Antropolojinin konusu insan ve onun kültür kodlarıdır. Kültür kodlarını çözünce de doğal olarak insanı anlamak kolaylaşıyor. İnsanın nasıl değiştiği de Antropolojinin konularından birisi. Ancak ne yazık ki, bu çözümlemelerin her zaman iyi amaçlarla kullanıldığını söylemek mümkün değil. Geçmişte bu bilgilerin sömürgeci amaçlarla kullanıldığı olmuştu. Günümüzde ise yeni ortamlara uyum sağlayarak, kendine başka kullanım alanları bulduğuna şahit oluyoruz.
Günümüz ortamında, eskiden herkes tarafından kolayca anlaşılan gerçekler giderek daha güç anlaşılır hale geliyor. Bunun belki de bilinçli olarak böyle olması arzu ediliyor. Böyle bir ortamda yolumuzu bulabilmek, ancak bize gösterilen resimlerin aldatıcı görünümlerinin arka planını görmekle mümkün olabilir.
Bizanslı tarihçi Procopius, yazdığı bir mektupta; yeniliklerden korktuğundan ve yaşanan hızlı değişim sürecinde güvenliği sağlamanın zorluğundan söz ediyordu. İnsanlık var olduğundan beri bir değişim içinde olsa da, sözü edilen asıl değişimler şimdi başlamış görünüyor. Bu değişim beklenenden önce geldi. İnsanlar kaçınılmaz olarak gelecekleri ile daha erkenden yüz yüze geldiler ve ayak uyduramayanlar silinip gidiyor.
İstediği her şeye ve her istediğine ulaşmanın ötesinde, insanlığın üzerinde bir tuhaflık olduğu kesin. Belirsizlik içinde geçmişten bir kopuş olduğu da kesin. Böylesi bir ortamda insan, eğer sağlam değerlere sahip değilse, kendini de kaybediyor. Bilgi denetiminin kaybedildiği, doğruyla yanlışın kaybolduğu bir değişim ortamında, saat başı yeni sahte dünyalar kurulurken, daha önce kurulanlar hızla yok oluyor. İnsan yaşadığı dünyadan umudunu kestiğinde ise kendinden vazgeçerek, kendini kaybolduğu tanınmadık yabancı ve yalancı ortamlar içinde bulmaya çalışıyor. Hint öğretilerine göre insanlık tarihindeki dört çağdan “Karanlık Çağ” denilen dönemin içerisindeyiz. Yeni bir kültürel uyanışın sabahında, bakış açımızı biraz daha derinleştirmeye ihtiyacımız var gibi görünüyor.
Algı yönetimi “samimiyet” üzerine kuruludur ve samimi olmayan algı yönetimlerinin uzun süre başarılı olması mümkün değildir. Bunun en güzel örneği, Batının kurguladığı “tüketerek mutlu olacağına inandırma” üzerine kurulu algı yönetiminin çöküşünde görülebilir. Bu sistemde insanların analiz edilerek, elde edilen bulguların belirli bir kesimin yararına kullanıldığı bilinmektedir. X, Y ve Z nesilleri olarak gruplandırılan, hatta geleceğe yönelik Alfa, Beta gibi isimlendirilen nesillere yönelik pazar ve tüketim kültürü oluşturma çalışmalarına çoktan başlanıldı bile. “Bireyselleştirerek gruptan ayırma, yalnızlaştırma, boşluk içerisine düşürme ve daha sonra bunları istenilen doğrultuda yönlendirme” üzerine kurulu bu sistemin ne derece etik olduğu da tartışma konusudur.
Değişen ortamlara göre değişik kontrol etme yöntemleri geliştiriliyor. Yeni sistemin özünde; insanda bir boşluk oluşturma ve sonra o boşluğu istendik bir biçimde doldurma yatıyor. Önce insanlar sanal ortamların içine çekiliyor, sonra sanal ortamlar kullanılarak köleleştiriliyor. İnsanın aklı binlerce kilometre uzakta dolaşırken, bedeninin coğrafi sınırlara bağlı kalması insanın özgürlüğünü sınırlıyor, rahatsızlık yaratıyor. Bu kişiler kendisini değersiz, üretmeyen, aşağılanmış hissediyor. Sistemi adaletsiz buluyor. Sözlerinin dinlenmediğini düşünüyor.
Kendi oluşturduğu bu düzen yine Batılı sistemin kullandığı en önemli istismar aracı. İnsanın içindeki kahramanlık ve değerli olma duygusu bile sanal ortamlarda istismar edilerek onları kitle hareketlerinin içine çekiyor. 2010 yılı sonrasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlatılan ve daha sonra Avrupa’ya yayılan hareketler yeni dünyanın ve savaşların provası niteliğinde gibi.
Ne olursa olsun, Batının yarattığı samimiyetsiz ve adaletsiz olan bu sistemin uzun süre ayakta kalabilmesi mümkün gözükmüyor. İnsanı merkeze almayan, manevi dünyayı yok sayan ve insan için sanal ortamlarda sahte dünyalar oluşturan sistemlerin birer birer çöktüğüne tanıklık ediyoruz. Böyle bir düşünce yapısının insanın mutluluğunu uzun süre sağlaması zaten mümkün değildi. Çünkü “adalet duygusu” algı yönetimleri ile sağlanamayacak kadar önemli ve ihtiyaç duyulan bir olgudur.
Dünya tarihi incelendiğinde insanın yapısına uyan, adaletli, onları işin içine katan ve aidiyet duygusu yaratan sistemlerin, bu özelliklerini kaybetmedikleri sürece, uzun süre ayakta kaldığı görülür. Değişim ortamında insanın ve insanlığın geldiği konumu iyi anlamak, insan yaratıcılığını engellemeden, onu insan yapan özellikleri yok etmeden sorunlarla yüzleşmek durumundayız. Bu nedenle algı operasyonlarının peşinde sürüklenip gitmeden, insanı ve insan bilimini esas alarak kendi gerçeklerimizi bulmak ve kendi kültürümüze özgü sistemleri oluşturmamız gerekiyor.
Giderek artan kontrolsüz bireycilik, aile bağlarının zayıflaması ve bunun getirdiği yalnızlaşma kavramlarını sosyal bilimcilerin incelemesi ve çözüm yollarını göstermesini bekleniyor. Bireyin mutluluğu esastır. Ancak bunun kişiyi bencilleştirip, ayrı dünyaların içine atmaması gerekir. Mutlu birey olmadan mutlu toplum olamaz. Ancak toplumda yaşayanların çoğunluğunun mutsuz olduğu bir ortamda da bireyin uzun süre güven içinde olması beklenemez. Bu açıdan birey-toplum dengesinin de sağlanması gerekiyor. Tarihi, bilimi anlamak, kendi yerimizi bulmak ve yeniden insana dönmek zorundayız.
Modernleşmenin yarattığı sorunlar karşısında, öncelikle hoşgörü ve güvene ihtiyacımız var. Düşünmemiz gereken asıl sorun; insanı evrensel değerlere katkı yapacak duruma getirmektir. Katkı yapamayan ve üretemeyen insan kendini değersiz hissetmektedir. Bu değersizlik ise onu sağlıklı düşünemediği bir ortamda anlamsız hareketlere yöneltebilmektir. Antropolojik olarak kendisini yetersiz hisseden insan; içine kapanmak, bağımlılık yaratan maddelere yönelmek veya şiddete yönelmek gibi üç türlü tepki vermektedir. Bu durumun birçok toplumda benzer sonuçların verdiği görülmüştür. Bu nedenle “insanın kendini değerli hissedeceği” sistemlerin oluşturulması bir zorunluluktur. Ancak, insan kendini nasıl değerli hissedecektir? Hissettirdiğini söylemek başka bir şeydir, insanın bunu hissetmesi ayrı bir şeydir. Genellikle yanılgıya düşülen konu da bu olmaktadır. Dayanağı olmayan “sözel değerli hissettirme” ancak kısa bir süreliğine etkili olabilir.
Daha çok ve giderek çok tüketmeyi esas alan sistemlerin zamanla insanı da tükettiği, bencilleştirdiği ve yalnızlaştırdığı da görülmektedir. Sorun daha çok tüketmekten ziyade, “adaletsiz tüketim” sorunudur. Dünyanın en zengin 8 kişisinin servetinin 426 milyar dolar, en yoksul 3.5 milyarının ise 409 milyar dolar olduğu bir ortamda güvenliğin ne kadar süre sağlanabileceği tartışma konusudur. Genelde sistem, “tüketmenin onu özgürleştireceğine inandırma” ve “tükettiği sürece kendini önemli hissettirme” üzerine bir algı oluşturmaya kurguludur. Bu yapı uygulamalar ve reklamlarla kendini bireylerin beynine iyice yerleştirmektedir. Tüketim kültürünün etkisi altında kalan insan ise önce metaları, sonra çevresindeki insanları ve giderek kendisini de tüketmektedir. Hiçbir tüketim sürekli ve üretmeden mümkün olamaz. Tüketimin kısıldığı her ortamda ise bunlar doğal olarak krizlere yol açar/açıyor. Asıl değerli hissetme tüketimle değil, insanın evrensel değerlere katkısı ile yani üretmekle mümkün olabilecektir. Sağlıklı bir toplum, adaletli bir yönetim altında üreten insanlarla gelişebilir. O halde çözüm; alınacak sosyal tedbirler ve eğitimlerle insanın kendisine ve çevresine katkı sağlayabilecek duruma getirilmesidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ise gelecek, tıpkı tarihte olduğu gibi, adaleti sağlayan ve insanı merkeze alarak üretip tüketen ülkelerin olacaktır.
Söylediklerimizin ışığı altında gelecekte sağlıklı ve güçlü bir toplum yapısını oluşturmak; adaletli, insanı merkeze alan ve vatandaşlarını önemli hissettiren bir yönetim altında; hoşgörülü, birbirine güvenen, yardımlaşan, manevi değerlerini koruyan, adil, bencil olmayan, topluma aidiyet duygusu ile bağlı ve her şeyden önce bir şeyler üreterek içinde bulunduğu topluma yararlı olan bireylere sahip olmaktan geçmektedir. Geleceğe ait bu insanları yetiştirecek kendi kültürümüze özgü programları oluşturmak ve bunu uygulayarak hayata geçirmek ise bilim insanlarımıza düşmektedir. Öyle gözüküyor ki, bunu başarabilen toplumlar gelecekte ayakta kalabilecek, başaramayanlar ise sıkıntılar içine düşerek giderek zayıflayacaktır.
Türk-İslam düşünürü Farabi, “Bir şeyin bilgisi, ya akıl kuvvetiyle ya da tahayyül kuvvetiyle elde edilebilir.” demişti. Hiçbir olay nedensiz değil. Her olay mutlaka başka sonuçlara da yol açıyor. Her olayın bir görünür ve onun ötesinde görünmeyen sebebi olabiliyor. Çevremizde olan olaylar karşısında, küçük olaylara odaklanıp büyük resmi kaçırmamak gerekiyor. Hiçbir dönemde olmadığımız kadar aklımıza ve tahayyül kuvvetimize ihtiyaç duyuyoruz. Zekâmız doğru bilgi edinmenin yanında onu kullanmamıza imkân sağladığı sürece, sislerin arasından doğru yolları bulmamız ve geleceğin sağlıklı toplum yapısını oluşturmamız zor olmayacaktır.
17.12.2018