Terör, bir toplumu yıldırmaya ve korku salmaya yönelik eylemler olarak tanımlanıyor. 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen ABD’ne yönelik gerçekleştirilen terör olayının üzerinden 19 yıl geçti. Kaçırılan 4 yolcu uçağının hedefi, Amerikan finans sisteminin merkezi New York ikiz kuleleri ile ABD Savunma bakanlığı (Pentagon) olmuştu. Saldırı açıkça askeri ve ekonomik merkezlerin sembollerine yöneltilmişti.
Saldırı sonrası ortaya birçok teori ve fikir ortaya atıldı. Konu yıllarca tartışıldı. Yaklaşık 3000 kişinin hayatını kaybettiği bu saldırı Afganistan ve Irak başta olmak üzere birçok operasyon için bahane olarak kullanıldı, yaşam tarzları etkilendi ve her şeyden önce dünya üzerinde İslamofobi arttı.
11 Eylül sonrası saldırıların hedefi de İslam coğrafyası oldu. Bu dönemin en önemli kavramları; “terörle mücadele”, “yeni dünya düzeni”, “ulusal güvenlik”, “yeniden inşa” gibi kavramlardı. Güvenlik algısı ve stratejileri değişmişti. Diğer yandan bilerek kullanılmaya başlanılan “İslamcı terör” ve “Radikal İslam” gibi kavramlar ise bir dini tümü ile terörle özdeşleştirir hale getiriyordu. Oysa her dinden ve inançtan terör olayını yaratanlar çıkıyordu ve ne yazık ki bu terimler sadece bir din için kullanılarak insanlarda algı oluşturuluyordu. Oysa bir ülkenin bir dine karşı savaş açmasının başarılı olamayacağı baştan belliydi ve ABD’ne birileri bu hatayı yaptırıyordu.
ABD’nin bu coğrafyaya yönelik başlattığı askeri harekatlar nedeniyle; Afganistan, Irak ve Suriye gibi ülkeler yerle bir oldu. Milyonlarca insan hayatını kaybetti veya yaralandı. Amerikan Brown Üniversitesi tarafından hazırlanan “Savaşın Bedeli” isimli raporda 11 Eylül sonrası başlatılan savaşlarda Afganistan, Irak, Suriye, Pakistan, Yemen, Somali, Filipinler, Libya gibi ülkelerde evlerinden edilen insan sayısının 59 milyona kadar çıktığı vurgulandı. Bu sayıya ABD ve Batılı müttefiklerinin kısıtlı katılım gösterdiği; Burkina Faso, Kamerun, Orta Afrika, Çad, Kongo, Mali ve Nijer gibi ülkelerde yerlerinden edilenler dahil değil.
Soğuk Savaş Döneminin ardından ABD, tartışmasız “Yeni Dünya Düzeni” olarak isimlendirilen yeni dönemin lideri olarak gösteriliyordu. Güç; sosyal bilimlerin temel kavramlarından birisi ve “güce sahip olmak” hep arzu ediliyor. Gücün uygun şekilde kullanımı ise başlı başına bir sorun. Çünkü “güç” kullanılması durumunda “güç olmaktan çıkıyor” ve kullanana da zarar veriyor. Gücün denetlenebilir olmaktan çıkması ise güç zehirlenmesi olarak tanımlanıyor.
Diğer taraftan bir harekât öncesi hedefin çok dikkatli seçilmesi gerekiyordu. Saldırıyı yapan teröristler hedef olarak seçilmek yerine, fark gözetilmeden teröristlerin bulunduğu iddia edilen ülkelerdeki tüm halkın ve bütünüyle bir dinin hedef olarak belirlenmesi en büyük hataydı. Bu nedenle de sivil halka yönelik yapılan her saldırının arkasından ABD’ne yönelik karşı konulmayacak ölçüde çığ gibi bir nefret dalgasını büyütüp gitti. Artık, ailesi saldırıya maruz kalmış her çocuğun veya evlerinden edilerek zorlu yaşam şartlarını yaşamaya mahkûm edilmiş her göçmenin, Amerikalılara karşı iyi niyetli olmasını beklemek pek mümkün değil. ABD’nin savaşa girdiği bu coğrafyaları gezmiş olan bir Amerikalı bir gazeteci şöyle demişti: “Bize küçükken Amerikalıların her yere özgürlük dağıttığını söylemişlerdi. Buna dayanarak, nereye gidersem gideyim Amerikalılara sempatiyle bakıldığı yönünde bende bir algı oluşmuştu. Ancak gittiğim yerlerde bizlerden nefret edildiğini görünce şaşkınlığa uğradım.” Hiçbir ülkenin veya vatandaşlarının düşmek istemeyeceği böyle bir duruma maalesef ABD düştü, daha doğrusu düşürüldü.
11 Eylül saldırılarından bugüne kadar ABD’nin 7 trilyon dolardan daha fazla harcama yaptığı hesaplanıyor. Oysa ABD Başkanı Donald Trump, Irak’a inerken uçağının ışıklarının kapatılması karşısında “7 trilyon dolar harcadık ve inerken ışıklarımızı kapatmak zorundayız. Bu çok kötü.” diyerek çabaların boşa gittiğini en üst seviyede itiraf etti. Bugün bu bölgelere yönelik yapılan çalışmaların hiçbir işe yaramadığı açıkça görülmektedir. Bu nedenle ABD Başkanı Trump, Afganistan ve Irak işgallerinin büyük bir hata olduğunu kabul ediyor ve buralardaki Amerikalı askerleri geri çekeceğini ilan ediyor. ABD binlerce kayıp verdikten sonra Afganistan’dan kurtulmak için Taliban ile anlaşıyor, Irak’taki askerlerini azaltıyor. Son olarak bu ay Irak’taki Amerikan asker sayısının 5 binden 3 bine indirileceği açıklandı.
Bu haliyle ABD’nin, Soğuk Savaş Sonrası 30 yıllık dönemi boşuna harcadığı ve başlangıç durumuna döndüğü görülüyor. Oysa aynı dönemde Rusya ve Çin’in daha akılcı politika ve uygulamalarla, askeri ve ekonomik alanda ABD ile aralarındaki mesafeyi hızla kapattığı açıkça görülüyor. ABD ve NATO’nun hayali düşmanlarla güç kaybettiği bir dönemde, Çin ve Rusya kendisini toparladı. Bu toparlanma yapılan tatbikatlarda açıkça kendisini gösteriyor. ABD Deniz Enstitüsünde bir makale yazan Amiral Michael McDevith, “ABD hala dünyanın en güçlü donanma gücü olduğuna inanıyor ancak Çin hızla Amerika’ya yetişiyor. 2030 yılında Çin donanması dünyanın en güçlü donanması olacak.” değerlendirmesinde bulunuyor. Üst düzey bazı ABD yetkililerin de bunu sözlü olarak defalarca ifade etmelerine rağmen, uygulamada tedbir alınmadığı görülüyor. ABD, Ortadoğu’da içine sokulduğu bataklıktan bir türlü kendisini kurtaramıyor. Kurtarması da mümkün gözükmüyor.
Güç kullanılınca güç olmaktan çıkıyor. ABD, her iki dünya savaşına da Avrupalılar birbirini yıprattıktan sonra dahil olmuş ve başarılı olarak dünya liderliğini eline geçirmişti. ABD yetkililerinin hangi durumda olduklarını anlamaları için 1914 yılında Alman saldırıları başladıktan sonra söyledikleri sözü hatırlamaları yeter: Taraf tutmuyoruz. Devletler savaşa girdikleri vakit bu savaşı çıkaran ve altında dolaşan herkes ezilmeye mahkumdur.”