Orta Doğuda Bunalımdan Barış ve Huzura Giden Yol: Bakış Açısını Değiştirmek
Tarihi bilmeyenler onu yeniden yaşarmış! En iyi beş Roma İmparatorundan birisi olarak kabul edilen Hadrianus (MS 117-MS 138), bir zamanlar Suriye Valisi olarak da görev yapmıştı. İmparatorluk bölgesini gezen ve iyi tanıyan bir imparatordu. Hadrianus’un saltanatı sıkıntılı başlamış, şanlı bir şekilde devam etmiş ancak trajik bir sonla bitmişti. MS 2. Yüzyılda Roma, dört kez Mezopotamya’yı işgal etti ancak her seferinde başarısız olarak tekrar bırakmak zorunda kaldı. Hadrianus, Mezopotamya ve Suriye gibi bölgelerin uzak ve savunulmasının çok güç olduğunu anladığından, stratejik ve akıllıca bir kararla buralardan kuvvetlerini geri çekmişti. Bugün ise aynı bölgelere saplanan ABD, bu bölgelerden bir türlü çıkamıyor, çıkması da zor gibi. Büyük güçler böyle çöküyor.
Bakış açısı; Herhangi bir olay karşısında, sahip olunan dünya görüşü, ruh hali ve bulunulan yere göre algılama ve idrak etme biçimidir. Ancak bazen soruna yol açan da mevcut bakış açısıdır. Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, mevcut bakış açısının bölgeye barış ve huzur getirmenin çok uzağında olduğu açıkça görülüyor.
Kartacalı Hannibal (MÖ 283- MÖ 183), yeteneği bütün dünyaca bilinen tüm zamanların en büyük askeri dehalarından ve “Stratejinin Babası” olarak kabul edilen yetenekli bir komutandı. Roma’yı ele geçirmek için giderken “Ya yeni bir yol bulacağız ya da onu kendimiz yapacağız.” diyordu. Bu azimle Alp Dağlarını geçmeyi başardı, ardından MÖ 218 yılında Romalıları ardı ardına yenilgiye uğrattı. Ancak onu da yenen çıkacaktı: Romalı General Scipio. Hannibal, Scipio’nun ordusuna karşı ön safa filleri koyarak saldırdı ancak Scipio bekleneni yapmayarak, değişik bir bakış açısıyla fillere karşı bir direnç oluşturmadı. Sıraları kendiliğinden açarak onların aralarından geçmesini sağladı ve Hannibal’in ordusunu yenilgiye uğrattı.
Sorunların çözülemediği durumlarda bakış açısını tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Bakış açısını değiştirmek, dünyayı algılama alışkanlıklarını değiştirmek, aynı olayda farklı şeyler görebilmek, farklı seçeneklere açık olmaktır. Eğer mevcut bakış açısıyla olaylar kötüye gidiyorsa, belki de yapılması gereken bir an önce yeni bir anlayışa geçmektir. Bakış açısını değiştirmek, çözümsüz gibi görünen, kördüğüm olmuş sorunları ortadan kaldırabilir, yeni fırsatlar ve yeni umutlar getirebilir. Ortadoğu bölgesinde bakış açısını değiştirmek, makus talihi değiştirmek, bölgeyi karıştırmak isteyenleri üzmek, barışa ve refaha giden yolda birbirine karşı olmak değil, birlikte hareket etmektir.
Son 200 yıldır bilinçli yaratılan kaos ortamında, kan ve gözyaşına boğulan Ortadoğu ve çevresinde, her şeyi çıkarlar etrafında oluşturan uluslararası sistem, yeryüzünü ele geçirmek maksadıyla, insanı ve insancıl değerler yanında ilahi emirleri de bir tarafa bırakmıştı. Günümüzde ise Ortadoğu ve çevresinde yaşananlar değerlendirildiğinde, tutarsızlık, çelişkiler, hatalar ve kararsızlıklar yanında; kuruntular ve hissedilen korkular artık kendini iyice belli ediyor. İsrail ibadet edenlere, sivil halka ve çocuklara en ağır silahlarla saldırıyor, yakıp yıkıyor, öldürüyor. Bazılarına göre güce sahip olmak farklı anlaşılıyor, güce sahip olan her şeyi yapabileceğine inanıyor. Oysa güç, adalet ve gönülleri kazanmakla kazanılıyor. Dolayısıyla bu bölgede güç hiçbir şeyi çözmediği gibi, direnci daha da artırıyor. Gücü kullanan giderek tükeniyor. Böylesi bir ortamda, mevcut güç dengelerinde bir değişim yakın görünüyor. Yaratılmak istenilen kaos ve bunalım ise giderek yerini, artık geleceği iyice belli olan yeni dengelere bırakacak gibi gözüküyor.
19.yüzyılın başlarında Osmanlı-Mısır ortak Donanmasının Navarin’de yakılması ile Akdeniz ve civarında oluşturulan güç boşluğu, planlandığı şekilde sömürü coğrafyalarının adım adım ele geçirilmesine imkân sağlamıştı. Yine de bu coğrafyaların kolayca ele geçirilmesi ve dahası az bir kuvvetle elde tutulması için, yüzlerce yıl birlikte huzur içinde yaşamış halkların birbirine düşürülmesi de gerekiyordu. Bu maksatla bölgedeki bazı halklara ele geçirilmesi mümkün olmayan büyük hayaller vaat edildi, her şeyin daha iyi olacağı inancıyla ayaklandırıldı, komşularıyla aralarına kan davaları sokuldu, düşmanlık okul müfredatlarına eklenerek yeni nesiller zehirlendi, sonra da bunlar sık sık hatırlatılarak toplumlar geri dönülemez şekilde travmaya sokuldu. Böylelikle, bölge halkı birbirine düşürülmek suretiyle kontrol edilen ve kaynaklarına el konulan bir alan yaratıldı. Ancak ortada bir şey yok. Bu coğrafyalar o günden beri huzursuz. İşte bu nedenle günümüzde Ermenistan’da Ermeniler kendi kendilerini bitiriyor, Yunanlılar yaratılan sahte Türk korkusuyla ülkesini üslerle dolduruyor, halkı ekonomik sıkıntıdayken demode olduğu kesinleşen silah sistemlerine milyarlar yatırıyor, pahalı tatbikatlar yapıyor, on binlerce adayı çaresizce korumaya çalışıyor. İsrail ise hesapsız ve kontrolsüz bir şekilde bölgeyi tanzim ediyor, Filistinlilerin ve dinlerin kutsal değerlerine saldırarak ateşle oynuyor. Diğer taraftan İran, bölgeyi bölmek için bir maşa olarak kullanılmak isteniyor. Böyle bir kaos ortamında, mevcut resmin aldatıcı görünümünün arkasındaki olayları sezecek ve yeni bir bakış açısını yakalayacak filozof akıllara ihtiyaç var gibi.
Eski CIA mensubu Michael Scheuer 2005 yılında verdiği bir mülakat esnasında, “Bir çıkmazın içindeyiz, bir Sünni-Şii savaşı tam da ihtiyacımız olan şey.” demişti. Bazı ülkelerin bu bölgelere ilişkin planları olduğu zaten gizli değildi. Asıl ilginç olan, daha bu açıklamadan yıllar önce İran’dan destekleyici açıklamaların birbiri ardına gelmesiydi. Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, 2002 yılındaki Tahran Cuma Hutbesinde: “Eğer İran Ordusu olmasaydı, Amerikalılar Afgan bataklığında boğulur giderlerdi.” demişti. İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Abtahi ise 15 Ocak 2004 tarihinde: “Eğer İran olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay düşmezdi” şeklinde beyanat verdi. İranlı yöneticilerin birbiri ardına ABD’ye yardımcı olduklarını gururla beyan etmeleri bitmedi. Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi de 2019 yılında yayımlanan hatıralarında “Biz olmasaydık ne ABD ne de İngiltere Irak’ı işgal edebilirdi. Yolu biz açtık.” diyordu. Yine İran da Cumhurbaşkanlığı yapmış Ahmedinejad da “Biz Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesinde Amerikalılara yardım ettik” demişti.
İran, Ermenistan’ın Azerbaycan’ın Karabağ’daki topraklarını işgali karşısında da sessiz kalmıştı. Azerbaycan işgal altındaki topraklarını kurtarırken, İran’ın buna destek olmamasına tepki gösteren İranlı bir akademisyen şöyle diyordu: “İran, tarih ve coğrafyadan kopuk bir şekilde bir ırka hapsolmuş bakış açışına saplanma talihsizliğini yaşıyor. Cumhurbaşkanı Ruhani tüm İranlıların vicdanının temsil etmeli ve 519 yıl önce İran’ı kuran Azerbaycan halkının duygularını hissederek, Karabağ şehitleri için ağıtlar yakmalıydı. İran hakkaniyet gereği Azeri Türk vatandaşlarının yanında olmalı ve tarihi temellere dayanarak, Dağlık Karabağ’ın Bakü’ye ait olduğu konusunu desteklemelidir.”
İran’lı yöneticilerin tarihi, dini ve kültürel gerçekleri bir tarafa bırakarak, bölge dışındaki güçlerin planlanmış oyunlarının bir parçası haline gelmesi bu ülkeye bir şey kazandırmadığı gibi giderek her şeyi İran için daha da kötü hale getirdiği görülüyor. Aynı husus Ortadoğu ve çevresinde; Yunanistan, Ermenistan gibi birçok ülke için de geçerli. Kendi gerçeklerine göre değil de yaratılan bir travma ile başkalarının planlarının bir parçası olan bazı devletler, Psikiyatrist Gustav Jung’un araştırmalarında vurguladığı gibi kendi rüyalarını bile göremez hale geliyor.
Bu devletlerin yöneticilerinin, “bunca yıl sonra elimizde ne var” diye sormaları ve “Pirus Zaferi” kavramını hatırlamaları gerekiyor. Her iki dünya savaşında da galipler arasında yer almasına rağmen İngilizler, süper güç olma konumlarını kaybetmişti. Yale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Tarihi Profesörü, Paul Kennedy bu galibiyetleri “kazandığını sanırken kaybedenler” anlamında, “Pirus Zaferi” olarak niteler. Bu bölge üzerinde yıllardır oyun oynayanlar kaybediyor.
Pirus (MÖ 318-MÖ 272), İskender’in ölümünden sonra, bugünkü Yunanistan’ın Mora Yarımadası kuzeyindeki Epir Bölgesinde (Günümüzde Arnavutlukların çoğunlukta olduğu) bir krallık kurmuştu. MÖ 280 yılında Roma’ya saldırdı ve kazandı. Ancak kendisinin kayıpları da çok fazlaydı. Zaferini kutlamaya gelenlere şöyle demişti: Böyle bir zafer daha kazanırsak biteriz.
Artık bu bölgelerin gerçek sahiplerinin kendi hikayesini yazma zamanı. Paradigma, değerler dizisi ve genel anlamı ile “dünya bakışı” anlamına gelir. Ortadoğu ve civarında kısa vadede bir paradigma değişimi yaşatacak entelektüel bir birikimin olup olmadığı zamanla anlaşılacak. Ancak görünürde değişime yönelik kuvvetli emareler var.
Bazı güçleri anlamlandırmada sıkıntı çekerken, acaba bazıları bu güçlerin kendilerini sınırlı bir süre desteklemesinin, bir oyun olduğunu anladılar mı? Bunu şimdilik bilmiyoruz, ancak eski İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın, daha önceki açıklamalarının tersine, “İran, Türkiye ve Suudi Arabistan birlik içinde hareket ederse bölgenin çehresi değişir. Bu üç ülke arasında ortak paydalar, ihtilaflı oldukları konulardan onlarca kat daha fazladır. Bölge halkları ve ülkeleri dost olabilirse, dünya barışına hizmet edecek büyük bir güç ortaya çıkar” şeklindeki açıklaması, eğer samimiyet taşıyorsa, geç kalmasına rağmen bir paradigma ve bakış açısı değişikliğine işaret ediyor. Türkiye ve Mısır arasında yeniden başlayan ilişkiler ise bu bölgeyi birbirine düşürerek yönetmeye devam edenleri rahatsız ediyor. Şimdi şüphesiz bundan sonra kısa vadede, Ortadoğu’da böyle bir işbirliği ortamının oluşmasını önleme çalışmalarını göreceğiz. Her yönden ve güçleri yettiğince huzur ortamını ve kardeşlerin buluşmasını engellemeye çalışacaklar. Ancak, bu çabalar sonuçsuz kalacağı gibi, Ortadoğu’nun on binlerce yıllık kadim geleneği içinden yetişmiş bilge insanları, bu zorlukların üstesinden gelmeyi başaracaklardır. Bu anlamda bölgenin kültürel derinliğinin bulunduğuna şüphe yoktur.
Yaşanan acıların ortasında, artık değişim ve Ortadoğu ve çevresine barışı getirme zamanı. Bu anlayış, er ya da geç belirtilen ülkeler yanında, Yunanistan ve Ermenistan benzeri diğer ülkelerde de kabul görecek, bazıları ise belki biraz üzülecek. Kısacası, bakış açımızı biraz değiştirebilsek, kim bilir ne güzellikler gelecek başımıza.