Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Kafkasya Jeopolitiği ve İran Tarihinin Gizli Şifreleri

Güray ALPAR
16 Ekim 2020 11:05
A-
A+

Adını üzerinde bulunan dağlardan alan Kafkasya, Avrupa ile Asya’nın sınırında ve Karadeniz ile Hazar Denizi arasında bulunmaktadır. Dağlık arazi yapısı nedeniyle savunmaya elverişli olup ayrıntılı sınırları konusunda kesin bir görüş birliği yoktur.

Kafkasların önemi

Kafkasya’nın alanı yaklaşık olarak 440 bin km2 olup üzerinde Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile Rusya Federasyonu yer alır ve kuzeyde Kuban Nehrinden İran’a kadar uzanır. Kafkaslar üzerinde ve Gürcistan’ın hemen kuzeyindeki; Çeçenistan, Osetiya, Dağıstan, İnguşetya, Karaçay-Çerkes, Kabardin-Balkar ve Adıgey gibi bölgeler üzerindeki Rus faaliyetleri incelendiğinde bölgenin önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Buna Ermenistan-Azerbaycan ve İran bölgeleri de eklendiğinde olaylar daha bir anlam kazanır.

Aslında olayların biraz daha anlam kazanması için 300 yıl daha geriye, 1700’lü yıllara gitmek gerekir.

Sümer Uygarlığı MÖ 1700’lerde çökmüştü. Aynı benzerlik MS 1700’lü yıllarda, Batı’nın Doğu Uygarlıklarına görece üstünlük sağladığı kabul edilen dönemlerle karşılaştırılabilir. Tek başına olmasa da diğer güç unsurları ile birlikte nüfus yapısı önemliydi. Avrupa’da 1700’lerden itibaren, adına İngiltere’de “Siyasi Aritmetik” denilen “Demografi” bilimi giderek ilgi görmeye başlamıştı. İngiliz Hükümeti ilk nüfus sayımını 1801 yılında gerçekleştirdi (Roberts, 1996: 290). Avrupa’da 1500’lerdeki 80 milyon nüfus; 1700 yılında 140 milyona, 1800’lerin başında ise 200 milyona ulaşacaktır. Bunun yanında Avrupa’nın teknolojik ve sanayi alanında gösterdiği gelişmeler de şüphesiz askeri alana yansıyacaktır.

1700’lerden sonra gerçekleşen olayları iyi değerlendirmek gerekir.

Bunun ilk yansıması, 1704 yılında İngilizlerin Akdeniz’de denizden tek çıkış kapısı olan Cebelitarık Boğazı’nın ele geçirilmesidir. Ardından Hindistan gelecektir. Günümüze yansıyan olayların başlangıcı ise 1815 Viyana Kongresidir. Bu kongre, Napolyon sonrası Avrupa ve onun ilgi alanlarına yönelik işbirliğinin başlangıcıdır. Artık bundan sonra Avrupalı devletler, aralarındaki sorunları toplantılar yoluyla çözecekler ve ortaya çıkan “Avrupa Ahengi Sistemi” çerçevesinde, sözde ahenksizlikleri bu ülkelerin belirlediği uluslararası hukuk sistemi kontrol edecekti. Belirleyici ülkeler; İngiltere ve Rusya idi. Bir süre sonra Fransa’yı da aralarına aldılar.

Osmanlı’nın parçalanması demek olan bu kongreden sonra Osmanlının toprak bütünlüğüne yönelik çalışmaların arttığı görülür. Önce 4 Nisan 1826 tarihinde, “İngiltere ve Rusya” arasında St. Petersburg Protokolü’nün, bir yıl sonra ise “İngiltere, Rusya ve Fransa” arasında 6 Temmuz 1827 tarihinde Londra Antlaşması’nın imzalanması bu kapsamda girişimler olarak görülebilir. Ardından olaylar birbirini izlemiş, aynı yıl Osmanlı Donanması Navarin’de yok edilmiş, Balkan Devletleri Osmanlıdan ayırılmış, Cezayir, Yemen, İran ve Mısır gibi ülkelerin işgali için gerekli şartlar yaratılmıştır (Alpar, 14 Eylül 2020). Bir de ortada I. Petro’nun vasiyeti vardır.

Rus Çarı I. Petro’nun vasiyeti nereleri kapsıyordu?

Şimdi bu noktadan tekrar 1700’lere geri dönelim.  Rus Çarı Petro, “İngiltere ve Rusya” arasında imzalanan St. Petersburg Protokolünden tam 100 yıl önce, 1725 yılında Petesburg’da gizli bir vasiyet yazmıştı. Bu vasiyet bilinmeden olaylar da birbirinden kopuk kalıyor. Bu vasiyetin parça parça değil, bir bütün halinde incelenmesi gerekir. Kısaca bu vasiyet Rusların “Dünya Hakimiyeti” hayalinin yazılı haliydi ve ne olursa olsun mutlaka yerine getirilmesi tavsiye edilmişti.

Vasiyetin ara ve ana hedefleri vardı. Kısaca açıklamak gerekirse; Petro’ya göre Avrupa kıtası artık yaşlıydı ve erdemini kaybetmişti. Tanrı bu nedenle Ruslara, onları yönetme görevini vermişti. Ancak Rusya gibi genç bir devlet, bu yaşlı Avrupa’ya hâkim olabilir ve onu yeniden erdemli hale getirebilirdi. Bunun için yapılması gereken; Baltık üzerinden Almanya, Akdeniz üzerinden Fransa, İran ve Basra Körfezi üzerinden ise Hindistan’ın ele geçirmesiydi. Vasiyetnamenin esas mantığı sıcak denizlere inerek Avrupa’ya ve zenginliklere ulaşmaktı (Alpar, SDE, 7 Ekim 2020). Bunun için de her yol mubahtı.

Soğuk Savaş Dönemi ertesinde Rusların; Kaliningrad ve Baltık Denizindeki tatbikat ve faaliyetleri ile Suriye’de deniz ve hava üsleri elde etmesi ve Akdeniz ve Libya üzerinden Avrupa’yı güneyden kuşatmaya başlamasını da Petro’nun vasiyetine adım adım yaklaşmanın işaretleri olarak görmek gerekir. Diğer taraftan; 2008 Gürcistan saldırısı ve 2014 Kırım’ın işgali ise Kafkasya üzerinden belirlenen rotaya doğru ilerlemenin işaretleri. Rusların Ermenistan’daki askeri varlığı, üsler elde etmesi ve Türkiye ve İran sınırının Rus askerleri tarafından korunması ise bu yöndeki ilerlemenin hiç de göz ardı edilebilecek bir konu olmadığını gösteriyor.  Bu noktada ise Ermenistan’a destek sağlayan İran önem kazanıyor. Oysa gören gözlerle incelendiğinde tarih; hakikatleri, doğruyu yanlışı bilmeyi ve tekrar eden yanlışları göstermek için var.

İran’daki sorunlar da Osmanlı gibi 1700’lü yıllarda başladı.

İyi bir analiz ile Osmanlı Coğrafyası ile İran Jeopolitiği arasındaki benzerlikler kolayca görülür. 1700’lü yıllar, Osmanlılar kadar İran için de önemliydi. Rus Çarı Petro’nun vasiyetnamesini yazmak üzere hazırlık yaptığı dönemlerde, İran’a hâkim olmak isteyen Portekiz ve Hollandalıların yanına bir de İngilizler katılmıştı (Karadeniz, 2012: 44). İngilizler önceden beri İran’ı ve Basra Körfezini ele geçirerek, Hindistan’a giden güzergahı kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Bu nedenle Safevileri Osmanlılara karşı kışkırttılar ve iki tarafın da güçten düşmesi için bir askeri heyeti İran’a göndererek onları takviye ettiler. Olaylar istedikleri gibi gerçekleşmiş ve 1722 yıllarına gelindiğinde İran iyice zayıf düşmüştü. İran’ın bu zayıf döneminde Osmanlılara, İran’ın paylaşılması teklif edildi ancak Osmanlılar İran’ın toprak bütünlüğünü savunarak, bu teklifi reddettiler (Hanway, 1367:103-134).

İngilizlerin Sünni-Şii ihtilafı yaratarak, İslam Dünyasının bölme çalışmaları da bu dönemde hız kazanmıştı. Onlarla komşuları arasında farklılıklar yaratmak istiyorlardı. Bu konuda uzman olduklarına da şüphe yoktu. Sonuçta onlar için bölmek, yönetmek için en uygun yöntemdi.

Bunun bir sonucu olarak 1830’lardan başlayarak İran’da, Babilik ve Bahailik gibi hareketler ortaya çıkmaya başladı. O dönemde İran’da birliği tekrar sağlamayı hedefleyen Nadir Şah, 1738'de Gazne'yi alıp Delhi'ye ulaştı. Nadir Şah akıllı ve geleceği gören bir hükümdardı. İslam dinindeki mezhepsel ayrılıkların yaratacağı sonuçları gayet iyi görmüştü ve bunu engellemek istedi. Ancak buna izin verilmedi ve 1747 yılında öldürüldü (Esterabadi, 1385: 170-180). Her şey istenildiği gibi gelişiyordu.

Nadir Şah öldürüldükten 16 yıl sonra 1763 yılında, Körfezdeki ticaret imtiyazı İngiliz tüccarlara verildi (Karadeniz, 240-244) ve bunların kışkırtmasıyla sadece İran’da değil, Umman gibi yerlerde de İngilizler lehine karışıklık ve isyanlar başladı.

1800’lerin başlangıcı her iki ülke için de sorunların arttığı ve projelerin uygulama alanına konulduğu yıllardı.

İngilizler de Ruslar gibi, İran’ın zayıflamasını ve kendilerine muhtaç olmasını istiyorlardı. Bunun için Türklerle aralarını bozacak düşünceleri yaymaya ve mezhepsel farklılık yaratmaya büyük çaba gösterdiler. Oysa Selçuklular kısa zamanda İran’a egemen olmuş ve vezirlerini Anadolu Selçukluları dahil, İran halkından seçmişlerdi. Nizamülmülk döneminde ise resmi yazışmalarda Farsça kullanılıyordu ve askeri cephesi Türkler’e, bürokrasisi İranlılara dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu.

İngilizler, Fransa gibi başka rakip ülkeleri de bölgede istemiyorlardı. Napolyon 1807 yılında İran üzerinde İngiliz etkisini kırmak için bu ülke ile bir anlaşma imzalamış ancak aynı yıl aynı Fransa, bu kez Rusya ile İran ve Osmanlı topraklarının paylaşılmasına yönelik başka bir anlaşma yapmıştı. Bunu tespit eden İngilizler harekete geçti. 1809 yılında bu kez İngiltere, İran’ı Rusya ile savaşa kışkırttı ve 120 bin sterlin mali yardım önerdi. Buna inanan İran, Rusya ile yaptığı savaşları ve Kafkaslardaki topraklarını kaybetti. Bundan sonra planlandığı şekilde İngilizler arabulucu oldu ve 1813 yılında imzalanan “Gülistan Anlaşması” ile İran yüklü bir miktarda savaş tazminatı öderken, 1814 yılında yine planlandığı şekilde İngiltere ve İran arasında İngilizleri memnun eden bir işbirliği anlaşması imzalandı. Ancak yine de İran’a ne vaat edilen maddi yardım yapıldı ne de başka ülkelere karşı destek sağlandı. Her şey sadece kâğıt üstündeydi.

Osmanlı Devleti’nde, Yeniçeri Ocağının 1826 yılında kaldırılması, ancak ardından etkili yeni bir ordu kurulamaması ve çok geçmeden Navarin’de donanmasının yok edilmesinden sonra uğradığı toprak kayıpları biliniyor. Aynı yıllar İran’ında ele geçirildiği yıllardır. Bu da İranlıların güvenliği ile Türklerin güvenliğinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu açıkça gösteriyor.

İngilizler bu dönemde de İran üzerindeki zayıflatıcı çalışmalarına devam ettiler. Onları tekrar Ruslara karşı savaşa kışkırttılar ve tekrar onlara savaş tazminatı ödettiler. İlginç bir şekilde İran’daki Rus elçisinin öldürülmesi İngilizlerin işini daha da kolaylaştırdı ve İngilizler, İran ve Rusların arasındaki gerginlikten yararlanarak İran ve Afganistan üzerinde istedikleri siyaseti kolayca gerçekleştirdiler (Mahdevi, 1379: 235-240). İran içindeki kabileleri kışkırtan da İngilizlerdi.

Bu dönemde İranlı yöneticiler, Fransa ve İngiltere gibi ülkelere öğrenciler gönderdiler ve onların yeni teknolojileri öğrenip, ülkelerine bu durumdan kurtaracağını düşündüler. Ancak gönderilen öğrenciler tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, bu ülkelerdeki teknik gelişmeleri öğrenme yerine, eğlence hayatına kapılıp girdikleri locaların da etkisiyle kendi ülkelerini kalkındırmak yerine, ülkelerinin yıkılması için faaliyette bulundular. 1830’dan sonra ise ülke adım adım İngilizlerin kontrolüne girmeye başlamıştı. 1848 yılında İran tamamen İngilizlere açık hale geldi.

Her iki ülke için de uygulanan yöntemler benzerlik gösterir.

Osmanlı ilk defa Kırım Savaşı sırasında 1854 yılında dışarıdan borç almıştı. İlk borç alınan ülke ise İngiltere idi. Borçlar ancak 100 yıl sonra ödenebildi. 1856 yılında Şah da, İran’daki İngiliz Bankasından borç alarak Avrupa gezisine çıktı ve burada, Yahudi asıllı İngilizler Talbot ve Reuter’e verdiği imtiyazlarla, İran’ın milli kaynakları onlara sundu.  Cömertçe hediye edilen İran kaynakları ise yine İran’daki isyanları desteklemek için kullanıldı. Kargaşalık arttıkça, tıpkı Osmanlılarda olduğu gibi, nedeni “özgürlük ve hürriyet” olarak gösterilerek meşrutiyet idaresi savunuldu ve 1906 yılında ilan edilen Meşrutiyet idaresi ile her sorunun çözülebileceği düşünüldü. Ne var ki, meşrutiyetin ilanı ile birçok İranlı düşünür kendisini darağacında buldu. Osmanlı topraklarını paylaşmak isteyen güçler İstanbul’da toplantı halindeyken, II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve artık bu toplantıya gerek olmadığı söylenmişti. Ancak; buna rağmen Bosna-Hersek İşgal edilmiş, Bulgaristan ve Girit gibi topraklar buna rağmen elden çıkmıştı. Amacın Osmanlılara özgürlük ve hak vermek değil, elindekileri almak olduğu böylece ortaya çıkmıştı. 1839- 1908 yılları arasında Osmanlı Devletindeki “Islahat” adı altında yapılan bazı çalışmaların devlete verdiği zararlar düşünüldüğünde, İran’la benzerlik gösterdiği açıkça görülebilir (Karadeniz, 2017).

İngilizler bu tür entirikalarla İran’ın kaynaklarını rahatça kullandılar ve dağınık bir İran’la, kendilerini ihya eden Hindistan’ın emniyetini sağladılar. İngilizler, Dünya Savaşından önce Rusları yanlarına almak için, 1907 yılında Rusya ile yaptıkları anlaşma ile İran’ın kuzey bölgelerini ve Boğazları Ruslara, petrol olan güneydeki bölgeleri ise kendisine verdiler. İngilizlerin bu savaş ve sonrasında hem çar kuvvetlerini hem de ihtilalcileri desteklemeleri ise ilginçtir. Bu surette akıllı bir hamle ile Rusları devre dışı bırakarak İran’da tek kalmışlardır. Bundan sonra yapılması gereken, İran’ın petrol başta olmak üzere yeraltı ve yer üstü kaynaklarını başka bir devlete kaptırmamaktı. Bunun için her istediklerini yapacak birisine ihtiyaç duydular. 1925 yılında darbe ile “Rıza Mirpençe” isimli birisini, İranlıları gerilere taşıyarak dini kimliklerini ve bölge ile bağlarını unutturmak amaçlı “İranlıların Atası” manasına gelen “Pehlevi” soyadını vererek işbaşına getirdiler.

Ruslar, İran’ı ele geçirme hedefinden hiçbir zaman vazgeçmediler.

Rusya ise I. Petro’nun vasiyeti doğrultusunda; bir yandan Türkistan güzergahından Çin, Afganistan ve Hindistan’a ilerlerken, Kafkaslar üzerinden de Basra körfezine ulaşmayı hedefliyordu. Bu siyasetinde ise bazen İngilizlerle bir araya geliyor çoğu zaman da karşısında İngilizleri buluyordu.

1722-1736 yılları arasında İran’ın işgal olduğu dönemde Osmanlılar, İran topraklarının paylaşılmasına karşı çıkmış ancak Ruslar fırsattan istifade ile Kafkaslarda; İran’a ait Derbend, Dağıstan ve Şirvan gibi yerleri işgal etmişlerdi (Kütükoğlu, 1962: 25-30). Bu işgaller Bakü’nün de tehdit altına girmesi anlamına geliyordu. 1783 yılından itibaren İran kaybettiği yerleri geri alsa da tekrar saldırıya geçen Ruslar buralara 1796 yılında geri döndüler.

İngilizler, Rusları oyalamak istiyorlardı. Bu nedenle 1812 yılında, Rusya’nın Kafkasya’dan İran topraklarına sarkmasına bir şey demediler. Bu bölgeler Çar I. Petro’nun vasiyetinde mutlaka ele geçirilmesi gereken yerler arasındaydı. 1813 Gülistan Antlaşmasında da İngilizler İran’a yardım etmiş ve bir kısım İran toprakları “sadece kuzeyde kalmaları şartıyla” Ruslara verilmişti. Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesinden bir yıl sonra, 1828 yılındaki “Türkmençay Anlaşması” ile de Rus işgalleri resmi olarak İran’a kabul ettirilerek, İngilizler açısından, 1857 yılına kadar Ruslar oyalanmış oldu.

1834 yılında ise bu kez Ruslar, İran’ı Afganistan ve Hindistan istikametine harekât için kışkırttılar, ancak bu çalışmaları İngilizlerin gücü nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Ruslar, 1854 yılında İran ile bir anlaşma imzalayarak onların Kırım Savaşı sırasında tarafsız kalmasını sağladılar. Savaş sonunda ise Ruslar, kendilerine ait olduğunu düşündükleri, İran’ın kuzey bölgelerinde ve Hazar Denizi kıyılarında İngilizlerin konsolosluk açma isteklerine karşı çıktılar. Ancak bu itiraza rağmen İngilizler bu bölgelerde istediklerini yaptılar.

Kırım Savaşından sonra Ruslar, çalışmalarını Türkistan üzerine yoğunlaştırdılar ve bundan sonra İngiliz-Rus mücadelesi bu coğrafyada yoğunlaştı. Bu dönemde Rusların, İran’ı kullanarak ve Hindistan’da karışıklık çıkararak, İngilizlerin bu bölgelerdeki etkisini kırmaya çalıştığı görülür. Ancak bu durum, 1860’lardan sonra Hindistan’da isyanların artmaya başlaması ve İngiltere’de iktidar değişiklikleri nedeniyle değişmeye başladı ve bundan sonra İngilizler, Rusların Türkistan’daki ilerlemelerini desteklediler. Bunun sonucu olarak Ruslar bu dönemde, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi bölgeleri kolaylıkla ele geçirdiler. 1864 yılında ise Hazar Denizinin güneydoğu kıyıları Ruslar tarafından ele geçirilerek İran’a biraz daha yaklaşıldı. 1869 yılında İngilizler, Ruslara karşı Hindistan kuzeyinde oluşturmayı planladıkları orduda, İranlı subay ve askerlerin de bulunmasını istemişlerdi. Bundan çekinen Ruslar, İran ile anlaşabileceklerini belirttiler.

1872 yılından sonra İran’ın bütün kıymetli yeraltı madenlerinin işletilmesi ile bankacılık dahil birçok faaliyet için İngilizlere imtiyaz tanındı. Ruslar itiraz etti. Bu sefer de İngiliz ve Ruslara ayrı ayrı banka kurma izinleri verildi. Bundan sonrası artık kolaydı. İran’a her istenilen yaptırılıyordu.

Ruslar ve İngilizler; bazı dönemlerde rakip, çıkarları uyuştuğunda ise müttefiktiler.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ruslar, İngilizlerle İran’ı ve Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere anlaşmışlardı. Diğer taraftan Türkler, İran ile anlaşarak bölgedeki İngiliz ve Rus faaliyetlerine engel olmak istemiş ancak bu işbirliği girişimleri İran’dan fazla bir karşılık bulamamıştır (Karacağil, 2014: 95). İngilizler, İran’da istediklerini yaptırmak için Türklere karşı nefret içerecek psikolojik harp faaliyetlerinde ve mezhepsel ayrılığı körükleyen icraatlarda bulunuyorlardı. Bunun asıl nedeni, Türkler olduğu sürece İran’da barınamayacakları gerçeğiydi. Öyle ki bu ülkeyi paylaşma planları yapan ve Türkleri bu bölgelerden uzak tutmak isteyen İngilizlerin ve Rusların baskısı sonucu, İran ile savaşın başlaması nedeniyle uygulama alanı bulamayan, 17 Kasım 1913 tarihli İstanbul Protokolü bile imzalanmıştı. Savaş öncesi ve esnasında Rusların, işgal ettikleri İran’dan Anadolu’ya yönelik saldırıları ve kışkırtma faaliyetleri rahatsızlık yarattı. Türklerle müttefik olan Almanlar bile İran üzerindeki emellerinden dolayı, Türklerin İran ile işbirliğine girmesini istemiyordu. Bu dönemde İran’da düzenli bir ordu olmayıp, Rus subaylarının kontrolünde 8 bin kişilik bir tugay ile 7000 kişilik bir İsveç Jandarma kuvveti bulunuyordu.

Ruslar ve İngilizler yanında Almanlar da Türkleri İran’dan uzak tutmak istiyordu.

Savaş başlayınca İran tarafsız olduğunu iddia etse de kuzeyde Türkler Rusları durduramadığından, İran kuzeyden Ruslar, güneyden ise İngilizler tarafından başta petrol bölgeleri olmak üzere işgal edilmeye başlandı (Barış, 2007). Oysa o dönemde güçlü bir Anadolu, hiçbir şey yapmasa bile, İran’ın işgaline engel olabilirdi. Yine de bu dönemde İngiliz ve Rus işgaline karşı Türkler İran’ın yanındaydı.  Türkler, her şeye rağmen Bolşeviklerin İran’ı boşaltmalarının ardından, Urmiye ve Tebriz bölgesinde devlet kurmak için ahaliyi katletmeye başlayan Ermeni ve Nasturilere müdahale ederek onları mağlup ettiler. Türkler bu harekât esnasında, girdikleri bölgeler için İran’a, “bunun Ruslara karşı bir harekât olduğunu ve savaş bitince bu bölgeleri İran’a geri vereceklerini” söyleyerek defalarca garanti vermişlerdi (Karacağil: 100,101). Buna yazılı verilen bir taahhütname de dahildir. Bu dönemde Türk-İran ittifakı neredeyse sağlanacakken, Almanların İran’ın toprak bütünlüğü konusunda garanti vermemesi üzerine, bu gerçekleşemedi.  Açıkçası, o dönemde Tahran Askeri Ataşesi Ömer Fevzi Bey’in bildirdiği şekilde, İran üzerinde gizli emelleri olan Almanlar, Türkiye-İran işbirliğini sabote etmişler ve müttefiki olan Türklerden ayrı olarak İranlı yetkililerle temasa geçmişlerdi.  Almanlar da Türk-İran yakınlaşmasını sonraki aşamada gerçekleştirecekleri faaliyetler için engel olarak görüyorlardı. Türk Subaylarının İran üniformaları ile İran ordusunda görev alması da Almanlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Ancak Almanlar da İngiliz ve Ruslar gibi sözlerinde durmamışlar ve Rus ilerlemesi karşısında İran’a verdikleri sözü tutmamışlardır.

Almanlar savaştan sonra planladıkları şekilde İran’a nüfuz etmeye çalıştılar.

1917 yılındaki Bolşevik İhtilâli sebebiyle Rusların bölgeden çekilmesi üzerine, 1919 tarihli antlaşmaya göre İran, tamamen İngilizlerin kontrolü altına girdi. Ancak savaş sırasında İran’da, Jandarmanın başındaki İsveçli subayların Almanlara karşı duydukları yakınlık ve propaganda, bazı İranlı subayları da etkilemiş, Rus nefreti artarken, Almanlara karşı bir hayranlık başlamıştı. Savaştan sonra Almanlar sağladıkları güvenle hızla İran’a sızdılar. 1921 darbesi sonrası Alman taraftarları işbaşına geldi. Onlara göre Almanya, İran’ın sanayileşme çalışmalarında doğal ortağıydılar.1926 yılında ilk ticari antlaşma imzalandı. Bu anlaşmayı diğerleri takip etti. Ülkedeki Alman uzmanların sayısı da giderek arttı. Almanlar her geçen gün ekonomik ve siyasi olarak İran’a nüfuz ederken, İngilizler başlangıçta buna ses çıkarmadılar ve Sovyetlere karşı bir denge unsuru olarak gördüler. 1930’larda İran dış ticaretinde %8 civarında olan Alman payı 10 yıl sonra %45’i geçti.

Almanlar da İngiliz ve Ruslar gibi, İran’ı Türklerden uzaklaştırmak için psikolojik harp faaliyetlerine ağırlık verdiler. Bu anlamda Zerdüşlük inancını ve eski İran’ı öne çıkaran dergiler çıkarttılar, yayınlar yaptılar. İran’daki propaganda faaliyetleri İran’da yaşayan arkeolog Avires tarafından idare ediliyordu ve her tarafa yayılmışlardı. 

Şartlar İngilizlerle Rusları tekrar müttefik olmaya zorlamıştı. Alman etkisi İran’a müdahale sebebi oldu. Savaş sonunda ise yeni bir ortak ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Sovyet Rusya topraklarına saldırısından sonra, İngiliz-Sovyet ittifakı tekrar kuruldu. Bu iki ülke 1941 yılında Şah Rıza’ya bir ültimatom vererek, casus olarak nitelendirdikleri pek çok Alman’ı sınır dışı etmesini istediler. Şah kabul etmeyince de 25 Ağustos 1941 tarihinde, İngiliz ve Sovyet kuvvetleri İran’ı zorla işgal ettiler ve şahı tahttan indirdiler. İngiliz ve Sovyet istihbarat teşkilatları, bu dönemde haber elemanı olarak Ermenilerden faydalanıyordu. Ermeniler ise haberleri etkisiz hale getirmek istedikleri konulara ve kişilere yoğunlaştırmışlardı. Bunların ihbarı ile İsfahan Ordu Komutanı Tümgeneral Zahidi ve yardımcısı ile Genelkurmay Başkanı, Jandarma Genel Komutanı, Milli Şura Meclisi Vekili Habibullah Novbaht gibi direnç gösterebilecek kişiler ihbar edildi, tutuklandı ve etkisiz hale getirildi. İlginç olan ise Almanlar kendi hava kuvvetlerinin inişi için bazı yerleri işaretlemişlerdi ve sözde İngiliz keşif uçakları bu işareti Türk asıllı Kaşkai aşiretine ait topraklarda bulmuşlardı. İran’da kendilerine engel olacak kim varsa suçlamalara konu oluyordu. Bu tutuklamalar 1945 yılına kadar devam etti ve bu süre içinde İngiliz devleti ve Sovyetler, bir kez daha İran’ı ele geçirdiler. Ancak savaştan sonra boşalan boşluğu, 1947 Truman doktrinine İran dahil edilerek, başka bir güç olan Amerikalılar dolduracaktı. İran nedense hiç boş bırakılmıyordu ve İran ve İranlılar üzerine oynanan oyunlar bundan sonra da devam edecekti.

Sonuç olarak, İran coğrafyası ve Kafkaslar sürekli olarak bir mücadele alanı olmuştur. Çar I. Petro’nun vasiyetinde; Avrupa ülkelerinin birbirine düşürülmesi yanında, Türkler ile İranlıların arasına nifak sokulması da vardır. Bu noktada; Avrupa ülkeleri, Türkiye ve İran arasına nifak sokulursa ve birbirine düşürülürse hedefin daha kolay gerçekleşeceği vurgulanır.

Bu vurgu, her ortamda Türk tehlikesi yaratma ve bunun propagandası ile gerçek tehlikeyi gizleme çalışmalarının da kaynağını açıklar. Bu vasiyetname; Çarlık Rusya’sında, Sovyetler döneminde ve Rusya Federasyonu’nda kesintisiz uygulanmaya devam ediyor. Vasiyetnamenin önündeki en büyük engel ise Türklerin ve İranlıların bir araya gelerek anlaşması. Bu nedenle gizli vasiyetnamenin 9. maddesinde, “sürekli Türkiye ve İran’a savaş açın ve onları güçsüz düşürün” denilmişti. İran’ın çöküşünü hızlandırmak, Basra körfezine sızmanın en önemli yoluydu. Sünni ve Şii çatışması ise sadece ABD ve Avrupalılar için değil, Ruslar için de her zaman kullanılabilecek en uygun senaryoydu. Güçlü bir Türkiye’nin İran’ın ele geçirilmesine engel olacağı da bu ülkeler tarafından çok iyi biliniyordu.

Sovyetler döneminde İran üzerindeki etkisini, komünist partiler vasıtasıyla sürdürmeye çalışan Rusların, soğuk savaşın sona ermesinden sonra Kafkaslar ve İran’a yönelik vasiyeti gerçekleştirmek üzere operasyonlarına kaldığı yerden tekrar başladığı görülmektedir.

Ermenistan kullanılarak burada üslerin elde edilmesi ve Türkiye ve İran sınırına Rus askerlerinin yerleştirilmesi ilk aşamaydı. Gürcistan’a yapılan saldırılar ve ardından Kırım’ın ele geçirilmesi ise bunu tamamlayan parçalardı. Ermeniler vasıtasıyla Ruslar; Türkiye ve İran’ı birbirinde ayrılırken, planlandıkları şekilde İran’a biraz daha yaklaşmışlardır. İran ise tarihi ve ülke gerçeklerine ters bir şekilde bu yaklaşmaya destek sağlamıştır.

Ruslara göre; Kafkaslar, İran’ın şah damarıdır. Burası Ruslar tarafından kontrol altına alındığında, İran kansız kalacak ve “bin Eflatun dirilip gelse” sağlığına kavuşamayacaktır. İran’ın bugün içine düştüğü ekonomik kriz ve Ermeniler yanındaki tutumu dikkate alındığında, vasiyet konusunda epey bir ilerleme kaydedildiği açıkça görülür. Bu gerçeğe rağmen İran’ın Ermenistan’a desteği anlaşılmaz olandır. İran bu desteği ile adeta kendi sonunu kendi hazırlıyor. İngilizler, Ruslar ve hatta Almanya dahil bazı ülkelerin, kendi çıkarları doğrultusunda, İran’ı gerek etnik gerekse mezhebi olarak ayırma ve bölme çalışmalarına rağmen, İran’ın bu bölgedeki çıkarının Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmesi olduğu düşünülmektedir. Tarih ve geçmiş bizlere bunu söylüyor.

 


 

Kaynaklar:

Barış, M. (2007). Birinci Dünya Savaşında İran Coğrafyasında Etnik, Dini ve Siyasi Nüfuz Mücadeleleri, Gazi üniversitesi, Tarih, Doktora tezi.

Esterabadi, M. (1385). Cihanguşa-yı Nadiri, Çev. Mani Kaşani: Tahran.

Hanway, J. (1367). Hucum-ı Afgan ve Zeval-ı Devlet-i Safevi, Çev. İsmail Devletşahi: Tahran.

Karacağil, Ö.K. (2014). I. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin İran’la İttifak Kurma Arayışları, OTAM,36/Güz 2014. 95-116.

Karadeniz, Y. (2012).  İran Tarihi: İstanbul.

Karadeniz, Y. (2017). Islahat Görünümlü İngiliz İşgalinin Safhaları-İran Örneği (1800-1925), Gece Kitaplığı: Ankara.

Kocaoğlu, M. (1996). Rusya’nın Tarihe Düşen Emperyalist Gölgesi, Bilig 3, Güz 1996. 39-52.

Kütükoğlu, B. (1962). Osmanlı-İran Münasebetleri: İstanbul.

Mohdevi, A.H. (1379). Revabıt-ı Harici-i İran: Tahran.

Roberts, J. M. (1996). Avrupa Tarihi, Çev. Fethi Aytuna, İnkılap Yayınları: İstanbul.

Şehitoğlu M. Ve Doğanay R. (Ocak 2019). İran Kaynaklarına Göre Nazi Döneminde Almanların İran’da Casusluk ve Propaganda Faaliyetleri, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 29, Sayı 1. S.449-465.

Alpar, G. (7 Ekim 2020). www.https://www.sde.org.tr/guray-alpar/genel/hakimiyet-teorilerinin-sonu-merkez-bolgenin-yeni-guvenlik-modeli-kose-yazisi-17159.

Alpar, G. (14 Eylül 2020). www.sde.org.tr/guray-alpar/genel/rus-cari-petronun-vasiyeti-kafkaslar-ve-gunumuzde-ermenistan-saldirilari-kose-yazisi-18599.