Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

İran'da Gerçekleşen Suikastlar ve Çevremizdeki Olayları Doğru Değerlendirmek

Güray ALPAR
07 Aralık 2020 16:52
A-
A+

Genel olarak olayların tek tek incelenmesi yerine, zamanca ve mekanca derinliğine ve geniş bir bakış açısıyla değerlendirilmesi daha anlaşılır sonuçlar veriyor. Bu bakımdan, Türkiye ve yakın çevresine yönelik olayların da bu açıdan değerlendirilmesinde fayda olduğu düşünülmektedir.

İranlı fizikçi Fahrizade’nin öldürülmesi ve sonrası

İran’ın askeri nükleer programının en önemli isimlerinden birisi olan ve İran Savunma Bakanlığı Ar-Ge biriminin başındaki, Tümgeneral rütbesini taşıyan Muhsin Fahrizade’nin, 27 Kasım 2020 tarihinde Tahran yakınlarında yapılan bir suikast sonucu öldürülmesi üzerinde durulması gereken önemli bir olaydır. Çok iyi korunduğu bilinen Fahrizade’nin öldürülmesi olayı, virüs nedeniyle kavrulan ülkede, şehirlerarası seyahatin kısıtlanması nedeniyle, yolların boş olduğu ve hafta sonu tatilinin başladığı bir zamana denk gelmesi yanında, suikastın ABD’de tam iktidar değişikliğinin beklendiği bir dönemde gerçekleşmesi, planlamanın; zaman, mekân ve kuvvet unsurlarını bir araya getirmesi açısından ne kadar dikkatli yapıldığını da gösteriyor.

Olayın ardından İran’da güvenlik zafiyeti olup olmadığı yönünde iddialar gündeme geldi

Olayın arkasından ise her ne kadar resmi olarak olmadığı iddia edilse de İran’daki güvenlik zafiyetleri gündeme geldi. Ardından, İran Devrim Muhafızları Komutanı Müslüm Sehdan’ın da Suriye’nin Deyrizor bölgesinde öldürüldüğü haberleri yayıldı. Suriye-Irak sınırındaki Deyrizor, İran'dan Lübnan'a uzanan kara bağlantısını sağlayan kent konumunda bulunuyor ve Irak ve Ürdün'den gelen boru hatları ve ticaret yolları da bu kentten geçiyor.

Fahrizade, İran’da suikast düzenlenen ilk bilim adamı değildi. İran’da, 2010 yılından bu yana özellikle nükleer programda çalışan birçok bilim insanı suikasta uğradı. İsrail Başbakanı Netanyahu 2018 yılında: “Bu ismi unutmayın.” diyerek Fahrizade’yi hedef göstermişti. Daha önce, bir dönem düzelir gibi görülen ABD-İran ilişkileri de Trump’ın iktidara gelmesinden sonra İsrail lehine değişmeye başlamış ve 2020 Ocak ayında Bağdat Havaalanı yakınlarında ABD’nin İHA ile düzenlediği saldırıda, İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani öldürülmüştü.

Yapılan açıklamalar benzer saldırıların devam edeceğine işaret ediyor

Fahrizade’ye yapılan suikastının ardından İran, İsrail’i ABD’nin taşeronu olmakla suçlarken, İsrail İstihbarat Bakanı Eli Kohen yaptığı açıklamada: “Fahrizade’yi takip ettik. Ortadoğu ve tüm dünyayı tehlikeye atan bir projeye dahil oldu ve artık bizimle olmaması güzel. İranlı nükleer bilim adamlarının huzur içinde uyumadıklarını düşünüyorum. Her biri bunun bir gün kendi başlarına da gelebileceğini biliyor. İsrail, İran’ın nükleer güce sahip olmasına kesinlikle izin vermeyecektir.” yorumunu yaptı. İsrail Genelkurmay Başkanı Kochavi ise: “İran güçlerinin Suriye’ye yerleşmesine karşı gereken adımları atmaya devam edeceğiz.” açıklamasında bulundu. Bu noktada, Joe Biden’ın Ulusal İstihbarat Direktörü olarak atayacağını bildirdiği, eski CIA Başkan Yardımcısı Avril Haines’in’de, Obama döneminde özellikle Orta Doğu’da planlanmış binlerce suikastın arkasındaki isim olması, gelecekte bölgede daha neler olabileceğine dair işaretleri gönderiyor.

İran’da bazı kesimlerin olayları doğru okuyamadığı da bir gerçek

Buraya kadar olaylar ve arkasındaki güçler oldukça net gibi gözüküyor. Nitekim Türkiye’de yapılan bu saldırıyı en üst seviyelerde kınadı. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ise suikast hakkındaki ilk açıklamasında doğru bir tespit olarak bazı ülkeler için: "Küresel durumun değiştiğinin farkındalar ve bölgede karışıklık istiyorlar." değerlendirmesinde bulundu. Ancak aynı farkında olamamak” durumu İran içindeki bazı unsurlar için de geçerli gibi. Bütün bunlar olurken, aynı tarihlerde, İran’da İslami Devrim Muhafızları ile yakından ilişkili Maşrek Gazetesinin, Karabağ’daki Azerbaycan’ın başarıları ile ilgili olarak yapmış olduğu analizler oldukça garipti ve bazılarının olayların farkına varmadığını veya kasıtlı olarak hedef saptırmak istediğini göz önüne seriyor.

Komşu bir ülkenin, işgal altındaki topraklarını kurtarmasından “büyük üzüntü duyulduğu kaygısını yansıttığı” düşünülen bu yorumlara göre; Türkiye, artık Orta Asya ile daha rahat bağlantı sağlayabilecek ve İran’ın Ermenistan’a yönelik boru hattının önemi azalacaktı. Gazetenin Azerbaycan’ın topraklarını işgalden kurtarması ile ilgili olarak “Dengeler altüst oldu. İran için alarm zilleri çalıyor.” ifadesi ise inanılmaz gibi görünüyor ve akıllara şu soruları getiriyor: Bölgede acaba ne tür bir denge düşünülüyor?

Soğuk Savaş Dönemi sonrası Dağlık Karabağ bölgesinin Ermeniler tarafından işgal edilmesi ve Orta Asya bağlantısının engellenmesinin, İran’ın gelişmesine bir fayda sağlayıp sağlamadığı konusunu da ayrıca değerlendirmek gerekir. Azerbaycan’ın kendisine ait Dağlık Karabağ’ı kurtarmak için başlattığı harekât öncesi İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin, Eylül 2020 tarihinde “ülkesinin petrol gelirinin son 8 yılda 120 milyar dolardan 20 milyar dolara düştüğü” açıklaması değerlendirmelerdeki yanlışlığa ve hedef saptırmaya en açık örnek olacaktır. Oysa Türkiye ve İran’ın bölgesel kalkınmaya yönelik geliştirebileceği o kadar güzel projeler var ki…

Bölgeyi karıştıran ve geri bırakan güçlerin doğru olarak tespit edilmesi gerekiyor

Ruhani’nin: “bölgede karışıklık istiyorlar.” değerlendirmesine katılmamak mümkün değil. Bunun böyle olduğunu ve bölge üzerinde emelleri olan güçlerin, daha ziyade bölgedeki insanların ve halkların aralarında ayrılık yaratıp, bölerek ve birbirine düşürerek müdahale ettikleri ve bölge kaynaklarını sömürdüklerini bilmeyen yok. Artık bu konularda sözlere değil, uygulamalara da bakmak gerekiyor. İran gibi büyük bir ülkede, doğal olarak, birden fazla güç unsurunun bulunması ve bunların değişik görüşleri ifade etmesi normaldir.

Diğer yandan İran’ın güvenliğinden sorumlu bir kuruluşun yayın organının da aynı ciddiyette yayın yapıyor olması beklenir. Bu kapsamda Azerbaycan’ın kendisine ait Dağlık Karabağ’ı Ermeni işgalinden kurtarmaya yönelik harekatı esnasında da, İran Devrim Muhafızlarına bağlı milis güçlerine yakınlığıyla bilinen muhafazakâr Telegram kanalı “El-Galibun” da, beklenilmeyecek bir şekilde yorumlarda bulunmuş ve Azerbaycan ordusunun kendi topraklarını almaya yönelik hareketini “mütecaviz bir hareket” olarak nitelerken, “Azerbaycan Ordusunun Dağlık Karabağ’a yönelik sözde saldırı skandalı, Suud yönetiminin Yemen’de kara savaşında yaşadıkları rezalete çok benziyor.” İfadelerini kullanmıştı.

Bu açıdan değerlendirildiğinde Maşrek Gazetesinin Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını kurtarmasını, İran için bir tehlike olarak yorumlaması hiç de İran’ın gerçekleri ile bağdaşmıyor. Türkiye’den İran’a yüzyıllardır herhangi bir saldırı olmadığı gibi güçlü bir Türkiye’nin İran’ın güvenliğinin de en büyük teminatı olduğu gerçeği görülmediği sürece, bu tür dar görüşlü yorumlar olacaktır. Halbuki Türkiye ve İran’ın, barış içerisinde bu bölgede gerçekleştirebileceği, “refaha ve kalkınmaya yönelik” birçok projesi bulunmaktadır.

Şurası da bir gerçektir ki, başkalarının yönlendirmesi ile değil, barışçıl işbirliğinin bölge ülkelerine ve insanlarına sağlayabileceği faydaları görebilen vizyonu geniş devlet adamları ile olayları ve arkasındakileri hissedebilecek ve bunu özgürce ifade edebilecek filozoflara ihtiyaç bulunmaktadır.  Bu konuda Rus Çarı Petro’nun, 1725 yılında yazdığı gizli vasiyetindeki, “Amaca ulaşmak için Türklerin ve İranlıların birbirine düşürülmesi gerektiği” maddesini de hatırlamakta fayda vardır.

Türklerin yakın çevresi ile bütünleşmesini bir tehdit olarak görmek gibi bir anlayış var

Tarihsel olarak Çar I. Petro’nun vasiyetinde; Türkler ile İranlıların arasına nifak sokulması yanında, Avrupa ülkelerinin birbirine düşürülmesi ve Avrupa’da bir Türk düşmanlığı yaratılması da vardır. Bugün için Avrupa’da yaratılmış bu algı, Türkler yanında bir anlamda Ruslara karşı da oluşmuş görünüyor.

Günümüzde Türkiye’nin, yakın çevresindeki karışıklıkları ortadan kaldırma ve bu bölgelerdeki insanlar için en azından can güvenliklerinin sağlandığı istikrarlı bir ortam yaratma gayreti bilindiği halde, bilinçli olarak Türkiye’yi hedef göstermelerin arttığı da görülmektedir. Bu kapsamda bir taraftan “Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getirmek” için yorumlar yapılırken, diğer taraftan “Türkiye ve Rusya’nın bölgede artan etkisinden duyulan rahatsızlığa ilişkin” açıklamaların yapılması bu çelişkiyi açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin BBC Moskova Muhabiri “Karabağ’da yaşananlar, Moskova’nın sadece Güney Kafkasya’da değil, Sovyetler Birliği sonrası bölgeden geriye kalanlar için gerçekten jeopolitik bir felakettir.” derken, diğer taraftan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrel, “Rusya ve Türkiye, Akdeniz’de 5 yıl önce olmayan bir etkiye sahip. Türkiye ve Rusya’nın nüfuzlarını nasıl paylaşacakları konusunda anlaşmaya vardıkları Suriye ve Kafkasya’dan anlaşılıyor.” diyerek AB’ni bu iki ülkeye karşı uyarmasını bir çelişki ve her iki ülkeyi karşı karşıya getirme amacının açık bir ifadesi olarak görmek gerekir. AB, bir taraftan, Irini Operasyonu çerçevesinde, Libya’nın BM tarafından tanınan meşru hükümetine ve burada yaşayan ve zor durumda olan Libyalılara insani yardım götüren Türk gemisinde, saatlerce arama yapmayı barışa hizmet olarak yorumlamaya devam ederken, bütün dünyanın gözü önünde bölgede Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un gönderdiği Javelin tanksavar füzeleri ile sivil halkı katleden gayrı meşru Hafter kuvvetlerinin Sirte ve Cufra’yı füzelerle donatması görmezden geliyor.

Tarafgir tutum ve açıklamalar bununla da bitmiyor. Bir taraftan Türkiye’nin Libya’da BM tarafından tanınan meşru hükümetle yaptığı anlaşmalar tehlikeli olarak görülürken, diğer taraftan, İtalya ile Libya arasında kapsamlı “Ortak Askeri-Teknik İşbirliği” ve “Çeşitli Savunma Alanlarında Askeri İşbirliği için Ortak Komite Kurulması” anlaşmaları hiçbir sıkıntı yaratmıyor veya engelle karşılaşmıyor.

Türkiye’nin çevresinde oluşturmaya çalıştığı barış kuşaklarını önlemeye yönelik çelişkiler bitmiyor

Çelişkiler ve niyetler karışık gibi duruyor. ABD merkezli Tablet Magazin dergisi, Macron’un Türkiye’yi hedef alan kasıtlı siyasetinin arkasında “koltuğunu kaybetmemek" olduğu yorumunu yapıyor. Bilindiği üzere Fransız halkının Macron’a olan desteği giderek düşüyor ve ülkede uzun zamandan beri yaşanan polis şiddetine ve insan haklarına aykırı Genel Güvenlik Yasasına karşı yoğun protesto gösterileri düzenleniyor, Macron’a öfkeli göstericiler banka şubelerine ve mağazalara saldırıyor. Fransa ile Almanya arasında ise bir süredir, “Avrupa’ya özgü savunma ve stratejik bağımsızlık” konusunda ciddi tartışmalar ve fikir ayrılıkları yaşanıyor.

Paşinyan: Dünya’da süper güçlerin kullandığı iki ülke, Ermeniler ve Yahudilerdir.

AGİT Mins Grubu Eş Başkanı olan ve Dağlık Karabağ sorununda tarafsızlığını yitirerek 28 yıldır sorunun çözülmemesi için uğraşan Fransa’nın, Macron’un “Neden müdahale etmediniz?” sorusuna karşılık “Dağlık Karabağ Azerbaycan toprağıdır.” şeklinde açıklama yapmasına rağmen, Fransız parlamentosunda, komik bir şekilde, sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni tanıma kararı karşısında, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın analizi gerçekten ilginç: “Dünyada süper güçlerin ve istihbarat örgütlerinin kullandığı iki halk var. Bunlar Ermeniler ve Yahudiler. Bakmayın siz bunların dünyada hâkim güç gibi görünmelerine. Çetelerin üyeleri de hep kahraman edasıyla gezerler ama sonunda bir bataklıkta cesetlerini bulursunuz.”

Diğer taraftan Ermenistan’ın kendisinin bile tanımadığı sözde bir oluşuma bölgenin çok uzağındaki Fransa’nın tanıması çelişkisini Ermenistan’ın yaşamadığı da görülüyor.

2019 yılı Nisan ayında Ermenistan Savunma Bakanı Davit Tonoyan, “Yeni Savaş: Yeni Topraklar” ilkesini açıklamıştı. Karabağ’da Ermenistan kuvvetlerinin yenilgisinden sonra, Ermenistan eski Başbakanı Hrant Bafratyan “Ordumuzun %80’i yok oldu. Artık ordu diye bir şey yok. Bu bir yenilgi değil, bir bozgun. Bozguna uğradık. Savaş alanında ne kadar silah ve teçhizatımızın kaldığını Azerbaycanlılar sayıyor.” derken, eski Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçeryan açıkça; “Savaşı biz başlattık, Tonoyan’ın “Yeni Savaşlar, yeni topraklar” doktrini bu savaşı tetikledi.” demiştir. Ermeni siyasetçi Liparityan’ın: “Ermeni tarafı gereksiz şekilde Türkiye ve Azerbaycan’ı kışkırtacak adımlar attı. Rüya görmek Ermenistan’ın yaşam stratejisidir. Ancak Rüya görmek bir strateji değildir.” demesi ise Ermenistan gerçeğini açıkça ortaya koymuştur. Ermeniler’in artık gerçekleri görerek, başkalarının rüyasını değil, kendi gelecekleri için akılcı politikalar geliştirmesinin zamanı gelmiştir. Bu doğrultuda Ermeniler için yapılabilecek en doğru hareket; saldırgan uygulamalardan vazgeçerek bölgede Türkiye ve Azerbaycan ile barışçıl ve bölgenin ekonomik kalkınmasına hizmet edecek projeler geliştirmeye çalışılması olacaktır.

Batı, Türkiye’nin kendisi için öneminin ve yaptıklarının farkında ama bunu dile getirmekte zorlanıyor

Bunun altındaki en önemli neden bazı azınlık baskı gruplarının lobi faaliyetleri ve güçlerinin çok ötesinde bir etkiye sahip olmaları olarak görünüyor. Oysa filozof Montesquieu akli siyaseti; devletin, insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesi olarak tanımlamıştı. Bugün AB’nin akılla değil, duygularla ve önyargılarla yönetildiği görülüyor.

Eski CIA Analisti Yunan asıllı John Kriakou’nun: “Türk askerleri Suriye, Libya ve Karabağ’da. Sonra mı Meis. Endişelenmeliyiz.” açıklaması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Türkiye ile arasında birçok sorun bulunduğu ve gelecekte sorun olacağı bilindiği halde, bunları halletmeden AB’ye alınan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bugün için AB’ni birçok konuda sıkıntıya soktuğu ve AB’ne hata üzerine hata yaptırdığı biliniyor. Yanlış uygulamalarla tamamen Avrupa’dan uzaklaşmış bir Türkiye’nin ise AB için her zaman pişmanlık duyacağı en büyük hata olacağı şüphesiz.

Diğer taraftan olanları değerlendirebilen ve gerçekleri dile getiren devlet adamları da mevcut. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, “Türkiye değerli ve önemli bir müttefik. Uluslararası terörizmle mücadelelerde kilit rol oynuyorlar. Irak ve Suriye’de DAEŞ’e karşı savaşan tek NATO müttefiki ülke. Hiçbir müttefik ülke Türkiye’den daha fazla terör saldırısına maruz kalmadı. Hiçbir ülke Türkiye kadar mülteci ağırlamıyor.” derken, Hafter’i destekleyen NATO ülkeleri, Akdeniz’de Libyalılara insani yardım götüren Türk ticaret gemisini, uluslararası hukuka aykırı olarak saatlerce aramakla meşgul.

Gerçeği görmek: Türkiye bölgesinde kolay vazgeçilecek bir ülke değil

Türkiye karıştırılmak istenilen Orta Doğu bölgesinde istikrarı sağlamak için mücadele ediyor. Ancak geçmişten gelen alışkanlıklarla, şartların değiştiğinin farkına varamayan güçler, Türkiye’yi eşit ve egemen bir ülke olarak kabul etmek yerine, kendisine dayatılan her şeyi hemen kabul eden bir ülke olarak görme alışkanlıklarını devam ettirmek istiyorlar. Oysa artık gerçeği görmek gerekiyor. CIA’nın eski Ortadoğu Şefi Graham Fuller kendi internet sitesinde yayınladığı, “Türkiye Kontrolden Çıktı mı?” isimli yazısında, “Batı için sadık bir müttefik olduğu eski güzel günlerin sonsuza kadar geride kaldığı”nı ifade etmiştir. Ona göre: “Avrupa, Türkiye’den vazgeçemez. Rusya ve Çin’in ise Türkiye’ye ihtiyacı var. ABD uluslararası siyasetteki hâkim rolünü giderek kaybediyor ve Türkiye’yi anlayarak ona karşı strateji değiştirmeli.”

Kısacası, Türkiye ve yakın çevresinde yaratılan birbirine düşürme ve parçalayarak yönetme projeleri, bu bölgeyi acılar içinde bırakmış ve bölgedeki kaynakların bölge insanının refahı için kullanılmasının önüne geçmiştir. Günümüzde de benzer uygulamaların ısrarla devam ettirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Sorun, bölme ve birbirine düşürme çalışmalarının bilinmemesi değil, küçük düşünceler ve kısa dönemli çıkarların dışına çıkabilecek ve bunları uygulama alanına koyabilecek ortak iradenin ortaya konulamamasıdır. Bölgede en ufak insani ve kültürel birleşmenin dahi bir tehlike olarak yorumladığı böylesi bir ortam devam ettiği sürece de bölgenin daha uzun yıllar barış ortamına ve huzura kavuşması bir hayal olarak kalmaya devam edecektir.