Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

İfsat ve Adalet: 7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu

Bu yazı 22/01/2024 tarihinde yayınlanmıştır.

*Mustafa EKİCİ

 

‘Ortadoğu’nun ihtilafları, tektonik tabakalar gibi üst üste binmiştir. Her on beş yirmi yılda bir, bölgenin altındaki bu tabakalardan biri lanetli bir şekilde sallanır ve kentleri, çarşıları, mahalle ve camileri yerle bir eder.’  Gazeteci Robert Fisk belki haklı olarak Ortadoğu hakkında böyle bir yargı cümlesi kuruyor. Çünkü Fisk ve benzeri batılı aydınlar veri olarak son yüz, yüz elli yıllık gelişmeleri baz alıyorlar ama hakkaniyetli bir yaklaşım, Ortadoğu’daki gelişmelerin hemen tamamında batının sömürge amaçlı kışkırtmalarını, plan ve müdahalelerini dikkate almak durumundadır.  

Yüz yıl evveline dair romantik ve asude bir geçmiş tahayyülüne dayanarak kurmuyorum bu cümleyi. Elbette insanın yaşadığı her yerde olduğu gibi bu topraklarda da sorunlar, siyasi rekabetler, çekişmeler hatta çatışmalar oluyordu. Ancak esas can yakıcı ihtilaf ve çatışmaların batının bölgeye sirayeti ve müdahalesiyle yükseldiği bir vakıa. 1860’da Suriye’de meydana gelen ve 12.000 can kaybına yol açan olaylar mesela yine temelde batılı devletlerin Maruni Hristiyan nüfus ile Dürzi ve devamında Müslümanlar arasında yaptıkları kışkırtmaların sonucu meyanda gelmişti. Osmanlı devleti, artık zayıflama hatta çöküş devrine denk gelen bu süreçte buna benzer birçok olaya sahne olacaktı. Birinci Dünya Savaşı’na giderken başta İngiltere olmak üzere, Fransa, İtalya, Rusya gibi dönemin güçlü devletlerinin bu topraklarda çeşitli sömürgeci emeller peşinde yüzlerce operasyon yaptıkları, kanlı savaşlar çıkardıkları, din, mezhep, etnik, hatta kabile ve şehir temelli ayrışmalar için gayret sarf ettikleri sır değil. Bu kışkırtma ve müdahalelerin yol açtığı nice acılar yaşandı; Ermenilerin, Rumların, Bulgarların, Arapların ve daha nicelerinin yaşadıkları hafızalarda hala capcanlıdır. Dolayısı ile modern devletlerin adalet, hakkaniyet gibi romantik kavramların değil çıkar ve sömürünün peşinde olduklarını söylemek gerçeğin belki de en pür ifadesidir. Bu modern sömürgeciliğin belki de en çarpık neden ve sonuçlarından biri İsrail Devleti’dir. 7 Ekim’den beri devam eden ve yüzyılın en büyük sivil katliamlarından birine dönüşen olaylarda Batılı devletlerin topyekûn ortaya koydukları İsrail’i kollama tavrı, bu sömürge karakolunun işlevine dair oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Kuduz Köpek Sendromu

ABD’nin yönlendirmesi ile epey zamandır Filistin’e dayatılan ve birçok Arap ülkesinin de ortak edildiği tedricen yok etme planı, Hamas’ın 7 Ekim operasyonu ile adeta tuz buz oldu. İsrail’in kurduğu bu tatlı hayalin sonuçları, kibir ve güç zehirlenmesi yaşayan Siyonist yönetimin adeta kâbusu olmuş durumda. Şimdi bütün Siyonist çevreler, iki yüz yıllık emekle kurulan bu kurgu devletin bir yaşamsal kriz içinde olduğunun farkında ve tek çıkış yolunun bütün dünya güçlerini meşgul edecek bir bölgesel hatta bir dünya savaşı olduğunu düşünüyor.

İsrail'in eki Savunma Bakanı Moşe Dayan 1967’de şöyle demişti: "İsrail kuduz bir köpek gibi olmalıdır. Böylece bölgenin geri kalanı yanına yaklaşmaya korksun." Bu sözler, hemen bütün tarihi boyunca İsrail’in bölgesel siyasetinin karakterini belirleyen kilit bir cümle ama özellikle bu günlerde bölge ülkelerine yönelik kışkırtmaları ve savaşı bölgeye yayma arzusu Moşe Dayan’ın bu sözünü daha bir anlamlı kılmaktadır. Göründüğü kadarıyla bölge ülkeleri de İsrail’i gerçekten ‘kudurmuş köpek’ korkusuyla, iç çelişkilerinin derinleşmesi umuduyla ‘uzaktan’ gözlemeye devam etmektedirler.

Aslında tamamen seküler bir milliyetçi hareket olan Siyonizm’in, Yahudi inançlarıyla ilişkilendirerek ortaya koyduğu Yahudi üstünlükçülüğü ve ırkçılığının yarattığı, İsrael Şamir’in deyimi ile modern bir getto olarak İsrail Devleti, derin bir beka sorunu yaşıyor. Bu beka sorunsalı İsrail’e, kaçınılmaz olarak sürekli genişleme, çatışma üzerine kurulu gergin bir siyasi karakter kazandırıyor. Bu ‘kuduz köpek’ karakterinin Siyonist ırkçılıktan daha esaslı bir diğer nedeni, İsrail’in Batı sömürge kolonisi işlevidir. Her ne kadar İsrail kendini Yahudi milletinin devleti olarak tanımlıyorsa da gerçekte başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa ve diğer batılı devletlerin Ortadoğu’daki stratejik çıkarları için hayati hizmet ifa eden bir sömürge kolonisidir İsrail. Bu zaviyeden bakılınca din ve milliyetçilik işini epey abartan Yahudilerin bu işin mağdurlarından olduğu bile söylenebilir. Her sömürge kolonisi gibi İsrail de yerlilerle ilişki kuramayan, komşu olamayan, ticaret ve iş birliği geliştiremeyen ayrıksı, köksüz ve düşman bir sömürgeci güçtür. Her sömürge kolonisi gibi bir getto içinde sıkışık, geleceği kabuslarla dolu bir beka korkusu içinde, ancak dışardan gelen destekle kısmi bir güvenlik hissi yaşayan bir güç. Böyle bir siyasi karakterin şizofrenik olması ve Moşe Dayan’ın deyimi ile ‘kuduz köpek’ gibi davranması işin doğası gereğidir.  

İsrail’in Çevre Doktrini

Ancak İsrail kurulduğu günden beri bu yalıtılmışlığı aşmaya matuf bir ‘çevre doktrini’ takip etmektedir. İsraillin çevre doktrini temel olarak Arap olmayan uzak-yakın ‘komşularıyla’ kurduğu stratejik ilişkilerdir. Bu ilişkilerden öncelikle Etiyopya, İran, Sudan, Türkiye, Azerbaycan ve mağripte Fas önem arz etmiştir. Daha yakın çevrede de Lübnan Maruni Hristiyanlar, Dürziler ve Irak Kürtleri ile ilişki ve ittifaklar oluşturarak bu izole durumuna çare aramıştır. Bu ilişkiler esas olarak Mossad tarafından gizli operasyonlarla yürütülmüştür. Çünkü İsrail ile ilişki kurmak bir tarafıyla hep gayri meşru bir iş olarak algılanmıştır. Afrika ülkelerinin İsrail ile ilişki kurmayı reddetmeleri üzerine İsrailli yazar Amos Oz’un dediği gibi: ‘iyi de olsak kötü de olsak Afrika ülkeleri bize karşıdır, bütün bunlar bizim normal olmadığımızı, her defasında yeniden başladığımız noktaya dönmekte olduğumuzu gösterir.’

Mısır’ın Enver Sedat’la birlikte İsrail ile barışması ve ana akım Arapları bu konuda domine etmesi, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin iktidardan düşmesi, Haile Selasiye’nin Etiyopya’da iktidardan darbe ile düşmesi gibi gelişmeler İsrail’in çevre doktrininde revizyonlara yol açtı. İran, Şah döneminde İsrail’le tam bir ittifak içinde hareket etmiştir. İran istihbarat teşkilatının geliştirilmesinde İsrail’in ciddi katkıları olduğu bilinmektedir. 1979 yılındaki İslam Devrimi ile iktidara gelen kadrolar, siyasi söylemleri ne olursa olsun, Şah döneminin İsrail politikalarına sadık kalmış, özellikle Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’da izlediği politikalarla son kırk yıldır İsrail’in düşmanlarına adeta göz açtırmamıştır. Türkiye de gerek 1980 askeri darbesi ile oluşan iktidar denklemi gerekse öncesinde İsrail ile çok önemli ittifaklar geliştirerek söz konusu izolasyonun aşılmasında hayati bir işlev görmüştür. Arap Ürdün ile de gayri resmi olarak derin ilişkiler kurulmuştur. Devletlerle bu tür ilişkilerin kurulması nispeten kolay ve karşılıklı çıkar ilişkilerine dayandığı için rasyonalizasyonu anlaşılırdır. Ancak devlet olmayan topluluklarla ilişkiler daha çapraşık, sıklıkla çatışmalı, uzun erimli ve masraflı süreçlerdir. Bu konuda da İsrail bölgedeki Arap olmayan veya Arap olup Müslüman olmayan topluluklara dair birçok program yürütmüştür.

Öncelikle Lübnan’da Maruni bir Hristiyan devletinin kurulması İsrail’in(Fransa ile birlikte) en stratejik hedeflerinden biri olmuştur. 1920’de başlayan Siyonist-Maruni ilişkileri temelde Lübnan’da bir Maruni devletinin kurulması stratejik hedefi gütmüştür. 1956 Süveyş krizinde Ben Gurion’un, uygulamaya fırsat bulamadığı bir işgal girişimi olduysa da İsrail bu stratejik hedefe büyük oranda bağlı kalmıştır. Ancak 1982’e patlak veren iç savaş, İsrail’in planladığı Maruni Hristiyan devletinin kuruluşunun muhal olduğunu açığa çıkardı. Bu gelişme İsrail’in çevre doktrininin aldığı en büyük yaralardan biridir. Mossad’ın desteklediği Maruniler o dönem Lübnan ordusunda önemli etkilere sahip bir gruptu, Filistin düşmanlığı temel siyasi argümanlarından biriydi, 1982’de Beyrutta Sabra-Şatiila katliamlarını yapan Falanjistler de Maruni Hristiyanlarca İsrail desteği ile kurulmuştu. Mossad, Marunilerin bir Maruni Hristiyan devleti kurma konusundaki kapasitelerinin yetersizliği konusunda önemli yanılgılara düşmüştü. Maruni’lerin Lübnan’ın diğer kesimleri ile ilişkileri ciddi yaralar aldı ve kimlikleri daha çok izole hale geldi. Nitekim Lübnan iç savaşından beri Lübnan’daki siyasi dengelerin istikrarsızlığı Lübnan’ı bir ‘başarısız devlet’ noktasına getirmiştir.

Benzer bir program Dürzi’ler üzerinden de planlandı. Lübnan ve Suriye Dürzilerini tam olarak kapsayamasa da Dürziler İsrail ordusu içinde kendilerine yer buldular, onlarca yıldır sürdürülen propaganda ve eğitimle Filistin Dürzileri, Arap etnik kimlikleri adeta yok edilerek tamamen dini kimlik üzerinden bir millet haline getirildi ve Hristiyan-Müslüman Araplardan tamamen yalıtılarak, Marunilerle benzer biçimde Filistin ve Müslüman düşmanlığı ile donanmış, İsrail’in güvendiği bir topluluk kimliğine kavuşturuldu.

İsrail’in Kürtlerle ilişkileri ise Maruni ve Dürziler gibi izole azınlıklara nazaran daha karmaşık ilişiklerle dolu bir dosya oldu hep. Öncelikle İsrail’de yaşamakta olan ve sayılarının 200 binin üzerinde olduğu tahmin edilen Yahudi Kürtler, İsrail için başlı başına değerli bir ilişki sağlamaktadır. Kürt milliyetçilerinin Büyük Kürdistan hedefi, hiç şüphesiz İsrail için Sünni Arap denizinde oldukça hayati bir güvenlik ihtiyacını karşılayabilecek önemli bir program. Öte yandan Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de yaşamakta olan büyük Kürt nüfusun bu siyasi hedefle mobilizasyonu, hem Kürtlerin Maruni ve Dürziler gibi izole olmayışları hem de baskın Sünni karakterleri dolayısı ile İsrail açısından yönetilmesi güç sorunlara da yol açmaktadır. Bu nedenle hem İsrail hem de Kürt örgütleri, karşılıklı olarak ilişkilerini gözlerden ırak tutmaya büyük özen göstermektedirler. Yine de uzun erimli bir hedef olarak Büyük Kürdistan hedefi hem Batılı güçler hem de İsrail için oldukça stratejik olmaya devam etmektedir.

Küresel Siyonizm’in Çıkarları ve Gerçekler

Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonu ve ardından İsrail’in başlattığı soykırım hem Ortadoğu’da hem de dünyada çok önemli gelişmeleri tetiklemiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın batılı devletlere ve İsrail’e söylediği ‘ya büyük barış ya da büyük bir savaş çıkacak’ sözleri, durumun hem vahametini hem de önümüzde duran acı gerçeği ifade etme bakımından kritik bir uyarıdır. Gerçekten de Gazze saldırılarının başladığı ilk günden itibaren ABD ve Batı liderlerinin büyük bir telaşla Telaviv’e koşuşturmaları ve ellerindeki bütün güçle sağladıkları destek, Hamas’ın operasyonunun göründüğünden çok daha büyük gelişmeleri tetiklediği, algılarla gizlenen gerçekleri acıtıcı şekilde faş ettiği anlamına gelmekteydi.

Batı ve ABD’nin bütün gücüyle desteklediği İsrail’in son tahlilde bir sömürge kolonisi olduğuna, medya ve finans gücüyle oluşturulan algıların tersine oldukça güçsüz ve dış desteğe bağımlı, beka sorununun sanılandan çok daha ciddi olduğuna dair gerçekler ortaya saçıldı. Daha da ilginci, ABD ve Batının da İsrail’e desteğinin sınırlarının olduğunu gösteren gelişmelerdi; Mossad’a çalıştığı ortaya çıkan Jeffry Epstein’in, Batının Yahudilere dair hafızasını adeta tazeleyen pedofili ağı ve New York’taki Sinagog tünellerindeki gizemin ifşası, batıda gittikçe artan sivil tepkiler, başta İslam ülkeleri olmak üzere dünyanın hemen bütün ülkelerinden gelen diplomatik baskılar. Bunun farkında olan İsrail yönetimi, tek çıkış yolunun savaşı bölgeye hatta dünyaya yaymak olduğunu sponsorlarına defaten dayatmaya devam ediyor. Savaşı yaymanın en kestirme yolunun İran olduğu açık. Ancak İran, İsrail karşıtı bütün söylemine rağmen ne proxileri ne de kendi eliyle kayda değer bir tepki ortaya koyamıyor. Hem içerde hem de destek olduğu Şii kitlede büyük hayal kırıklığı yaratan bu çıkmaz ve gerilimi azaltmak adına Pakistan’a, Irak’a, Suriye’ye açıklanması güç saldırılar düzenliyor. İsrail ise İran üzerinde gerilimi arttırmak adına cüretkâr hamleler yapmaya ve savaşı kışkırtmaya devam ediyor.

Tekeden Süt Çıkartmak Ya da Kürt’ten Yahudi çıkartmak

Son olarak geçen hafta Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Irak Kürdistan Bölge Yönetiminin ikinci büyük ortağı, Süleymaniye merkezli ve İran’la oldukça içli dışlı politikalarıyla bilinen KYB yöneticilerine pek alışık olmadığımız bir tondaki açıklaması, İsrail ve ABD’nin yaptığı kışkırtmaya dikkat çeken önemli bir uyarıdır. Fidan yaptığı açıklamada PKK ile KYB arasındaki ilişkilere dikkat çekerek gereken yapılmazsa ‘daha ileri tedbirler almakta tereddüt göstermeyeceklerini’ belirtti. Bu açıklama esas itibariyle ABD ve daha da önemlisi İsrail’le ilişkilerin bölgede yarattığı sarsıntılara dikkat çeken önemli bir uyarı. Günün sonunda Müslüman Kürt halkının İsrail ve Batı çıkarlarının bir aparatı olarak konumlandırılması nerden bakılırsa bakılsın hem Kürt toplumu hem de bölge için ciddi riskler taşıyan bir sürece işaret ediyor. İstendiği kadar zorlansın Kürt’ten bir Yahudi çıkamayacağını hem İsrail hem batı hem de köksüz korkularla politika üreten bölge devletleri acı biçimde öğreneceklerdir. Kürdü, İsrail gibi bir sömürge kolonisinin umut besleyebileceği konuma itmek ayıbı da, adalet yerine korkularla hareket edenlerin ayıbıdır.

Tarih akmaya devam ediyor. Olaylar süreç içinde değil tarih içinde form kazanıyor. Her olayın bağlamı, içinden akıp geldiği tarihin dinamiklerine göre şekilleniyor. Yüz yıl birey için çok uzun bir ömürdür ama devlet ve toplumlar için kısa bir kuşluk vakti hükmündedir. 1940 ile 1960 arasında bağımsızlıklarına kavuşan bölge devletlerinin büyük kısmı kendi başlarına ayakta kalma yetenek ve potansiyelinden uzaktır.  Ancak 70 civarında devletin, şimdilik sislerin ardında da olsa ortaklaştıkları, Türk Devlet Teşkilatı, Arap Ligi, İİT ve daha birçok alt kuruluş içinde ete kemiğe bürünen bir ortak iradeye doğru yol aldıkları açıktır. İsrail’in Gazze katliamı ve Batının ortaya koyduğu ahlaksız tavır, bölge devletlerini bölgesel güvenlik için daha çok iş birliği yapmaya zorlamaktadır. Gazze, bir kez daha savaşların silahlar arasında değil iradeler arasında yaşandığını, doktrinler arasında yaşandığını hepimize göstermiştir. İslam ülkelerinin yeni bir vizyon, yeni bir doktrin, üzerinde kuruldukları coğrafya ve toplumların ruhuna uygun politika ve kurumlar geliştirecekleri günler uzak değil. Umalım da bu arada ‘kuduz köpek’ sağa sola saldırarak savaşı bölgeye yaymasın.

Robert Fisk ile başlamıştık, yine onunla bitirelim: ‘Bence sonunda, trajedimizin daima mazimizde yattığını kabul etmek zorundayız. Atalarımızın çılgınlıkları ve aptallıklarıyla yaşamak ve bundan dolayı acı çekmek zorundayız; tıpkı onların da kendi zamanlarında çektiği acılar gibi ve tıpkı bizim de kibrimiz ve gösterişimizle, kendi çocuklarımızın acı çekmesini garanti ettiğimiz gibi.’