Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

İktisatta Ortodoks ve Heterodoks Politikalar Tartışması

Bu yazı 10/01/2022 tarihinde yayınlanmıştır.

*Prof.Dr. Abuzer Pınar/SDE Ekonomi ve Finans Koordinatörü

 

İktisatta Ortodoks yaklaşım “genel kabul görmüş” ana akım yaklaşımı ifade eder. Ana akım esasen serbest piyasa ekonomisini savunur ve bütün politika araçlarının buna göre tasarlanmasını va’zeder. Özü itibariyle serbest piyasa ekonomisinde sorun olmamakla beraber ekonomilerin iki temel meselesi var. Bunlardan birisi serbest piyasanın nasıl tanımlandığı ve tasarlandığıdır. Diğeri ise ulusal ekonomilerin yapısal farkları nedeniyle bu tasarım çerçevesinde başarılı politikalar uygulayamamasıdır.

Ortodoks ekonomi politikaları büyük ölçüde Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından geliştirilen modellere dayalı olarak somutlaşmaktadır. IMF İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde geliştirilen sistemin önemli bir kuruluşudur. Ekonomik istikrar politikalarına dayanak teşkil etmesi amacıyla finansal programlama modeli geliştirmiş ve istikrar programı uygulayan hemen bütün ülkelere benzer tavsiyelerde bulunmuştur. Bu model sermaye hareketleri serbestliğine ve serbest döviz kuruna dayanır.

Özetle enflasyon sorunu ile karşı karşıya gelen ülkeler faizi yükselterek yabancı para girişini sağlar ve kur düştüğünden ara ve yatırım malları daha ucuza ithal edilerek yatırım yapılır ve istihdam arttırılır.

İlk bakışta sorunsuz gibi görünse de bu modelde iki temel sorun karşımıza çıkmaktadır. Birincisi gelişmekte olan ülkelerin başlangıç koşulları farklıdır ve genellikle kurumsal farklar bulunmaktadır. Mesela kamu iktisadi teşebbüslerinin ağırlıkta olması ve bu işletmelerde siyaseten daha fazla eleman istihdam edilmesi, bu kurumların genellikle zarar etmesine neden olur. Bazen de bu işletmeler birer politika aracı olarak kullanıldıkları için zarar ederler. Bu yüzden de yapısal reformlar önerilir ve Dünya Bankası bu reformlar için gerekli veya takviye finansal desteği verir. Ancak ön şartı IMF ile masaya oturmaktır. Bu reformlar kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, enerji gibi piyasaların serbestleştirilmesi ve rekabete açılması gibi unsurlar içerir. Ülke olarak biz de bunları büyük ölçüde yaptık.

İkinci ve belki de daha önemli bir sorun, bu modelde ekonomilerin spekülatif hareketlere açık olmasıdır. Ekonomiyi kısa dönemde rahatlatan ve genellikle sıcak para olarak adlandırılan sermaye girişi herhangi bir nedenle çıkmaya başladığında ciddi tahribat yaratır. Hatta bazen bu paranın sahipleri kazançları realize etmek için bu hareketleri nedensiz de yaratırlar. Çoğu ABD kökenli olan bu fonlar ülkeye gelip yüksek kurdan ülkelerin milli parasına geçer, devlet borç senedi ve borsada işlem gören senetleri satın alırlar. Kur düşer ve borsa yükselir. Yerli yatırımcı da işe girince bazen senetleri yüksek fiyattan satıp düşük kurdan paralarını alıp çıkarlar. Böylece hem ülkenin senetlerinden hem de düşen kurdan kazanırlar. Bu kazanç en derin finansal piyasalara sahip ABD’de bile yoktur.

Bu politikalar, uygulayan ülkeleri bir ölçüde rahatlatır. Lakin nedensiz veya bazen politik bazı nedenlerle “doldur-boşalt” yapılmasından dolayı sürekli diken üstündedirler ve buna da teknik olarak kırılganlık denir. Kırılgan oldukları için de her zaman ortada bir yerde derecelendirilirler. Yani ne batarsınız ne de çıkarsınız ama her zaman yabancı sermaye girişine mecbursunuz.

Türkiye’nin 1980 sonrası ve özellikle 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonrasındaki hikayesi budur. Ekonomi büyüdü, ihracat arttı, yatırımlar bir ölçüde arttı ama her zaman diken üstünde oldu. 1990’lar bu kırılganlığın tipik kısır döngüsüdür.

Bu politikaların gelişmekte olan ülkelere uymayacağını savunan kesim heterodoks olarak adlandırılır. Aslında bir tek heterodoks tanım olduğunu söylemek zordur. Uluslararası iktisadi sistemdeki hegemonya ilişkisine vurgu yapan yaklaşımlardan kurumsal farkları dile getiren yaklaşımlara kadar geniş bir yelpazede yer alırlar. Kapitalist sistemin sürekli kriz yaşamaya meyyal olduğunu savunan yaklaşımlardan sosyal adalete vurgu yapan ve adaletin gerçekleştirilmemesi halinde sistemin sürekli tekleyeceğini savunan argümanlara kadar değişik eleştirel çevrelere rastlanır. Peki heterodoks yaklaşımlarda somut politika önerileri var mı?

Kısmen var ama öneriler bizi uçsuz bucaksız bir piyasa ekonomisi yönetimine sevk eder. Örneğin Heterodoks programlar, Ortodoks programların aksine, alınacak bazı önlemlerle enflasyonun ancak tedrici olarak düşürülebileceğini savunur. Serbest kurdan ziyade sabit veya kontrollü dalgalanmayı savunanlar vardır. Ücretlerin serbest piyasada değil uzlaşma ile belirlenmesi gerektiği gündeme getirilir. Enflasyona endekslenmesi de bu çarelerden birisidir. 1970’lerde Latin Amerika ülkeleri için yapılan tartışmalarda çokça gündem olmuştur. Mesela uzun süre talep düşük tutulduğu halde enflasyon bir türlü düşmemiştir. Ancak 1980’lerde uygulanan ciddi fiyat kontrolleri ile sonuca gidilebilmiştir. Bugün Arjantin fena bir krizdedir ve diğerleri de oldukça “kırılgan” olmaya devam etmektedir.

ABD hegemonyasındaki uluslararası iktisat ve para sisteminde IMF ve Dünya bankası üzerinden sürdürülen programların dikkate değer bir başarı öyküsü yoktur aslında. Asya Kaplanları bir başarı öyküsü olsa da bu ülkeler ABD sermayesi ile eklemlenebildikleri müddetçe mevcut durumu sürdürebiliyor. Mesela Güney Kore 1990’larda ciddi bir kriz yaşamıştır. Bir daha yaşamayacağına dair bir garanti yoktur. Sıcak paranın herhangi bir nedenle hareketine bakar.

Çin ise serbest piyasayı özü itibariyle reddetmemiş, ancak ciddi kontroller ile mevcut zenginleşmeyi gerçekleştirebilmiştir. Bu yüzden de Ortodoks politikaların sözcüsü olarak bilinen Washington Konsensüs’ü yerine Pekin Konsensüs’ü kavramı da gündeme gelmiştir.

Sonuç olarak Ortodoks programların eleştirisi ilk defa yapılmıyor. Heterodoks programlar da ilk defa zikredilmiyor. Hangi yöneliş olursa olsun, mesele uygulanacak programın bütün unsurları ile açıklanması ve tarafların kabulüne sunulmasıdır. Burada bir oybirliğinden söz etmiyoruz. Ancak uygulanacak herhangi bir program veya ekonomi modeli geniş bir yatırımcı ve hanehalkı kesimi tarafından kabul görmezse başarı şansı düşük olur. Ne yapılacaksa anlaşılır olmalı, sonuçları ne olacaksa öngörülebilir olmalıdır. Nihayetinde bu uygulamalardan ülkedeki her kesim bir şekilde etkilenmektedir.

Olumlu etkiyi reddedecek bir kesim olduğunu sanmam. Ancak çoğunluk kazandığı halde bir kesim kaybediyorsa, siyasetin temel işlevlerinden birisi de bunu yönetebilmektir.