Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Kuzey Afrika’dan Ermenistan’a: Fransa

Güray ALPAR
28 Temmuz 2020 16:15
A-
A+

Giriş

Ermenilerin, barışı bozup Azerbaycan topraklarına saldırısı sonrasında akla gelen ilk ülke, Rusya oldu. Rusların Ermenileri kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları bilinen bir gerçek. Ancak Rusların yanında, perde arkasında pek öyle gündeme gelmeyen bir ülke daha var: Fransa.

Fransızlar, Haçlı Seferleri sırasında en aktif olan milletlerden birisiydi. Koyu Katolik inancıyla, bu seferlerdeki Ortodokslar aleyhine uygulamaları hala gündemdedir. Haçlı Seferlerinde Müslümanlara karşı Ermeniler ve Moğollarla da işbirliği yapılmıştı ve Fransızlar bu seferler sırasında Mısır ve Tunus gibi yerleri de ele geçirmek istemişlerdi. Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyası ile bu dönemlerde tanışan Fransa’nın bundan sonra bu bölgelere ilgisi hiç kaybolmadı.

Fransa’da, Kanuni döneminde Osmanlıların yardımı ile kralları ve ülkeleri esaretten kurtulmuştu. Buna rağmen minnet duygusu olmayan Fransa, elde ettiği ayrıcalıkları Osmanlı coğrafyasını bölmek ve karıştırmak için kullanmaktan hiç çekinmedi. Ülkesindeki Protestan inancına sahip olanlara karşı yürüttüğü katliamlar yanında; Balkanlar, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere Katolik inancını yaymak ve bu bölgedeki Hristiyanları kendi hedefleri doğrultusunda kullanmak istedi. Göz koyduğu coğrafyaları bölmek ve karıştırmak için tarih boyunca yapmadığı kalmayan Fransa, ne yazık ki hiçbir zaman sorgulanmadı ve yaptıkları hep yanına kaldı. Fransızların, Cezayir’de sadece 1830-1962 tarihleri arasında katlettiği Cezayirli sayısı 5.5 milyondur. Bu anlamda Fransa’nın en fazla mağdur ettiği milletlerden birisi de Ermenilerdir. Katolik Fransa, Ermenilerin mezheplerini değiştirerek onları elde etmek istediği bölgelerdeki hakimiyetini pekiştirmek için kullanmak istemiş, bunda da kısmen başarılı olmuştur.

Fransızların, Türkiye ve yakın çevresine yönelik, Haçlı Seferlerinden başlayan saldırıları özellikle 1600’lü yıllardan itibaren başka bir boyutta devam etmektedir. Bu kapsamda; Kuzey Afrika ve Akdeniz’den başlayarak, Suriye ve Ermenistan’a uzanan coğrafyada yaşanan birçok karışıklığın arkasında da Fransa’nın bulunduğu görülmektedir. Fransız siyasi düşünür ve tarihçi Tocqueville yapmış olduğu bir çalışmada Fransızları, çelişkilerle dolu ve ilkelerinden çok duygularıyla hareket eden bir millet olarak tanımlamıştı (Tocqueville, 1998:246). Gerçekten de bugüne kadar bu coğrafyaların, Fransa aleyhine tek bir faaliyeti dahi olmamasına rağmen, Fransa’nın yapmış olduğu barışı bozucu ve karıştırıcı faaliyetler bu sözü doğrular niteliktedir.

Fransa’nın bu tutumunu açıklamak zor değil. 1572 yılında sadece üç hafta içinde Paris ve civarında 100 binden fazla Protestan öldürülmüştü. Bu nefret daha sonraki yüzyıllarda da devam etti. Sorun Fransa’nın Katolizm dışındaki inanç ve yaşam biçimlerine karşı duyduğu acımasız tutumdu. Aynı olumsuz tutum Ortodokslara ve en fazla da Müslümanlara karşı devam etti. Fransa, Ermeniler başta olmak üzere Hristiyanları Katolik yapmaya çalışırken, Cezayir, Ruanda gibi yerlerde de insanlık utanılacak katliamlara şahit oldu.

Ermenistan’ın saldırgan tutumu hakkında akla gelen sorular

Tarih tekerrür ediyor, ancak bunun farkında olmayanlar olayları da gerçekçi bir şekilde değerlendiremiyor. Stratejiyi; olaylar arasındaki bağlantıyı kurmak ve bundan gelecek için sonuçlar çıkarmak olarak da tanımlayabiliriz. Doğru bir bağlantı kurmak; derin bir bilgi altyapısı kadar, kuvvetli bir analiz yeteneğini de gerektiriyor.

Tam da bu nedenle, çevremizde gerçekleşen her karışık olayda olduğu gibi Ermenistan’ın, Azerbaycan sınırında yer alan Tovuz bölgesine yönelik, 12 Temmuz tarihinde başlattığı saldırıda da ister istemez Fransız etkisini arıyoruz. Konu Fransa ise her ihtimali düşünmek gerekiyor!

Karabağ’ın Ermeniler tarafından işgal edilmesinden sonra, bu bölgenin yaklaşık 200 km kuzeyindeki Tovuz bölgesi, Avrupa’nın Asya’ya açılan stratejik bir bağlantı noktası konumuna geldi. Bu bölge yakınından Kars-Tiflis-Bakü demiryolu ve karayolunun geçmesinin yanında, Türkiye için doğalgaz sağlayan TANAP boru hattı da bu bölgeden geçiyor. Yani bölge stratejik önemde.

Saldırı neden bu noktaya gerçekleştirildi? Oldukça zayıf durumdaki Ermenistan’ı, böylesi riskli bir harekete yönelten olayın arkasındaki güç veya güçler kimlerdir? Geçmişte Rusların Ermenileri kullanarak yaptıkları biliniyor. Ermenistan’daki Rus etkisi de. Acaba Ermenileri sadece Ruslar mı kullanıyor? Ermenistan’ın bu saldırısının, Libya’daki gelişen durumlarla ve Fransa ile bir ilişkisi olabilir mi?

“Bütün bu soruların cevapları tarihsel, dinsel ve kültürel derinlik incelenmeden anlaşılamaz.

Ermeniler, dini ve mezhepleri nedeniyle en fazla Hristiyanların baskısına maruz kalmıştır

Genelde Ermeniler dışarıdan bir bütün olarak değerlendirilir. Bu şekilde bir bakış ise çoğu zaman yanlış sonuçlara götürür. 

Ermeniler, Hristiyanlığı MS 301 yılında kabul etmişlerdi. Ancak 451 yılında Roma Kilisesi ile Doğu Kilisesinin doktrin ayrılığına düşerek ayrılması, Ermeniler için bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra Ermeniler her iki kiliseye de tabi olmamışlar ve “Gregoryen Mezhebi”ni benimseyerek, kendilerine ait “Apostolik kilisesi”ni oluşturmuşlardır. Bu mezhebe geçmeyen Ermeniler ise Rumlaşmıştır. Bu tarihten sonra Ermeniler sürekli olarak Hristiyan toplulukların saldırı ve zulümlerine maruz kalacaklardır. İlk baskı da yine Hristiyan Bizans’tan gelecektir. Bizans İmparatoru Mavrikos (582-602), İran Hükümdarı II. Hüsrev’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bizim aramızda huzur bilmeyen ve sürekli nifak sokan bir halk yaşıyor. Ben ülkemdeki bütün Ermenileri toplayıp Batıya süreyim, sen de ülkendeki Ermenileri Anadolu’ya sür. Eğer bu bölgelerde ölürlerse düşmanlarımız yok olmuş olur. Eğer sağ kalırlarsa bu bölgelerdeki Avarlar ve Arapların başına bela olurlar. O zaman bize barış gelir. Yoksa biz asla huzur yüzü görmeyiz.”

Müslüman fetihleri ve Ermeniler

Müslümanlar Ermeniler ile önce Bizans Ordusu içinde, sonra da Sasani Ordusu ile savaşırken karşılaşmışlardı. Ermeniler, diğer Hristiyanların baskısına maruz kalırken, Müslümanların Ermenilere gösterdiği hoşgörü hemen etkisini göstermiş ve 653 yılında Doğu Ermenilerinin lideri Patrik Theodoris Rştuni, Müslümanlarla anlaşarak bölgenin Bizanslılardan ele geçirilmesinde Müslümanlara yardımcı olmuştur (Laurent, 1919:33). Buna karşılık İslâm orduları başından beri Ermenileri hem Bizans baskısı ve hem de Hazar saldırılarına karşı korumuşlardır.

Bu olaydan sonra, Bizans’ın kışkırtması sonucu Müslümanlara karşı hareketler olsa da İslam kültür ve medeniyeti Ermeniler arasında yayılmaya başlamış, giderek Ermeni giysileri ve adetleri Müslümanlara benzemiştir (Fayiz, 1983: 28). Bu durum Ermenilerin daha sonraki Türklerle ilişkilerine de yansımıştır.

Türkler Anadolu’ya gelişlerinden Ermenilerden herhangi bir toprak parçası almadıkları gibi Ermenilerden de destek görmüşlerdir

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, Ermenilere ait yerler zaten Bizanslılar tarafından ele geçirilmişti. 1064 yılında Ani’yi ele geçirdiğinde yaklaşık 20 yıldır Bizans hakimiyetindeydi. Malazgirt 993, Ardanuç ve Yusufeli 1000, Kars ise 1064 yılında Bizans tarafından ele geçirilmiş ve Ermeniler Sivas, Maraş, Antep ve Klikya gibi yerlere zorla göç ettirilmişlerdi. Bizans baskısı altında yılmış olan Ermeniler, kendilerine ve kültürlerine karşı gösterilen hoş görü nedeniyle Türklere karşı fazla bir direniş göstermemişlerdi. Bu nedenle daha önce İslam fetihleri sırasında Müslüman olan Ermenilerin sayısı da hızla artmaya başlamıştır.

Zaman içinde Ermeniler Türklerle öyle kaynaşmışlardır ki, 1835-1839 yılları arasında Türkiye’de görev yapan Alman Moltke Ermeniler için: “Bu Ermenilere hakikatte Hristiyan Türk denilebilir. Bunlar Türk adetlerini ve dilini benimsemişlerdir. Ermeni bir kadını giyimi itibarıyla bir Türk kadınından ayırt edemezsiniz.” demişti (Moltke, 1917:34).      

Moğol İstilası ve Ermenilerin Moğollarla işbirliği

Ermenilerin hatası her zaman dışarıdan gelen güçler tarafından kullanılmaya hazır olmalarıdır. Bu açıdan geçmişte Moğol istilası sırasındaki tutumları incelenmeye değerdir. Ermeniler, bu dönemde tarihin diğer dönemlerinde de görüleceği şekilde küçük ve kısa süreli menfaatleri için işgalci güçlerle işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Tarih boyunca; Bizanslılar, Sasaniler, Moğollar, Fransızlar, İngilizler ve Ruslar Ermenilerin bu zafiyetlerini hep istismar etmişlerdir. Sonrasını dikkate almayan bu kullanımlar ise her zaman Ermenilerin acı çekmesiyle sonuçlanmıştır. Bu zafiyetin Ermenilerin üzerinde durması ve düzeltmeleri gereken bir husus olduğu değerlendirilmektedir.

1249 yılındaki Kösedağ Savaşını kazandıktan sonra Moğollar, Anadolu’da hakimiyet kurabilmek için ittifak arayışına girmişti. Gürcüler başlangıçta zarar görmelerine rağmen asil bir şekilde Moğollarla ittifak yapmayı reddetti ancak Ermeniler hemen kabul ettiler. Bir Hıristiyan halk ile uzak, istilacı, pagan bir güç arasında, bölgedeki Müslüman varlığına karşı böylesi bir ittifak, pek de alışılmış bir şey değildi ve doğrusu Moğollar açısından mükemmel bir plandı.

Moğollar Ermenileri, bir kılavuz ve kullanabilecekleri sıradan bir millet olarak görmüşlerdi. İşbirliği yapmalarına rağmen onlara savaşta kazandıkları ganimetlerden pay vermemişler ve onlardan aşırı vergi almaya devam etmişlerdir. Moğollar Ermenilerin, kendi yanlarında Müslümanlara karşı savaşmaları karşılığında, sadece kendi başlarına yapmış oldukları yağmalara müsaade etmişlerdi. Ancak hiçbir zaman Ermenilere güvenmeyen Moğollar, Avrupa ile ilişkilerinde Ermeniler yerine Nasturi Hristiyanlar ile Cenevizlileri kullanmayı tercih etmişlerdi.

Haçlı Seferleri aslında bir “Katolik” hareketiydi

Haçlı Seferleri bir Hristiyanlık mücadelesi gibi gösterilse de gerçekte bir Katolik hareketiydi. Bu seferler, Ortodoks Hristiyanlara da büyük zarar verdi. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında 1204 yılında İstanbul’a giren Katolik Haçlı Orduları, Ortodoks Hristiyan olan şehri işgal etti. Şehir yakıldı, talan edildi ve kıymetli eserler Katolik Dünyasına taşındı. Yine bu sefer sırasında Akdeniz ve Adalar Denizindeki adalar Katolik olan Venediklilere verildi. Ele geçirilen yerler Katoliklerin kabul edildi ve Ortodokslara verilmedi. Buralarda Frank asıllı hükümdarlarla 1261 yılına kadar sürecek bir Katolik Latin İmparatorluğu oluşturuldu.

Haçlı Seferleri esnasında en fazla etkili olanlar Fransızlardı

Fransızların günümüzdeki faaliyetleri ile bağlantı kurmak ve olayları daha iyi değerlendirme açısından, Fransa’nın Haçlı Seferlerinden başlayarak Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki faaliyetlerinin de ortaya konulması faydalı olacaktır.

Haçlı Seferleri Müslüman tarihçiler tarafından “Franklar” kelimesiyle ifade ediliyordu. Bunun yanında Katolik Hristiyanların, Katolik olmayan Hristiyanlar üzerine yaptıkları seferlere de aynı isim verilmiştir. Bu hareket öncelikle, Fransa’da ortaya çıkan “Yahudi Düşmanlığı” ile başlamıştı. Fransa’da sefer için yola çıkmadan önce, Hazreti İsa’yı çarmıha gerdikleri için Yahudiler öldürüldü, işkenceler yapıldı ve malları tahrip edildi. 

1096 yılında başlayan ilk Haçlı seferindeki ordunun başında, fanatik bir keşiş olan Pierre L’Ermite vardı. Yine ikinci Haçlı Seferine, Fransa Kralının kardeşi Fransız şövalyeleri ile katılmıştı.

İlk Haçlı Seferinde çoğunluğu Franklardan oluşan Haçlı Ordusu Kudüs’ü ele geçirdi. 1100 yılında; Anadolu güneyi, Suriye, Lübnan ve Filistin’de Frank asıllı yöneticileri olan dört Haçlı Devleti kuruldu. Bu Haçlı Seferinde Antakya Haçlılar tarafından kuşatıldığında, Suriye Selçuklu Şam ve Halep Meliklikleri Antakya’ya yardım göndermişlerdi.

Birinci Dünya Savaşı sonunda bu bölgelerin neden Fransa tarafından istendiği ve bundan sonra Fransa’nın bu bölgelerdeki faaliyetlerinin altında yatan tarihi gerçek de budur.  Daha sonraki Haçlı seferlerine de Fransız kralları katıldılar ancak başarılı olamadılar. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonunda Fransa’nın, Suriye’yi bölmek için çalışıp başarısız olması gibi.

Fransızların Haçlı Seferi sırasında gündeme getirilmeyen katliamları

Fransızların özellikle ilk Haçlı Seferinde yaptıkları ise insanlık adına gerçekten korkunçtur. Yüksek Lisans öğrencisi Güven Aykan’ın, Fransız Bilimsel Araştırma Merkezi’nde araştırmalar yaparken rastladığı belgeler buna dair hususları içermektedir (Kırdök, 2007).

Bu belgelere göre Fransızlar, 1098 ve 1099 yıllarında Suriye Selçuklularının idaresindeki Maara şehrinde yiyecek sıkıntısı çekince, 200 bin Müslüman Türk ve Arap yanında, Yahudileri de öldürüp etlerini pişirerek yemişlerdi. Fransız Bilimsel Araştırma Merkezi’nin kayıtlarında bazı minyatür ve resimlerle tasvir edilen bu katliamların benzerinin, Antakya’da da yapıldığına dair belgeler mevcut. Fransa bu katliam tecrübesini daha sonraki dönemlerde Cezayir ve Ruanda başta olmak sürdürmeye devam edecektir.

Fransızların Kuzey Afrika’ya yönelik ilgilerinin de tarihi arka planı vardır

Fransa’nın Mısır ve Tunus gibi bölgelere saldırılarının da tarihi denemeleri vardır. Fransızlar hep bu yerleri ele geçirmek istedi. Yedinci Haçlı Seferi Fransa Kralı IX. Louis tarafından idare edildi. Mısır’a saldırıp Kahire’nin 300 km kuzeyinde, Akdeniz’de bir liman kenti olan Dimyad’ı ele geçirdi ve Kahire üzerine yürüdü. Ancak Mansure Savaşında yenildi ve esir düştü. Dimyad Kalesini ve büyük bir fidye ödedikten sonra serbest bırakıldı ve 4 yıl sonra perişan bir halde ülkesine döndü.

Dimyat, 1798 yılında da Mısır’ın iç bölgelerine yönelik harekât için kullanılmak üzere, Napolyon tarafından bir kez daha ele geçirilmiş ancak elde tutulamamıştı. Daha sonra Napolyon’un başına gelenler malumdur. Türklerde “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak“ diye bir deyim vardır. Bu sözün Fransızlar için söylenip söylenmediği bilinmemekle birlikte o dönemdeki Fransızların durumuna çok uymaktadır.

Fransızların Kuzey Afrika’ya yönelik iştahlarının tarihi planı her zaman mevcuttur. Bu kapsamda Kuzey Afrika ve Tunus’a yönelik faaliyetleri de eskidir. 1268 yılında kardeşinin kışkırtması ile Tunus’a sefer düzenleyen Fransa kralı, çıkan veba salgını nedeniyle ordusunun büyük kısmı ile birlikte kendi hayatını da kaybetmişti. Nedense Fransa’nın bu bölgelere ilgisi bundan sonraki süreçte de hiç kaybolmadı.

1289 yılında Türklerin, Frank-Ermeni ve Moğollardan oluşan orduyu bozguna uğratmaları

Fransızların, Ermenileri kendi çıkarları için kullanmaları da ilk değildir. Bu açıdan tarihte; Frank, Ermeni ve Moğollardan oluşan bir ordunun bir araya gelebilmesi de ilginçtir.

Mısır’da Eyyubiler, kuvvetlerini koruyabilmek için, Orta Asya’dan çok sayıda Türk’ü kendi ülkelerine getirerek bunları mükemmel askerler olarak yetiştirmişlerdi. Eyyubiler zayıflayınca bu askerler, Mısır ve Suriye’yi kapsayacak şekilde, Memlûk Devleti’ni kurdular (1250-1517). Türk adları taşıyan Memlûklerin konuştukları dil de Türkçe idi.

Haçlılar Mısır’ı ve Kuzey Afrika’yı ele geçirmek istiyordu.1250’lerde bu mücadele devam etti. 1260 yılında Moğolların, Ermenilerle birlikte bu devlete yaptıkları saldırı Ayn-ı Calud savaşı kazanılarak püskürtüldü.

Bundan sonra Baybars liderliğinde Memlûklar, Filistin ve Suriye’de Franklarla, Ermenilerle ve Moğollarla çarpıştı bazı kaleleri ve bölgeleri geri aldı (1265-1270). 1289 yılında yine bir Kıpçak Türk’ü olan Sultan Kalavun (1279-1290), Humus Savaşında Frank-Ermeni ve Moğollardan oluşan büyük bir orduyu yenilgiye uğrattı. Yine aynı yıl Trablus’u ele geçirerek buradaki Haçlı Hükümetini ortadan kaldırdı. Kendisinden sonra gelen oğlu Selahaddin Halil ise Akka, Sur ve Sayda’yı zapt ederek Suriye’deki Haçlı hakimiyetine son verdi. Memlûklular Anadolu’yu işgal eden Moğollar ve onların işbirlikçisi Ermenilere karşı başarılı seferler düzenlediler. Bu seferler esnasında 40 binden fazla Ermeni esir alınarak Suriye ve Mısır’a götürüldü.

Fransızların Ermenileri Katolik yapma çalışmaları

Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinin geçmişi 1200’lü yıllara kadar gider. Misyonerliğin nihai hedefi, tüm dünyanın Hristiyanlaştırılmasıydı. İlk misyonerler Katolik olup Fransız’dı. Misyonerlik faaliyetlerine İstanbul’da başlamışlar, daha sonra zaman içinde Osmanlıların diğer bölgelerine yayılmışlardır.

Fransa’nın Haçlı Seferlerinden sonra, Müslümanlara ve Türklere karşı ikinci kez olumsuz tutumunun yaklaşık 400 yıllık bir geçmişi vardır. 1604 tarihinde yenilenen Kapitülasyonlar sonrası Fransa, Osmanlı topraklarında yıkıcı faaliyetlerini artırmaya başladı. Hedefi, Osmanlı idaresi altındaki Hristiyan halkı, özellikle de Ermeniler Katolikleştirerek kendine bağlamaktı. Bu politikayı 17. yüzyılda Fransa Başbakanı Mazarin (1602-1661), müttefik olmasına rağmen, Osmanlıların Girit’i ele geçirmesine engel olarak göstermişti. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa bu duruma tepki göstererek, Fransız büyükelçisini diplomatik kurallara uymayarak oturduğu yerde kabul etmiş, durumun devam etmesi üzerine de Fransa ile ticaret anlaşmaları yenilenmemişti. Buna rağmen Fransa, tutumunu değiştirmemiş ve İkinci Viyana Kuşatması esnasında Avusturya ile arasındaki savaşı durdurarak onlara gizli bir destek vermişti.

Ermeniler arasında Katolik inancının yayılmasında misyonerlerin etkisi büyüktü. Bu misyonerler arasında en fazla başarılı olan, Ermeniceyi çok iyi bilen ve Ermeni kültürü üzerinde ihtisaslaşmış, keşiş Clement Galano idi. Kendisini bir Ermeni rahibi olarak tanıtarak, Ermeni Patrikhanesine kabul edildi. Fransız Elçisi ile birlikte çalışıyordu. İstanbul’da dersler verdi, Ermeni üst sınıfından aileler ile tanışarak onları Katolik mezhebine kazandırdı. Hatta Fransız elçisinin isteği üzerine Ermeni Patriğine, “Papanın otoritesini tanıdığına ilişkin” bir belge imzalatmaya çalıştı. Ancak bir süre sonra Ermeniler onun amacını anlayınca, hainlikle suçlandı ve ülkeyi terk etti.

Ancak Galono pes etmedi. Roma’ya giderek 1658 yılında, Anadolu’da misyonerlik yapacak din adamları için “Ermeni ve Latin Kiliseleri Arasındaki Benzerlikler” isimli bir kitap hazırladı. Ona göre Ortodoks Rumlar, dinlerine bağlı olduğundan değiştirmek zordu. Ancak Ermenileri Katolik yapmak çok kolaydı. Kitabında Ermeni kilisesinin ne tümüyle Ortodoks ne de Katolik olduğunu, bunların bir karışımı olduğunu iddia ederek kafa karışıklığı yaratıyordu.

Fransa Kralı XIV. Lui, Osmanlılarla dostluğunu ileri sürerek 1673 yılında yenilen kapitülasyonlarda, Osmanlı toprakları üzerindeki rahiplere meşruiyet kazandırmıştı. Katolik din adamlarının maddi ve manevi olarak himayesini ise Fransa Kralı bizzat üslenmişti. Bunu fırsat olarak değerlendiren İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Krala şunları yazmıştı: Bizim için yapılacak tek şey, Ermenilerle doğrudan irtibata geçerek, özellikle Ermeni kilise yöneticilerini siyasi hiçbir çıkar gütmediğimize ve birbirimize yaklaşarak onları kurtuluşa ulaştırabileceğimize ikna etmektir.

Fransızlar, Ermenileri Katolik yaparak Rönesans gerçekleştirdiklerini iddia ediyorlardı

1700’lü yıllardan sonra ise artık Fransızlar, Ermenileri ayrıştırmak için yüzlerce yalan yanlış yayını hazırlayıp Ermenilere ulaştıracak düzeye gelmişlerdi. 1705 yılında Ermeni Patriği, divanda yaptığı bir konuşmada, özellikle Fransızların dağıttıkları kitaplarla Ermenileri din değiştirmeye zorlamasından dolayı duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve bunun engellenmesini devletten talep etmiştir (BOA, A. DEV, 310/99). Diğer patriklerin de buna benzer çok sayıda şikâyeti olmuştur (BOA, C. ADL, 59/3570 ve BOA, YB.04, 4/75).

Bu kitap ile eğitimden geçirilen Katolik Misyonerler, Ermeniler arasında giderek daha fazla başarılı oluyorlardı. Fransızlar, Ermenileri Katolik yaparak sözde Rönesans gerçekleştirdiklerini iddia ediyorlardı. Ermeniler Fransa gibi bir devlet çaresizdiler. 17 ve 18. yüzyıllarda Ermeniler arasında mezhep değiştirmeler nedeniyle aileler parçalandı, cemaat içinde derin çatlaklar oluştu. Patrikhane çaresiz bir şekilde bütün gücüyle mezhep değiştirmelerin önüne geçmeye çalıştı. Bu nedenle Osmanlı yönetimi ile işbirliği yaptı, Avrupa’dan getirilen Misyoner yayınlar toplatıldı ancak Fransa’nın koruması altındaki misyoneler bir türlü engellenemedi. Engel olmaya çalışan Ermeni Patrikler, Fransızların komplolarına kurban gittiler.

Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesinden sonra ise Katolik Ermenileri ayrı bir cemaat olarak tanındı ve 1834 yılında İstanbul’da ilk Ermeni Katolik kilisesi açıldı. Fransızlar yüzyıllar süren sabırlı çalışmalarının sonucunu almış ve Osmanlı topraklarında kendi amaçları doğrultusunda kullanabilecekleri bir topluluğa Ermenileri bölerek ulaşmayı başarmıştı.

Fransızlar bundan sonra da Ermenileri kışkırtmaya devam ettiler

Fransızlar bundan sonra, Ermenileri daha rahat Katolikleştirme çabalarına devam ettiler ve Ermenileri Osmanlılara karşı kışkırtmıştır. Bu faaliyetlere Ermenilerin çoğunluğu direnmiş ancak karşı koymaya çalışan Ermeniler; saldırılara maruz kalmış, sindirilmiş ve bertaraf edilmişlerdir. Bu faaliyetleri Fransız diplomatlar açık ve gizli olarak desteklemiştir.

Zaten bu dönemde Ruslar da işin içine girmişti. Rusların Ermenileri kullanmada başarılı oldukları görülünce, daha önceden Ermenileri Protestan yapma çalışmalarına başlayan İngilizler ve Amerikalılar da işin içine dahil oldu ve 1853 yılında Ermeni Protestan cemaati kuruldu. Artık Ermenileri kullanmak için bu devletler arasında bir yarış başlamıştı. Verilen vaatler çok büyüktü, ancak vaatler verilirken, Ermenilerin genel nüfus içindeki oranı dikkate alınmadığından gerçeklerden uzak kalıyordu.

Fransızlar ele geçirmek istedikleri bölgelerde Ermenileri kullanmaktan hiç çekinmiyorlardı. Örneğin, Hatay bölgesi hedeflerindeydi ve burada da Ermenileri yanlarına çekmek için onları Katolikleştirdiler. Kullandıkları argüman onlara “bağımsızlık” vermekti. Ancak bunun mümkün olmadığını Fransızlar çok iyi biliyordu. Fransa’nın Osmanlı Büyükelçisi M. Paul Cambon, 1894 yılında kendi Dışişleri Bakanı’na gönderdiği mektupta şöyle diyordu: Bağımsız bir Ermenistan mı? Bu kesinlikle düşünülemez. Ermeniler dağınık ve Müslüman halkla kaynaşmış bulunuyor… O halde Ermeni sorunu için bir hal çaresi mümkün değildir.

Ermeniler devlet kurmak istiyorlardı ancak, bu dönemde Ermeniler hiçbir vilayette nüfusun 1/3’üne bile sahip değildiler ve 1900’lü yılların başında Ermeni nüfusun genel nüfusa oranı yüzde 15’i bile bulmuyordu. Yerine getirilmeyecek sözler vererek Ermenileri kışkırtan ve Türklere saldırılar gerçekleştiren Fransa’nın, Ermenileri düşündüğü falan da yoktu. Ne Fransa’nın ne de diğer devletlerin önceliği hiçbir zaman Ermeniler olmadı.

Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovannes Kaçaznuni gerçekleri en iyi bilenlerden birisiydi.

Ermenistan’nın ilk Başbakanı Kaçaznuni, 1923 yılında Bükreş’teki “Taşnak Partisi”nin toplantısına, kendi imzasıyla sunduğu “Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok.” isimli raporda, Ermenilerin nasıl kullanıldığını bütün gerçekleri ile ortaya koyuyor ve şöyle diyordu (Civaoğlu, 2016):

“Türklere karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için savaştık bile. Artık hepimiz Türklerin düşmanı olan İtilaf devletlerinin kampındaydık. “Türkiye’den denizden denize Ermenistan” talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmi çağrılar yaptık. Nihayet var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık, Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki?

Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiçbir zaman devlet olamadık. Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. Aklımız dumanlanmıştı. Biz kendi isteklerimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin sözlerine büyük önem vererek, kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle, gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık. 1915 yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tâbi tutuldu. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktadır. Siyasal açıdan olgunlaşmamış ve dengesiz insanlara özgü bir şaşkınlık içinde, bir uçtan diğerine savrulmaktaydık. Rus hükümetine karşı dünkü inancımız ne denli körü körüne ve temelsizse, bugünkü suçlamalarımız da o denli körü körüne ve temelsizdir. Kaderden şikâyet etmek ve felaketlerimizin sebeplerini kendi dışımızda aramak acıklı bir durumdur. Bu bizim (hastalıklı) milli psikolojimizin karakteristik bir özelliğidir ve Taşnak Partisi de bundan kaçamamıştır. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”

Bu rapora ilişkin kitabın, çeşitli dillerde yayınlanan basımları, aydınlanmaları için Ermenilere öğretileceği yerde tam tersine her zaman olduğu gibi kütüphanelerden toplatılmış, Ermenistan’da ise yasaklanmıştır.

Ermenistan’ın yanlış politikaları kendini tüketiyor

Ermeniler bugün de kullanılmaya devam ediliyor. Barışı sağlamak adına Ermenistan’ın komşularına saldırmaktan artık vazgeçmesi lazım. Ancak Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin buna karşı koyacak bir gücü yok. Bugüne kadar Ermeniler sadece kışkırtıldı ancak ekonomik olarak bir şey yapılmadı. Bunun başlıca nedeni, Ermenistan’daki Ermenilerin Katolik veya Protestan mezhebinden olmamalarıdır.

Ermenistan yaklaşık olarak 2.9 milyon nüfusu olan bir ülke. Hatta 2 milyon olduğunu iddia edenler bile var. Ermenistan dışında Rusya, ABD ve Fransa en fazla Ermeni diasporasının yaşadığı ülkeler. Bunun dışında Gürcistan, İran, Almanya, Ukrayna, Lübnan, Brezilya ve Suriye’de de Ermeniler bulunuyor. Ülke dışında yaşayanların ekonomik ve sosyal durumları daha iyi ve o ülkelerin dış politikalarının oluşmasında zaman zaman etkililer.

Ermenistan’da ise bugün köylerin çoğu boşalmış ve harabeye dönmüş durumda. Sovyetler Birliği döneminde nüfus 3.5 milyon ve doğum oranı 2.1 idi. Doğum oranının artırılmasına yönelik yapılan teşviklere rağmen doğum oranı 1.57 (Azerbaycan 2.1). Nüfus gerek göçler gerekse düşük doğum oranı nedeniyle giderek azalıyor. Göçün ana nedeni yaşanan şiddetli ekonomik sıkıntılar (Harutyunyan, 2020).

Ülkede ekonomik durum çok kötü, yolsuzluğun önü alınamıyor. Ülkeyi korumak için başka bir güce ihtiyaç duyuluyor. Şimdilik bu Rusya. Böyle bir ortamda ülkeyi ayakta tutan en önemli güç ise gerek kendi içinden gerekse Ermenileri kullanmak isteyen güçler tarafından yaratılan Türk düşmanlığı. Ermenistan’da yaratılan travma o kadar büyük ki, kimse durup, neler olduğunu sağlıklı olarak değerlendirebilecek durumda değil. Zaten ortada her noktaya enjekte edilmiş “Türk Düşmanlığı” dışında da hiçbir şey yok ve bu durum Ermenileri felakete götürüyor. Yurt dışındaki Katolik ve Protestan diaspora ise ülkeye yardım etmekten ziyade, düşmanlığı körüklemek üzerine sürekli bir baskı oluşturmakta.

Sonuç

Bağlantı kurulduğu vakit olaylar da daha iyi anlaşılabiliyor. Fransa’nın, Haçlı seferlerinden başlayarak Kuzey Afrika, Akdeniz ve Osmanlı topraklarında gerçekleştirdiği, birbirine düşürme ve karıştırma çalışmalarının bugün de devam ettiği açıkça görülmektedir. Fransızlar, Balkanları bölmek ve buralarda nüfuzunu artırmak için de Katolik okul ve kiliselerini kullanmıştı. Gerek Balkanlar gerekse Anadolu’daki hedeflerine ulaşmak için, geçmişte Ruslarla işbirliği yapmaktan da çekinmemişti. Ancak 1892-1917 Fransız-Rus ittifakı her iki ülke için hüsranla sonuçlandı. Bugün de Fransa’nın yaptığı budur.

Fransızlar Ermenileri hem bölmüş hem de kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmemiştir. 1975 yılında Lübnan’da kurdurulup Türk diplomatlara karşı eylemler geliştiren ASALA terör örgütünün, Türkiye gibi bir NATO ülkesi olan Fransa’daki eylemleri dikkat çekicidir. Bütün bu faaliyetler için Fransa hiçbir zaman sorgulanmamış ve etkisi araştırılmamıştır.

Fransa, dünyada sömürge dönemi sona ermesine rağmen, Afrika başta olmak üzere eski sömürgeleri üzerindeki siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel etkisini hiç azaltmadı. Bugün de Sahel Bölgesi ve güneyinden başlayarak Kuzey Afrika ve Akdeniz’e, Balkanlar ve Suriye’den başlayarak Kafkaslara uzanan coğrafya’da etkinlik kurma çabasında.  Bu kapsamda; Libya’yı bölmek için saldırıları başlatan da Fransa’dır, orada BM tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükümetine karşı isyancı Hafter güçlerini destekleyen de. Hafter güçlerinde ele geçen Fransız silahları ve füzelerine Fransa henüz bir açıklama getirememiştir. Ancak aynı Fransa’nın, Libya’da Hafter güçlerini yenilgiye uğratan ve Libya’da akan kanı durmasına neden olan güçleri suçladığı görülmektedir. Fransa için, akan kanın durmasının değil, kendi çıkarlarının gerçekleşmesinin önemli olduğu açıkça görülmektedir.

2016 yılı ağustos ayında Hatay’da yakalanan, Arthium Aloyan isimli teröristin ifadeleri ise nelerin, nasıl ve kimler tarafından ve hangi bağlantılarla gerçekleştirildiğini anlamak açısından incelenmeye değerdir. Yakalanan terörist Fransız vatandaşıdır ve Ermeni asıllıdır. Terörist ifadesinde; Ermenistan Ezidilerinden olduğunu, 2012 yılında Müslüman olduğunu, Suriye de El Nusra adına savaştığını, Ermenice, Fransızca, Rusça, İngilizce, Arapça ve Kürtçe bildiğini beyan etmektedir. Teröristin üzerinde; haritaya işaretlenmiş saldırı planları, el yapımı patlayıcılar, kimyasal madde görüntüleri ve uzaktan kumanda için kullanılan elektronik devre şemaları da vardır ve bölgeyi karıştırmak için kurgulanan oyunlar için eğitimden geçirilmiştir.

Sonuç olarak, bugüne kadar Fransa’nın girdiği hiçbir noktada mutlu olan bir halk olmadı. Fransa’nın adaletsiz ve tutarsız uygulamaları ise insanlara acı vermeye devam ediyor. Fransız ihtilali; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik kavramını getireceğini iddia ediyordu. Ancak hiç de öyle olmadı. Böyle bir ortamda Fransız düşünür Tocqueville’nin, Fransa’yı “Çelişkilerle dolu ve ilkelerinden çok duygularıyla hareket eder. “şeklinde tanımlamasına katılmamak mümkün değil.  

 

 


 

Kaynaklar:

Ahmed Refik (1988), On İkinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı, İstanbul.

BOA, A. DEV, 310/99.

BOA, C. ADL, 59/3570.

BOA, YB.04, 4/75.

Civaoğlu, Güneri. (2016). Belgeyse işte “belge”, Milliyet, 25.4.2016. Ovanes Kaçaznuni, Kaynak Yayınları, 2005.

Fayiz Necîb İskender. (1983). Ermîniyye Beyne’l-Bızıntıyyîn ve’l-Etrâk es-Selâcika fi Musannefi Aristakeés de Lastivert: İskenderiye.

Frazee, Charles A. (2009), Katolikler ve Sultanlar, (çev.) Cemile Erdek: İstanbul.

Harutyunyan, Tsovinar, ( UNFPA Ermenistan Temsilci Yardımcısı), Ermenistan nüfusunu göç kemiriyor, Ağos Gazetesi, Alin Ozinian, 07.02.2020.

Kırdök, Oben. (22.11.2007). https://www.hurriyet.com.tr/gündem/batinin-bilinmeyen-katliamı, (Erişim Tarihi: 25 Temmuz 2007).

Laurent, J. (1919). L’Arménie Entre Byzance Et L’Islam: Paris.

Moltke, Von Helmuth. (1917). Briefe über Zustande und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835-1839: Berlin.

Tocqueville, De Alexis. (1998). The Old Regime and the Revolution, Ed. François Furet ve Françoise Méonio, Çev. Alan S. Kahan, The University of Chicago Press: Chicago.