İsrail ile Normalleşmek: Rüşvet veya Tehditle Sevgi, Huzur ve Güven Satın Almaya Çalışmak
Değer bir şeyin önemini belirleyen ölçü olarak, toplum veya o toplumdaki insanlar arasında benimsenmiş duyuş, düşünüş ve davranışlardır. Bu anlamda maddi değer; bir toplumun yarattığı ürünler, manevi değerler ise o toplumda insanlar arasında benimsenmiş ve yaşatılmakta olan düşünce, duygu ve davranışlara yüklenen anlam olarak izah edilebilir.
Kültür bir toplumun birikimli uygarlığıdır. Batı Dünyasının yarattığı inanca göre; maddi varlıkların artırılmasının insanı daha da mutlu kılacağı düşüncesi ile sürekli bir üretim ve bunun karşılığı tüketim kültürü özendirilir. İnsan ve onun gerçek dünyası ihmal edildiğinde ise bugün yaşanan tüketim çılgınlığı, psikolojisi bozulmuş bir toplum, aşırı tüketime bağlı olarak iklim ve çevre sorunları ortaya çıkar. Maddiyatçı görüşte, insanın çevresine ve doğaya hâkim olabilmesi için her şeyin mubah olduğu düşünülür. Para ile her şeyin satın alınabileceği düşüncesi ise hayatı anlamsızlaştırır. Oysa maddi dünya sınırlara hapsolmuş, manevi dünya ise zaman ve mekanca sınırsızdır. Aynı şekilde maddi dünyanın mücadeleci-çatışmacı görüşlerinin aksine, manevi dünya insanın hayatını kolaylaştıran işbirliği ve dayanışma gibi kavramları teşvik eder.
Bu açıdan değerlendirildiğinde İsrail’in bazı ülkeler ile ilişkilerini normalleştirmek için yapmış olduğu girişimlerin, son derece hayatın gerçeklerinden uzak ve yüzeysel olduğu ortaya çıkıyor. İslam bir hoşgörü dinidir ve barışçıldır. Buradaki sorun ise Yahudilere karşı değil, onu temsil ettiğini iddia eden işgalci, sömürgeci ve ırkçı bir ideoloji olan “Siyonizm”dir.
Genelde yapılan bir hata, Yahudiliğin bir bütün olarak ele alınmasıdır. Oysa din ile kültürü birbirinden ayırmak gerekir. Yahudilik kendi içerisinde tarihsel süreçte pek çok kırılmaya maruz kalmıştır. Yahudilikte de dini ve kültürel öğeler her ne kadar iç içe geçmiş gibi görünmesine rağmen biri diğerine indirgenemeyecek kadar geniş bir alana yayılmıştır. Öncelikle tarihsel olarak kavim temelli olduğundan güçlü bir etnik anlam taşımaktadır ancak tarihi gelişimi içinde tek bir dini anlayış ve kültürel temelden de bahsedilemez.
Bugün Yahudilerin %80’inden fazlası İsrail ve ABD’de yaşamaktadır. İsrail’de yaşayanların büyük çoğunluğu kendisini Yahudilikten çok, İsrail vatandaşı olarak tanımlamaktadır. Diğer taraftan kendisini Muhafazakâr Yahudi olarak tanımlayan gruplar için ise öncelik İsrail Devleti değil, Yahudilik kültürüdür. Ortodoks Yahudiler ise İsrail’in Yahudi Devleti olgusundan saptığını ve modern bir ulus devlet oluşturmaya çalıştığını iddia ederler. Ortodoks Yahudiler, Tevrat’ın buyruklarına uygun olarak yaşamaya çalışırlar ve İsrail’in izlediği laik ve milliyetçi politikalara karşıdırlar.
Bu yapı içerisinde Ortodoks Yahudilerde olduğu gibi, Yahudiler arasında da hatırı sayılır bir grup İsrail’in bölgede izlediği politikalara karşıdır. Bu düşünceye göre; her ne kadar İsrail, bazı ülkeleri kullanarak bölgede gücünü artırmaya çalışıyor görünüyorsa da, aslında bu bazı ülkeler İsrail’i kullanarak bölgedeki etkilerini devam ettirmeye çalışıyor. Bu bakımdan ülke dışındaki o ülke vatandaşlarının oluşturduğu diasporaları ve bunların başka ülke istihbaratlarının etkisine girerek yaptığı çalışmaları dikkatle izlemek gerekiyor. Diaspora, bir ülkeden yola çıkarak dünyanın başka yerlerinde koloniler kuran halk anlamında. Bu kelimenin en yaygın kullanımı ise MÖ 586 yılında, Yahudi toplumunun Babil esaretinden sonra, dünyaya yayılmasında ortaya çıkmıştı. Ermeni diasporalarının da ABD, Rusya ve Fransa’daki durumları ve bu ülkeler tarafından kullanıldığı göz önünde bulundurulduğunda konunun ayrıntılı incelenmesi gerekiyor. İşte bu yüzden bu fikri savunan Yahudiler “İsrail’in İslam Düşmanlığı ve bu doğrultuda sürdürdüğü mücadeleyi kendilerinin değil, başkalarının mücadelesi olarak görüyor ve bu anlamsız mücadelenin kendilerine zarar verdiğini söyleyerek bir an önce sonlandırılması düşüncesini dile getiriyor. Bu düşünce giderek daha fazla yayılmakta ve İsrail’e biçilen Yahudi-Müslüman çatışması yaratılması düşüncesinden rahatsızlık duyuluyor.
Gerçekten de İsrail’in din adına sürdürdüğünü iddia ettiği ve böylece arkasına Yahudi desteğini almayı planladığı düşünce, bölgeyi kan ve gözyaşı içerisinde bırakırken, kurulduğundan beri bölgede yaşayan Yahudileri de sürekli bir saldırıya uğrama korkusu içerisinde bırakmıştır. Halkın refahı için harcanması gereken paranın büyük çoğunluğu silaha harcanıyor. Kadınlar ve erkekler için askerliğin zorunlu olduğu İsrail’de sokakta neredeyse 10 kişiye bir asker düşüyor. Evlere bile silahla gidiliyor, her evin altında sığınaklar mevcut ve sürekli bir tedirginlik halinde savaş tatbikatları yapılıyor, sirenler çalıyor. Almanya’da bulunan Barış Araştırmaları Enstitüsü (BICC) tarafından bu ay açıklanan “Küresel Silahlanma Endeksi” raporunda, gayrı safi yurtiçi hasılasından %5.3’lük oran harcamasıyla İsrail, 2007 yılından bu yana en çok silahlanan ülke sıralamasında 151 ülke arasında 1. sırada yer aldı. Ancak aynı şekilde komşuları da silahlanıyor.
İsrail’in bölgede sürdürdüğü çalışmalar tepki çekmeye devam ediyor. Öyle her İsrail vatandaşı da hükümetlerinden memnun değil. Diğer taraftan yapılan araştırmalara göre İsrail, dünyada da pek sevilmiyor. BBC tarafından dünya genelinde 21 ülkede 13.500 kişinin katılımı ile yapılan bir araştırmada İsrail, İran ile birlikte sevilmeyen ülkeler arasında başlarda yer almıştır. Bu araştırmada ABD’nin hala olumsuz olarak algılandığı da görüldü.
İsrail içinde bulunduğu çıkmazda bir şekilde kurtulmaya çalışıyor. Ancak bunu yaparken izlediği yöntemler, kalıcı olmaktan ziyade hala eski hataların izlerini taşıyor ve bölgedeki durumu daha da kötüleştiriyor. Sorun tanımlanamazsa sorunu çözecek çözüm de bulunamaz. Sorun; öncelikle İsrail’in, daha doğrusu onu yöneten Siyonist Düşünce Yapısının, kendisi haricindeki hiçbir yapı ve insana hayat hakkı tanımamakta ısrar etmesidir. Böyle olunca da buna yönelik olmayan bir çalışmanın başarılı olması düşünülemez. Aşağıdaki harita bunu açık bir şekilde göstermektedir.
Sorunu kalıcı olarak çözmek ve herkes için barışı sağlamak mümkün. Ancak art niyetli bir çaba ile bölgede sorunu çözmek yerine, bir takım suni arayışlar ile geçici çözümler üretilmeye çalışılmaktadır. İsrail, bölgedeki onca gücüne ve desteğe rağmen karşısında oluşan bloğun giderek güçlendiğinin görerek, Mısır ile 19 Eylül 1988 tarihinde Camp David sözleşmesini imzalayarak gücü dağıtma çabası içine girmişti. Anlaşma İsrail’in 6 Ekim 1973 yılındaki savaşta düştüğü zor durumlar göz önünde bulundurularak imzalanmıştı. Bu sözleşme ile ilk kez bir Arap ülkesi İsrail’i resmen tanımış ve varlığını meşru olarak kabul etmişti. Bunun ardından Ürdün’de İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi.
Gelinen noktada İsrail için durum yine değişmedi. Sorunlar bir türlü çözülemedi. İsrail, güçlü bir ABD desteğine rağmen bölgede tutunmakta zorlanıyor. Üstelik bu desteğin uzun süre devam etmesi ve sürekliliği de zor gözüküyor. Bu nedenle bölgede kendisine müzahir ülke sayısını artırmayı planlıyor.
İsrail'in Arap ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirme süreci 42 yıl içinde Mısır ve Ürdün ile sınırlıydı. Şimdiye kadar bu iki ülke ile sınırlı alan bu yıl Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve son olarak Fas ile devam etti. Birleşik Arap Emirlikleri’nin 10 milyondan az olan nüfusu içerisinde BAE vatandaşı olanlar 1.5 milyondan daha az, aynı şekilde 1.5 milyondan az bir nüfusa sahip Bahreyn’in çoğunluğunu ise Hindistan, Bangladeş, Pakistan ve Filipinler gibi ülkelerden gelenler oluşturuyor. Sudan’ın kararında ABD’nin Sudan’ı “Teröre Destek Veren Ülkeler Listesi”nden çıkarması, Fas için ise “Batı Sahra üzerindeki Fas hakimiyetinin tanınması” etkili gözüküyor. Yani bir bakıma “ bir şeyler almak ve kazanmak” üzerine değil, daha çok “olanı kaybetmemek” üzerine anlaşmalar. Bu baskılar ve buna dayanarak halklara rağmen isteklerini kabul ettirmek, aynı zamanda mevcut uluslararası sistemin, ülkelere istediğini yaptırmak için argüman yaratma ve bunları kullanma yöntemlerini de açıkça gösteriyor. Unutulan ise kalıcı barışın ancak adaletin sağlandığına yönelik insanların zihinlerinde tam bir algı oluşturmakla mümkün olabileceği gerçeği.
Bunlar tabanı olmayan ve sonuca ulaşmayacak çabalardır. Elinden yaşam hakkı ve toprakları alınmış ve çaresiz bırakılmaya çalışan ve kaybedecek başka bir şeyleri kalmamış insanları bu şekilde durdurmanın mümkün olmadığını tarih göstermiştir. İnanmış insanı silahlarla durdurmak zordur. Manevi değerler kaybolmadığı sürece de bu mücadelenin devam edeceğine de şüphe yoktur.
Sonuç olarak, Bölgede kalıcı bir barışın sağlanması ancak insanın dikkate alındığı gerçekçi projelerle mümkündür. İsrail, başarısız olacağı bilindiği halde, kendince bulduğu yöntemlere ve ABD’nin desteği ile, Sudan ve Fas gibi bazı ülkelerin zayıf tarafları üzerinden, onların yöneticilerini kendisi ile diplomatik ve ekonomik ilişkiler kurmaya ve yapmış olduğu adaletsiz uygulamaları bunlara kabul ettirmeye zorlamaktadır. Oysa yapılan adaletsizlikler ve zalimane uygulamalar sadece bölgede değil, bütün dünyada halkların zihninde yer etmiştir. Önemli olanın yönetimlerin değil, halkın düşüncesi olduğu inancına sahip olunmadığı sürece de bölgenin istikrara kavuşması mümkün olmayacaktır. Maddi dünyanın gücü abartılmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, maddi dünya sınırlara hapsolmuş, manevi dünya ise zaman ve mekanca sınırsızdır.