Dünya üzerindeki büyüklüğüyle denizler ve okyanuslar tarih boyunca küresel ölçüde etki yaratma imkanına sahip olmuştur. Denizler ve okyanuslar stratejik rekabetin yaşandığı en önemli alanlardan birisi olma yanında; giderek artan dünya deniz ticareti, deniz altı fiber optik kabloların yoğunluğu, enerji kaynaklarının naklindeki ana alan olması ve barındırdığı doğal kaynaklar nedeniyle de önem kazanmaktadır.
Böyle bir ortamda denizler üzerindeki rekabetin giderek artacağı ve daha önceden olduğu gibi denizlerle, deniz yollarını kontrol edenlerin stratejik bir üstünlük sağlayacağı görülmektedir. Soğuk Savaş Dönemi sonrasında tesis edilen güvenlik mimarisinin barış ve istikrar getirmekten oldukça uzak olduğu anlaşılmıştır. Türkiye’nin dünya üzerindeki konumu dikkate alındığında ise çevresindeki denizlere açılamayan böylesi stratejik önemdeki bir ülkenin beka sorunu ile karşı karşıya kalacağı muhakkaktır.
Bir ülkenin deniz gücü dış politikasının dışa yansımasıdır.
Jeopolitik bir ülkenin coğrafi konumunun kaçınılmaz olarak o ülkenin dış politikasını belirlemesi olarak tanımlanır. Bir ülkenin deniz gücünü kullanım stratejisi ise o ülkenin dış politikasını da ortaya koyar. Dünyadaki en kritik geçitlerden olan; İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Cebelitarık Boğazı, Süveyş Kanalı ve Babülmendep Boğazının Türkiye’yi çevreleyen denizleri açık denizlere bağlaması sadece bu bölgeler açısından değil, bölgesel ve küresel güvenlik açısından da son derece önemlidir. Türkiye’yi çevreleyen yakın ve uzak boğaz ve denizlerde bölgesel ve küresel rekabet unsurlarının kontrol amaçlı çalışmalarını giderek daha fazla sürdürdüğü görülmekte olup, Türkiye’nin bu rekabet alanlarında hak ve menfaatlerini koruması ve bu deniz alanlarında barışa katkıda bulunması her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
Türkler binlerce yıllık bir denizcilik kültürüne sahiptir.
Akhunlar döneminde Hint Okyanusuna ulaşan Türkler, Selçuklular döneminde Karadeniz, Adalar Denizi ve Akdeniz’e ulaştı. Bundan sonraki dönemde Bizanslı denizciler vasıtasıyla binlerce yıllık bir Roma Denizcilik Kültürünü de bünyelerine katarak Osmanlı döneminde İslam Dünyası yanında dünya ticaret yollarının da güvenliğini sağlayan muazzam bir yapıya dönüştü.
1500’lü yıllarda zirveye ulaşan bu yapı, Portekizlilerce kutsal toprakların işgal edilmesini önlediği gibi, Kuzey Afrika’nın ele geçirilmesine yönelik İspanyol Haçlı Seferlerini de durdurdu. Anadolu’dan gelen Türk denizciler Cezayir, Tunus ve Libya gibi bölgelerde yerlilerle kaynaştılar ve “Kuloğlu” denilen ve sayıları milyonlara ulaşan ortak bir nesil oluşturarak bu bölgelerin gelişmesine ve savunulmasına önemli katkılarda bulundular. Türk Denizciliği Hint Okyanusu civarında bulunan Müslümanlara da önemli katkılar sağladı ve bir umut ışığı oldu. Sonraki yıllarda Osmanlı Deniz Gücü Batı’nın giderek gelişen teknolojisi karşısında gerilese de 19. yüzyıla kadar bulunduğu coğrafyalarda güvenliği sağlamaya devam etti.
Türk Deniz Gücü var oldukça amaçlarına ulaşamayacaklarını anlayan güçler Osmanlı Donanmasını yok etmeye karar verdiler.
Osmanlı Devleti Müslümanların olduğu kadar Hristiyan unsurlarının da bir devletiydi. Balkanlar dahil bazı bölgelerde Hristiyanlar çoğunluktaydı ve kışkırtmalara rağmen devletlerine sahip çıkıyorlardı. Böyle bir ortamda Müslüman ahaliye ulaşmak bir yana, Hristiyan ahaliyi dahi Osmanlı’dan koparmak mümkün değildi. Sömürmek istedikleri bölgeleri ele geçirmelerinin önündeki en önemli engel Osmanlı donanmasıydı. Bu nedenle Osmanlı Donanmasını yok etmeye karar verdiler. 1827 tarihinde savaş ilanı dahi yapılmadan hile ile Osmanlı-Mısır donanması İngiliz, Fransız ve Rus donanması tarafından Navarin önlerinde yakılması önemli bir dönüm noktasıydı. Bu olayın sonuçları Osmanlı’nın tükenişine kadar gider. Bu olay sonucu Osmanlılar, bir anda donanması olmayan bir deniz imparatorluğuna dönüşmüştür. Ne yazık ki bu yok edişten sonra Türk Donanması neredeyse 2000’li yıllara kadar 170 seneden fazla bir süre dengeleri yeniden sağlamakta güçlük çekmiştir.
Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesi yıkılışa giden yolu açmıştır.
Dikkatle incelenirse sonuçları bugüne uzanan birçok olayın temelinde Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesi vardır. Bu olaylardan bazıları şu şekilde ortaya konabilir:
- Yunanistan bu olaydan sonra bağımsızlığı kazanmış ve bugüne kadar dört kattan daha fazla büyümüştür. Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesinden sonraki dönemde oluşan boşluk büyük kaynaklar ayrılmasına rağmen uzun süre giderilememiştir. Osmanlının son dönemlerinde donanma oluşturma çalışmaları da sabote edilmiştir. Neticede bu boşluktan en fazla istifade edenler Yunanlılar olmuştur. Tek başına kalan Yunanlılar hiçbir savaşı kazanmamasına rağmen Türkler aleyhine sürekli olarak genişlemiştir. Yunanlılar, Türklerin Adalar Denizinde donanmasının bulunmamasından istifade ederek “Şeytan Vapuru” olarak isimlendirilen “Averof Zırhlısı” ile Adalar Denizinin kuzeyindeki; Bozcaada, Limni, Taşoz, Gökçeada, Semadirek, Midilli, Sakız ve Sisam adalarını işgal etmiştir. Tek bir gemi ile ele geçirdikleri bu adalar savaş sonunda Yunanlılara silahsız olmak kaydıyla hediye edilmiştir ve Türkiye bu haksızlığa müdahale edememiştir. Bugün uluslararası hukuka aykırı olarak silahlandırılan bu adalar Türkiye için bir tehdit oluşturmaktadır.
Nisan 2020 ayı sonlarında Greek City Times gazetesinde “Yunanistan’ın Osmanlı’nın yenildiği bağımsızlık savaşından bu yana Yunan donanması hiçbir savaşı kaybetmedi” yorumu da bu yanlış algıdan kaynaklanmaktadır. Gerçekten de bugüne kadar oluşan boşluğu değerlendiren Yunanlılar, her alanda Türkleri yok sayan politikalar geliştirmişler, Adalar Denizinin tamamını uluslararası hukuka aykırı olarak kendisine mal etmişler, Kıbrıslı Rumlarla birlikte kendi karasal büyüklüklerinin neredeyse iki katı bir münhasır ekonomik bölge talebi ile Türkiye’yi kara kıtasına hapsetmek istemişlerdir.
- Navarin’de Osmanlı Donanmasının yok edilmesinden sonra Ruslar 1829 yılından başlayarak Anadolu ve Rumeli topraklarına daha kolay gelmeye başlamıştır. Bu mücadeleler ise Osmanlıyı tüketmiştir.
- Fransızlar Cezayir’i işgal etmeleri ve Cezayirlilerin katliama maruz kalmaları da Osmanlı Donanmasının yok edilmesinin bir sonucudur.
- İngilizlerin 1839 yılında Aden’i ele geçirerek Arabistan yarımadasına çıkmaları, 1872 yılında Yemen’i işgal etmeleri, 1882 yılında Kahire’ye girerek Mısır’a fiilen yerleşmeleri ve 1878 yılında yardım vaadi ile Kıbrıs adasına el koymaları da Osmanlı Donanmasının yok edilmesinin sonrasındaki stratejik sonuçlardır.
- Yine 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgaline karşı Osmanlının yeterince karşı koyamaması da Osmanlı donanmasının olmamasındandır.
Özetle söylemek gerekirse, Osmanlı, donanması sayesinde yıllarca kutsal toprakları ve Müslümanların yaşadığı coğrafyayı canı ve kanı pahasına koruyarak kutsal bir görevi yerine getirmiş, ezilen mazlumların umudu olmuştur. Ancak Osmanlı Donanmasının Navarin’de yok edilmesi ve yerine yeterli bir donanmanın tekrar konulamaması nedeniyle güven içinde yaşayan bu coğrafyalar sonuçları bugüne kadar uzanan acılara maruz kalmıştır. Türk Deniz Gücünün bu bölgelere dönmesine karşı çıkılmasının altında yatan nedenin de bu olduğu değerlendirilmektedir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu güçlü bir donanmaya sahip olmasını gerektiriyor.
Türkiye, Bölgesel Güvenlik Ortamında küresel rekabetin yoğun olarak yaşandığı Afro-Avrasya Bölgesinin merkezinde, jeostratejik tesirlerden her şekilde etkilenen kritik bir coğrafyada yer almakta, aynı zamanda tarih boyunca deniz ulaştırmasının en önemli kavşaklarından birisi olan Doğu Akdeniz, Süveyş Kanalı üzerinden Hint Okyanusuna ulaşan mücavir Asya, Afrika ve Uzak Doğu ülkelerine uzanan deniz ulaştırma yollarının odak noktasında bulunmaktadır. Böylesine kritik bir coğrafyada yer alan bir devletin denizcilik gücünü geliştirememesi ve içine kapanması yok olmakla eş anlamlıdır.
Bütün jeopolitik, kültürel ve iktisadi teorilerin merkezinde yer alan bu coğrafya tarih boyunca medeniyetlerin oluştuğu, din ve kültür çatışmalarının yaşandığı bir alan olma yanında din ve kültür yakınlaşmalarının da en fazla olduğu bir bölge konumundadır. Geçmişte yüzyıllarca bu bölgeleri bir arada ve huzur içinde yaşatmayı başarmış olan Türkler, günümüzün karmaşık ve yıkıcı ortamını sona erdirecek ve bu bölgeleri tekrar huzur bölgesi yapabilecek bilgi birikimi ve tecrübeye sahiptir. Navarin sonrası bu bölgelerin yaşadığı acılar değerlendirildiğinde Türkler yer almadan bu coğrafyaların güven içinde olması da zaten mümkün görülmemektedir.
Türk Deniz Gücü giderek gelişiyor. Böyle bir yapının oluşturulmasının ardında şüphesiz taktir edilmesi gereken çok büyük bir çalışma ve alın teri var.
Jeopolitik dünya siyasetine ve stratejilere coğrafya temelinden bakar. Bu açıdan Türkiye ve çevresinde yer alan coğrafya, bugüne kadar öne sürülen önemli teorilerin tam merkezinde yer almaktadır. Deniz Hakimiyet teorisini ortaya atan Amiral Mahan, “Savaşları kendi sınırlarından uzak tutacaksın, çatışmaları yönlendirip yöneteceksin, dünya üretim ve ticaretini ve enerji kaynaklarını kontrol altında tutacaksın ve bu maksatla denizcilik gücünü sivil ve askeri unsurlarıyla kuvvetli hale getirip muhafaza edeceksin.” demişti.
Deniz kuvveti, bir ülkenin toplam denizcilik gücünün bir bölümüdür. Denizcilik gücü ülkenin denizlerle ilgili maddi ve manevi tüm varlık ve faaliyetlerinin toplam verimliliğini tanımlarken; deniz gücü denizci personel, deniz ticareti, limanlar ve tersaneler dâhil altyapısı ile deniz ticaret filosu ve bahriyenin toplamını; deniz kuvveti ise deniz stratejisinin uygulayıcısı olan deniz gücünün askerî bileşenini ifade etmektedir.
Donanmanın yetersizliği nedeniyle İtalyanlar tarafından Türkiye’ye terk edilen On İki Adaları bile alamayan Türkiye, 1963 yılında Kıbrıs adasında Türklere yapılan soykırıma bile müdahale edememişti. Bundan sonra Türkiye hurda M-47 tanklarının motorları kullanarak yaptığı çıkarma gemileri ile deniz aşırı bir harekât imkanına kavuşarak Kıbrıs’a müdahale edebilmişti. Bundan sonra yerlilik oranını sürekli olarak geliştiren Türk Donanmasının, 2010 yılından sonra bölgesel dengeleri yakaladığı ve sonra da giderek üstün duruma geçtiği görülmektedir. Böyle bir yapının oluşturulmasının ardında şüphesiz taktir edilmesi gereken çok büyük bir çalışma ve alın teri vardır.
Deniz kuvveti oluşturmak, yetenekli denizciler yetiştirmek ve bunu idame ettirmek çok zordur. Bölgesel bir deniz gücü statüsünden, küresel bir deniz gücü olma yolunda ilerleyen Türk Deniz Kuvvetleri kuvvet yapısını geliştirmekte ve modernizasyon projelerini sürdürmektedir. Türk Deniz Kuvvetlerinin Stratejisinin temel esasları ise savunma ve güvenlik durumu ile dış politika ve denizlerdeki hedeflere dayanan dinamik bir yapıdan oluşmaktadır.
Başlangıçta da ifade edildiği üzere deniz kuvvetlerinin kullanım şekli o ülkenin dış politikasını da ortaya koyar. Bu kapsamda Türk Deniz Kuvvetlerinin son dönemdeki faaliyetleri de bu politikanın yansımasına dair işaretleri taşımaktadır. Deniz Kuvvetleri uluslararası toplumun, muhasımın ve müttefiklerin karar verme mekanizmalarını ve davranışlarını doğrudan etkileme gücüne sahiptir. Bu noktada Türkiye’nin, geleceğin risklerle dolu kaotik ortamında sadece yakın çevresindeki denizlerde değil, açık deniz ve okyanuslarda her türlü ortamda görev yapabilecek ve caydırıcılık sağlayacak bir yapılanmaya; gemi dizayn, inşa ve yazılım yetenekleri de dahil olmak üzere milli imkanlarla gittiği görülmektedir. Bu kapsamda da Türk Deniz Kuvvetlerinin görev spektrumu çerçevesinde harekât çapı her geçen gün genişlerken; deniz kontrolü, güç intikali, deniz ulaştırma koruması, deniz güvenlik harekâtı ve deniz yetki alanlarının kontrolü yanında; bayrak gösterme, barışı destekleme harekatları, insani yardım harekâtı ve arama kurtarma harekâtı gibi harekatları da başarıyla yerine getirdiği görülmektedir.
Ortaya konulan yetenekler değerlendirildiğinde, geleceğin risk dolu kaotik güvenlik ortamında sadece ana vatan ve çevresindeki sularda değil, açık denizlerde de en düşük yoğunluktan en yüksek yoğunluğa ulaşabilecek ortamlarda caydırıcı olarak görev yapabilecek ve Türkiye ve müttefiklerinin deniz alakalı hak ve menfaatlerini koruyarak bu bölgelerde istikrarlı bir güvenlik kuşağı oluşturacak bir yapıya doğru güvenli bir şekilde gidildiği açıkça görülüyor. Türk Deniz Gücünün, sahip olduğu nitelikli insan gücü, milli yazılım yeteneği ve askeri gemi dizayn ve inşa etme yeteneği ile ana vatandan çok uzak bölgelerde ve okyanuslarda orta ölçekli küresel güç aktarımı yapabilecek yeteneklere sahip bir deniz kuvveti olma yolunda emin adımlarla ilerlediğini görmek memnuniyet verici.
Deniz kuvvetlerinin Türkiye’nin ilgi alanlarının uzandığı tüm coğrafyalara erişebilme yeteneğinin hızla geliştiği bu ortamda, sadece çevresindeki denizlerde değil, deniz ticaret yolları, enerji nakil hatları, kritik altyapıların güvenliği gibi görevleri; barış ortamından, kriz ve çatışma dönemlerine varıncaya kadar başarıyla yerine getirmesi dış politika hedeflerinin desteklenmesi açısından oldukça önemlidir. Bunun dışında çevre denizlerden başlayarak farklı atmosferik özelliklere sahip bölgelerde de o bölgeye uygun donanım ile destek üslerinin temin edilmesine yönelik faaliyetlerin sürdüğü görülüyor. Bu husus Türk gönül coğrafyasında 2010 yılı sonrasında artan sosyal, siyasal ve askeri gelişmelerin yol açtığı istikrarsız, kırılgan ve asimetrik risklerin bulunduğu alanlarda Türkiye’nin barış ve istikrara katkısı açısından da önemli kazanmaktadır.
Türk Donanmasına ait gemilerin 1866 yılından sonra ilk defa Afrika Kıtasını dolaşması önemli bir göstergedir.
1866 yılında iki Osmanlı gemisi Afrika Kıtasının batı sahilleri boyunca hareket ederek iki ay hava koşullarının uygun olmaması nedeniyle Güney Afrika’da kalmış, sonra da Afrika kıtasının doğu kıyıları boyunca hareket ederek Basra Limanı’na ulaşmıştı. Bu çerçevede 2010 yılında oluşturulan “Barbaros Türk Deniz Görev Grubu”nun benzer faaliyetleri icra etmesi önemlidir. Bu görev kuvveti, yaklaşık 150 yıl kadar sonra benzer şekilde Ümit Burnu’nu dolaşmıştır. 2011 yılında ve daha sonrasında tekrarlanan geziler esnasında Kızıldeniz, Aden Körfezi, Arap Denizi ve Hint Okyanusundaki birçok ülkenin ziyaret edilmesi; denizlerde sancak göstermek, Türk Dış Politikasını desteklemek ve bu bölgelerdeki ülkelerle ilişkileri geliştirmek açısından çok önemlidir. Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere ilgili bakanlıklar ve kuruluşlarla da koordine edilen bu faaliyetler esnasında, uzun süreli harekât kabiliyetleri sınanmış ve gidilen ülkelerde insani yardım ve eğitim faaliyetleri de icra edilmiştir.
Bu faaliyetler Türk Deniz Gücü’nün geldiği seviyeyi açıkça ortaya çıkarmıştır. Türk Deniz gücü, Afrika ve Hint Okyanuslarında artan deniz haydutluğu ile de mücadele etmiş ve gerilim potansiyelinin yüksek olduğu bölgelerde dünya deniz güvenliğine önemli katkılarda bulunmuştur. Türk Deniz Kuvvetlerine bağlı gemiler tarafından bu tür görevlerin gelecekte de yerine getirilmesi, denizlerde barışın sağlanması ve dünya deniz ticaretinin güven içinde yapılmasında önemli olacaktır.
2006 yılından beri sürdürülen Akdeniz Kalkanı Harekâtının uluslararası bir nitelik kazanması da bölgesel ve dünya barışı için önemlidir.
Diğer taraftan incelenmesi gereken hususlardan birisi de “Akdeniz Kalkanı” Harekatıdır. Bu harekât 01 Nisan 2006 tarihinden itibaren icra edilmektedir. Amacı Türk deniz yetki alanlarında uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerinin korunmasıdır. 2006 yılı aynı zamanda Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattının faaliyete geçme yılıdır ve Akdeniz Kalkanı Harekâtı Doğu Akdeniz’de uluslararası deniz ulaştırma hatlarının korunması ile enerji güvenliğinin sağlanmasında önemli bir görevi yerine getirmektedir. Buna ilave olarak uluslararası hukuka uygun olarak Akdeniz’de Türkiye adına faaliyet gösteren Araştırma Gemilerine koruma ve destek sağlanması, diğer ülkeler adına izinsiz araştırma faaliyetleri yapan araştırma gemilerinin ikaz edilmesi ve engellenmesi ile uluslararası organize suç faaliyetlerinin önlenmesi çalışmaları da bu kapsamda yerine getirilen önemli görevlerdendir.
Akdeniz Kalkanı harekâtı, Doğu Akdeniz’de güvenliğe katkıda bulunmak maksadıyla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından icra ediliyor. Aksaz, Mersin ve Gazi Magosa üslerinden hareket eden gemiler bölgesel istikrar ve barışa katkıda bulunuyor. Bu aynı zamanda bu bölgelerdeki üstünlüğün Türk tarafına geçtiğinin de göstergesi. Bu durumun özellikle Libya ile imzalanan Münhasır Ekonomik Bölgelerin Sınırlandırılması Anlaşmasından sonra daha bariz bir şekilde önem kazandığı görülüyor.
Bu açıdan 2006 yılından bugüne kadar Türkiye’nin milli imkanları ile yürüttüğü faaliyetlerin, bundan sonra uluslararası bir tatbikata dönüşeceğinin, 23 Nisan 2020 tarihinde açıklanması bir dönüm noktasıdır. İlk katılımcılar Pakistan ve Ürdün’dü. Daha sonra yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla bu ittifakın giderek genişleyeceği ve Azerbaycan, Gürcistan, Cezayir, Libya, Lübnan ve Tunus gibi ülkelerin de buna katılabilecekleri görülüyor. Bu ülkeler Akdeniz’e kıyısı olan veya Akdeniz üzerindeki ticaret, enerji, nakil hatlarını kullanan ülkeler ve görüşmeler iki yıldan fazla bir süredir devam ediyor. Bölgedeki güvensizlik ortamının birçok ülkeyi bu tür sağlam güvenlik ittifaklarına yönelttiği görülüyor. Katılımcı ülkeler şüphesiz ilerleyen dönemlerde bu ülkelerle de sınırlı kalmayacaktır.
Türk Deniz Gücünün bölgedeki faaliyetleri bugüne kadar sürdürülen adaletsiz uygulamalara son verecektir.
Türk Deniz Stratejisi, çevresinde barış ve güvenlikli alanlar oluşturmak ve dünya barışına katkıda bulunmak maksadıyla; “ana vatanda güvende, denizde güçlü ve dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak” şeklinde özetleniyor.
Türk Deniz Gücünün faaliyetlerinden en fazla rahatsız olan ve ortalığı ayağa kaldıranlar da Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları. Sebebi gayet basit. Navarin sonrası bölgedeki politikalar tek başına Atina merkezli olarak tesis ediliyordu. Yunanistan tek kalmış olmanın avantajı ile istediği gibi bölgeyi ve bölgedeki deniz alanlarını dizayn ediyordu. Bu paylaşımda ise gülünç bir şekilde Akdeniz’e en uzun kıyısı olan Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini Doğu Akdeniz’de tamamen yok saydığı gibi; Arnavutluk, Libya, Mısır, Lübnan ve İsrail gibi devletlerle yapmış olduğu anlaşmalarla bu ülkelere ait on binlerce kilometre kare deniz alanını kendi lehine gasp etmişti. Bütün bu ülkelerin halkları gerçek durumun farkına varmaya başladı. Bu nedenle Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını korumak için yaptığı anlaşmalar ve tatbikatlar Yunanlıları ve Kıbrıslı Rumlarını telaşlandırıyor. Artık şımarıkça ve her türlü uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak istedikleri gibi Türkiye izole edilemeyecekleri görülüyor. Şimdi adalet yerini bulacak, herkes kendi hakkını alacak.
Sonuç
Deniz gücünün kullanımı dış politikanın yansımasıdır. İçine kapanarak deniz ve okyanuslardan uzak kalmış bir Türkiye’nin beka sorunu yaşaması kaçınılmazdır. Türkiye’yi çevreleyen yakın ve uzak boğaz ve denizlerde ve okyanuslarda bölgesel ve küresel rekabet unsurlarının kontrol amaçlı çalışmalarını her zamankinden daha fazla sürdürdüğü görülmekte olup, Türkiye’nin bu rekabet alanlarında hak ve menfaatlerini koruması ve bu deniz alanlarında barışa katkıda bulunması tarihi sorumluluklarından dolayı her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
Türk deniz gücü, binlerce yıllık bir denizcilik kültürünün mirasçısı olarak son dönemlerde yerli imkanlar da kullanılarak süratle gelişmektedir. Bu noktada doğal olarak Türk Dış Politikasının giderek artan gücünün, deniz alanlarına da yansıdığı ve Türk Gönül Coğrafyasının güvenliğini sağlayacak şekilde Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna doğru harekât çapını artırdığı açıkça görülüyor. Türk donanmasının tek taraflı olarak yok edildiği Navarin Olayından uzun bir süre sonra, önceden var olduğu alanlara tekrar dönmesinin, bu alanda uzun süredir yaşanan adaletsiz uygulamaları sona erdireceği ve sadece bölgesel olarak değil, dünya çapında barış ortamına da önemli katkılar sağlayacağı değerlendirilmektedir.
Kaynaklar:
Agoston, Gabor. (2012). Osmanlı’da Strateji ve Askeri Güç, Çev. Fatih Çalışır, Timaş Yayınları, İstanbul.
Akad, Tanju Mehmet. (2005). Osmanlıların Stratejik Sorunları, Kastaş Yayınları, İstanbul.
Alpar, Güray. (2015). Uluslararası İlişkilerde Strateji ve Savaş Kültürünün Gelişimi, Pelit Yayınları, Konya.
Armağan, Mustafa. Aralık 2015, Derin Tarih.
https://www.dzkk.tsk.tr/data/icerik/392/DZKK_STRATEJI.pdf (Erişim Tarihi: 25 Nisan 2020).
İnegöllüoğlu, Metin. (1999). Asya Pasifik’te Türk İzleri, Manisa.
Lamartine de Alphonse. (2011). Osmanlı Tarihi, Çev. Serhat Bayram, Kapı Yayınları, İstanbul.
Murphey Rhoads. (2007). Osmanlı’da Ordu ve Savaş, Çev. M. Tanju Akad, Homer Kitapevi, İstanbul.
Parker, Geoffrey. (2014). Cambridge Savaş Tarihi, Çev. Füsun Tayanç, Tunç Tayanç, İş Bankası Yayınları, İstanbul.
Ponting, Clive. (2011). Clive Ponting, Dünya Tarihi, Çev. Eşref Bengi Özbilen, Alfa Yayınları, 1.Basım, İstanbul.
Rice, Talbot, Tamara. Bizans’ta Günlük Yaşam, Çev.Bilge Altınok, Özne Yayıncılık, İstanbul.
Roberts, J. M. (1996). Avrupa Tarihi, İnkılap Yayınları, Çev. Fethi Aytuna, İstanbul.