesinde de değişiklikler yaratmış ve İngilizlerin dünya hakimiyetinin sonunu hazırlamıştır. 1900’lü yıllara gelindiğinde artık rakipleri İngilizleri yakalayıp geçmeye başlayacaktı. Daha 1900’lü yılların başında buğdayın %80, etin ise %40’ını ithal etmeye başlamışlardı bile.

ABD’nin tarihi de birçok bakımdan İngilizlere benzer. ABD 1794 yılından sonra Kanada ve Florida sınırlarını çözüme kavuşturmuştur. ABD Başkanı James Monroe, “Herkes şunu açıkça görmelidir ki, adil sınırlar içinde kalmak şartıyla toprak genişlemesi bir hareket serbestisi sağlar, ülke güvenliğini sağlamlaştırır.” diyordu. 1845 yılında ise Başkan Polk, “Teksas, güçlü bir devletin egemenliğine girerse bu Amerikan güvenliği için bir felaket olur.” derken, 1868 yılında Alaska Ruslardan satın alınırken Başkan Johnson, bu toprakların yabancı kontrolünde olmasının Birleşik Devletlerin büyümesini engelleyeceğinden bahsediyordu. 1903 yılında ise artık Roosevelt, “Pasifik Amerika’nın Akdeniz’i olacaktır.” diyerek hedef büyüttü.

İngilizlerin dünyaya hâkim tek süper güç olduğu Gladstone’un iktidara geldiği yıllarda, Amerikan donanması Brezilya, Arjantin ve hatta Şili Donanmasından bile daha küçüktü. Yine bu yıllarda Amerikan Kara Ordusu da Bulgaristan Ordusundan küçüktü ve dünya sıralamasında 14’üncüydü. Birleşik Devletler uluslararası konferanslara katılmayan, ikinci sınıf bir devletti. Bu nedenle 1880’li yıllarda Türkiye’deki misyonunu küçültmüş; İsveç, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerdeki elçiliklerini ise kapatmıştı. İngilizler Gladstone’un mantıksız ve duygusal politikasının gereği Osmanlı ile uğraşırken, Amerikalılar 1865 yılında İç Savaş’ın sona ermesinin ardından başını alıp gitmişti. O kadar ki, 1900’lü yıllara kadar olan kısa dönemde; demiryolu uzunluğunu 560, kömür üretimini 800 ve buğday üretimini 250 kat artırmıştı. Aynı yıllarda Kara Ordusunun büyüyen gücü yanında ABD donanması için aynı anda 14 savaş gemisi ile 13 kruvazörü inşa edebiliyordu ve dünyanın 3’üncü büyük donanmasına sahipti.

Hiçbir ülke bu gücü küresel etkiye çevirmeden ayakta kalamazdı. Bunun bir sonucu olarak 1902 yılında liderliği daha fazla götüremeyen İngilizler, Amerika kıtasındaki egemen güç olma iddiasını terk ederek yerini Birleşik Devletlere bırakıyordu. Bundan sonra Amerika’nın emperyalist politikaları başladı. 1903 yılında Amerika’nın kışkırtması ile Panama bağımsızlığını ilan etti. Amerikalılar bunu derhal tanıdılar ve kanal inşası konusunda anlaştılar. Ardından Dominik üzerinde mali koruma hakkını aldılar ve 1906 yılında Küba’yı işgal ettiler. Başkan Roosevelt’e göre artık “kuvvete dayalı diploması” Amerika’nın yeni küresel rolünün bir parçasıydı.

Sonraki yıllarda her iki dünya savaşına da Amerikalılar rakipleri birbirini yıprattıktan sonra dahil oldular. Bu onların başlıca politikalarıydı ve bundan kazançlı çıktılar. 1914 yılında Almanların Belçika ve Lüksemburg’u işgali sonrası söyledikleri, “Taraf tutmuyoruz. Devletler savaşa girdiği vakit, bu savaşı çıkaran ve altında dolaşan herkes ezilmeye mahkumdur.” sözü bu politikanın en açık ifadesiydi. Gerçekten de her iki mücadelede birbirinin kaynaklarını tüketen Avrupa, Amerikalıların ve Rusların kontrolüne girmiştir.

Tarihte dünyada hiçbir ülkenin tek başına süper gücünü sürdürmesi ve aynı anda birçok ülke ile mücadelesi söz konusu olmamıştır. Savaş çıkaran devlet bunun altında kalır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Trump’un izlediği tutarsız ve herkesi karşısına alan kuvvete dayalı politikalarının da aynı sonuçları vereceği muhakkaktır. Bu noktada özellikle Türkiye gibi stratejik bir ülkenin müttefik olarak yanında tutulması ve her iki ülkenin de çıkarına ortak politikalar geliştirilmesi gerekirken, Türkiye’nin hedef alınması hiç de mantıklı gözükmemektedir. Gelecekte başımıza gelecek olaylar bugün yapılanların bir sonucu olarak bir dereceye kadar belirlenir. Gladstone oyununda yanına Ermenileri almıştı. Trump yönetimi ise SDG kamuflajı altında terör örgütü PKK/YPG’yi almış gözüküyor. Bu nedenle de Suriye konusunda Türkiye’nin önderliğinde Rusya, Almanya ve Fransa liderlerinin katılımıyla düzenlenen İstanbul Zirvesi, Trump liderliğindeki ABD’nin uluslararası alanda uğradığı bir zemin kaybı olarak değerlendiriliyor. Tarihin tekerrür ettiği hep söylenir. Siz buna ister geleceği görme deyin ister sezgi. Kuvvet kullanıldığında kuvvet olmaktan çıkar. Her ne şekilde olursa olsun geleceği bilemeyiz ancak yine de bölgemizde gerçekleşen olaylar Gladstone’u ve İngiliz hakimiyetinin sonunu hatırlatıyor gibi.

 

06.11.2018



 

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA