Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Sahte Değerler Üzerinde Oluşturulan Sistemlerin Çöküşü ve Batı’nın Çaresizliği

Güray ALPAR
31 Ağustos 2022 11:14
A-
A+

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Cezayir ziyareti esnasında yaptığı açıklamalar herkesi şaşırtırken, bu çaresizlik aslında yanlış değerler üzerine kurulan sistemlerin de çöküşüne işaret ediyordu.

Günümüz dünyasını ve hareketliliği açıklamakta salt siyasal arayışların yetersiz kaldığı bir gerçek (Touraine, 2007:30). Bu noktada belki de bazıları tarafından unutulan birtakım kavramların tekrar hatırlanması gerekiyor.

Sözlük anlamı ile “Değer”; bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, değdiği karşılık olarak tanımlanabilir. Ulusal alanda ise o ülkenin sahip olduğu sosyal, kültürel ve bilimsel değerleri kapsayan maddi ve manevi öğelerin bütünü olarak açıklanabilir (TDK Sözlüğü). Nasıl ki, kişinin doğru değerleri benimsemesi ve içselleştirerek gerçek hayatta samimi olarak uygulaması, o kişiye huzurlu bir yaşam sağlamada yardımcı oluyorsa, aynı husus devletler için de geçerlidir.

 

 

1793 yılında Fransa’da Condorcet, “Esquisse d'un Tableau Historique des Progres, de l'Esprit Humain” isimli eserinde, insan ırkını kusursuzluğa eriştirecek olan, içinde hiçbir sınırlamanın olmadığı, akıl ve mutluluk dönemini başlatacak sözde bir inancın temelini atmıştı. Bazılarına göre bu sınıfsız eşitlik, kardeşlik ve akılcılık toplumu, yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktı. Ama yaratılan ve içinde insan yanında adaletin de olmadığı bencil, yüzeysel değerler daha başlangıçtan itibaren söylemsel düzeyin ötesine geçemedi. İlerlemenin siyasal, ekonomik, toplumsal ve en önemlisi kültür alanında aynı anda yapılması gerekiyordu. Oysa Batıdaki çoğu düşün insanı, kültürel alanı ve değerleri küçümsedi ve son derece yüzeysel değerlendirmelerle ele alarak, ekonomik ilerlemeyi medeniyet olarak tanımlayıp geçti.

Oysa binlerce yıllık bilgeliği küçümseyerek, basit bir düşünce yapılandırması ile bütün kontrolü elde tutmak mümkün değildi. Öyle de oldu. Değerleri içselleştiremeyenler bir anda sınır tanımaz sahiplenme duyguları ile “ezen” konumuna geldiler ve daha fazlasına sahip olma hırsı ile değerlerini de kâğıt üzerinde bıraktılar. Ezdikleri insanların “insanlaşması ve istekleri” yıkıcılık olarak yorumlanırken, yüce alçak gönüllülükleri de sahteleşti. Öteki olarak gördükleri, daha fazlasına sahip değilse, bu onların beceriksiz ve tembel olmalarındandı ve istekleri kendi cömertliklerine karşı bir nankörlüktü (Freire, 2018: 43,44).

Özgür insan anlayışı, “zengin olan insandı”, ancak maddi zenginliğin ötesinde “insani zenginliğin” tanımı unutulmuştu. Oluşturulan mekanizmalar gereği toplumlar ikiye ayrılıyordu: Koşullananlar ve koşullayanlar. Kölelik bile sevilir hale gelmiş,  bu yüzden de özgürlük, çoğu zaman “köleleşme özgürlüğüne” dönüşmüştü. Topluma çıkarlar doğrultusunda, “doğrular” dikte ediliyor ve toplum kendisine ne söylendiyse onu doğru kabul ediyordu. Böyle bir ortamda siyah ve beyaz karışmış gibiydi ve kimse doğruyu bulmak için zahmete girmiyordu. Toplumlar böylesi bir örtü altında hastalıklı hale gelmişti. Adaletin ve değerler terazisinin olmadığı süreçte denge şaşmıştı. Oysa milyonlarca insanın aynı kötülükleri paylaşması ve kabul etmesi o kötülüğü erdeme çevirmeye yetmiyordu. Bu ortamda doğruları kim görecek, çöküşü kim anlayacaktı?

Normal dışı olan, toplumun koyduğu normlara uymayandı. Toplum tamamen hastalıklı olduğunda, anormal olan da normal hale geliyordu. Diğer önemli bir sorun ise yabancılaşmaydı.  Yabancılaşan insan suçluluk duygusu içinde mutsuzdu. Sürekli kazanmaya çalışıyor, eğlenceye kendini kaptırarak ve tüketerek mutsuzluğunu bastırmaya çalışıyordu. Huzursuzdu. İnancını ve vicdanını kaybetmişti. Bu şaşkınlıkla da kendisine bir çözüm ve öneri sunan her kimse, düşünmeden onun peşinden gitmeye hazırdı.

Modern dünyanın zaten bir kriz geçirdiği ve az ya da çok bir dönüşümün yakın olduğu söyleniyordu (Guenon, 2005: 30). Ancak son dönemde birbiri ardına yaşanan olaylar bunu daha da hızlandırmış gözüküyordu. Pandemi sonrası ortaya çıkan sorunlar daha çözülmeden, Ukrayna krizi ve iklim değişikliğine bağlı sorunlar da bir araya gelince, robotlaşmış bir şekilde insani değerlerini unutmuş toplumlarda, sorunlar da birbiri ardına gelmeye başladı. Böylesi bir sahte dünyada kendisi olmayı bırakıp, mutluluğu tüketmekle eş anlamlı hale getiren sistemlerin şaşkınlığa uğramasını normal karşılamak lazım. Oysa bunca şey arasında seçim değerlerin yol göstericiliğinde, insanı merkeze almak ve adalet prensibinden şaşmamak olmalıydı.

Değerler sözde modernleşme ile erozyona uğramaya başlamıştı. 1872 yılında Burckhardt bir arkadaşına yazdığı mektupta “İnsanlar artık ilkelere inanmıyorlar” demişti (Kaplan, 1935). Thoreau ise 1861 yılında “İlkesiz Yaşam” isimli yazısında (Bode, 1947: 631-655) sadece üretim üzerine odaklanan yaşamın anlamsızlığını: Hiç huzur yok. Ne sınırsız bir telaş! diyerek “yaşamı geçirme biçimine” eleştiri getiriyordu. Mayo ise, “Kişinin yaşamında bütünleştirici bir toplumsal arka plan yok ise kişi yaptığı işe değer bile biçemez ”diyordu (Mayo, 1933: 125-133).

Bu değerleri olmayan sahte uygarlık, bir anlamda insanın kendi eliyle yarattığı bunalımların bir toplamıydı. Tawney, “Mala Düşkün Toplum” isimli kitabında insanların artık kendilerine hizmet edecek nesnelere tapmaya başlamasından şikâyet ediyor ve nesneleri yüceltmenin adeta bir zehir olduğundan bahisle, insanlar bunların peşinden giderken “gerçekten biriktirmek zorunda oldukları değerleri kaçırdıklarına” vurgu yapıyordu.  Bu yüzden en zengin ve refah ülkeler aslında sıkıntıların da en fazla olduğu ülkeler haline gelmişti.

Her şeyin çıkar ve kar etme üzerine kurulduğu düzen dünyayı da bencilleştirmiş, ekonomik kavramlar yanında birçok kavram da artık sorgulanır hale gelmişti. Böyle bir ortamda adalet, merhamet, vicdan, alçak gönüllülük ve yardımlaşma gibi kavramları daha çok gündeme getirmek gerekiyordu (Alpar, 2020: 303).

Diğer taraftan bazıları “Güç” tanımını yanlış yapmıştı. Daha doğrusu, gücün ne olduğu tam olarak anlaşılamamıştı. Güç ile bir noktaya kadar insanlar kontrol edilebiliyor ve sömürülüyordu. Ancak yoğun güç kullanımına rağmen bir an geliyor ki, bu insanlık dışı tutumlara karşı oluşan tepkiler engellenemiyor. Bu ise yaratılan adaletsiz düzenin sonunu getiriyor (Fromm, 1990: 31). Tıpkı günümüzde yaşanılan sistemsel sıkışma ve çaresizlikte olduğu gibi.

Bu gerçeği anlayabilmek ise dünyaya sadece kendi görmek istediği gibi bakmayı bırakıp daha derin bir bakış açısına sahip olmayı gerektiriyor. Yoksa Fransa Cumhurbaşkanı Macron gibi, 500 yıllık kara bir geçmişin ardından, kendi kararlarıyla yarattığı enerji krizine çözüm bulmak için gittiği Cezayir’de özür dilemek yerine  “Türkiye, Rusya ve Çin'de, Fransa düşmanlığı yapan ağlar var.” gibi anlamsız sözler söyleyebilirsiniz. Sanırız bu örnek üzerinden daha önce bahsettiğimiz büyük sıkışma ve çaresizliği açıkça görmek mümkün.

Siyaset Felsefecisi Leo Strauss (1899-1974), modern felsefenin değerlerden bağımsız bir anlayışla, anlamını yitirdiğinden bahsetmişti (Beşer, 2017: 92,93). Aynı anlamsızlığın bügün devam ettiğini görmek bizleri şaşırtmıyor. Macron “neyin kafasını yaşıyor” bilinmez ama herkes biliyor ki, Fransa 1524 yılında başlattığı sömürgecilik faaliyeti ile Afrika’nın neredeyse %40’ına yakınında ve 20’den fazla ülkede faaliyette bulundu. Bu ülkeler köle ticaretinde kullanıldı, insan hakları ihlalleri  ve katliamlar yapıldı veya yapılmasına göz yumuldu. Fransa’nın ayak basıp da huzur getirdiği bir bölge daha görülmedi. 

1500’lü yıllarda başlattığı sömürgecilik faaliyetleri ile 2. Dünya Savaşı öncesinde 13,5 milyon kilometrekarelik bir büyüklüğe ulaşan Fransa, hala eskisi gibi bir imparatorluk oluşturma hevesinde görünüyor. Fransa Afrika’da kendisine bağlı olarak gördüğü eski sömürgeleri üzerinde siyasi, kültürel ve ekonomik olarak kontrolünü devam ettirmeye çalışıyor.  Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bağımsızlık mücadelesine girişen ülkelerde bu ayaklanmalar şiddetle bastırıldı ve 2 milyondan fazla Afrikalı hayatını kaybetti. Cezayirde sivillerin üzerine uçaklarla ateş açan da Fransaydı. Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda 1 milyon Cezayirli hayatını kaybetti. Ruanda (800 binden fazla Ruandalı katledildi) başta olmak üzere katliamlardaki rolü nedeniyle yine Fransa sorumlu tutuluyor. Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın, Le Figaro gazetesine 1998'de verdiği mülakatta, "O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil." ifadesini kullanması ise gerçekten utanılacak bir ifade olarak tarihe geçmiş durumda. CFA (Fransız Sömürge Frangı olarak isimlendiriliyor) kullanmak zorunda tutulan fakir Afrika ülkeleri, döviz rezervlerinin önemli bir kısmını Fransız hazinesinde tutmak zorunda kalıyor ve bu ülkelerde önemli ihaleleri Fransa alıyor. Bu ülkelerin kaynakları da  ülke vatandaşlarından ziyade Fransa tarafından kullanılıyor.  Diğer taraftan  Fransa, uzun süredir kendi ülkesinde karışıklıklar yaşıyor ve halk yaşamından memnun değil. Hayat standartları düşüyor. Macron ise çaresizlik içinde 500 yıldır yapılanları bir tarafa bırakıp aciz bir şekilde kara tarihine bir yerlerde sorumlu aramaya çalışıyor.

Macron suçlamalarını bu gerçekleri bilmediği için mi yoksa suçluluğu bastırma güdüsüyle mi söyledi bilinmez ama birileri Macron’a doğruları hatırlatmalı. Ortada bir sorun var ve öncelikle bu sorunun doğru teşhis edilmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda kişi ve toplumun, kendinin farkına varması. Sorulması gereken şu olmalıydı: Uyumsuz olan ne? Değerlerimizde, yaşama biçimimizde ve önemsediğimiz amaçlarımızda temelde yanlış olan bir şey mi var? Ancak bu anlaşıldıktan sonra değer ve ilkeler dizgesi doğruları ile değiştirilebilir. Bu ise yüzeysellikten ziyade derinliği gerektirir. Yoksa yıkılana kadar suçlu aramaya devam edilir.

Kaynakça:  

Alpar, G. (2020). Türkiye’nin Güvenliğini Anlamak, Nobel Yayınları: Ankara.

Başer, Sertan Ali. (2017). Leo Strauss’un Modern Felsefe Eleştirisi ve Klasik Felsefeye Dönüşü, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 7, Sayı 13, 13 Ocak 2017, s.92-109.

Bode, Cari. (1947). The Portuble Thoreau, Viking Press: Newyork. Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

Freire, Paulo. (2018). Ezilenlerin Pedagojisi, Çev.

Fromm, Eric. (1990).  Sağlıklı Toplum (The Sane Society), Çev. Zeynep Tanrısever ve Yurdanur Salman, Payel Yayınları: İstanbul.

Guenon, Rene. (2005). Modern Dünyanın Bunalımı, Çev. Mahmut Kanık, Hece Yayınları: Ankara.

Kaplan, F. (1935). J.  Burkhardt’ın Mektupları, Leipzig.

Mayo, E. (1933). The Human Problems of an Industrial civilization, The Macmillan Company: New York.

Tawney, R. H. (1920). “The Acquisitive Society (Mala Düşkün Toplum), Harcourt, Brace and Company: New York.

Touraine, Alain. (2007). Bugünün Dünyasını Anlamak için Yeni bir Paradigma, Çev. Olcay Kunal, YKY: İstanbul.

TDK Sözlük. https://www.tdk.gov.tr/.