A.B.D. ve İngiltere, 11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttukları El-Kaide mensuplarının teslim edilmediği gerekçesiyle 7 Ekim 2001’de Taliban kontrolündeki Afganistan’a karşı “Sürekli Özgürlük Harekatı”nı başlattılar. Yerel kuvvetlerin oluşturduğu Kuzey İttifakı’nın ve diğer NATO ülkelerinin katılmasıyla genişleyen koalisyon zirve noktasında 150,000’e yaklaşan askeri gücüyle yerleşim yerlerinde hakimiyeti sağladı. Hamid Karzai başkanlığında geçici yönetimin kurulmasının akabinde yerli ve yabancı yetkililer, önde gelen araştırma kurumlarının önerilerini (örneğin, RAND Corporation’ın 2003 tarihli “Afganistan’ın Yeni Anayasası’nda Demokrasi ve İslam” raporu) de dikkate alarak bir anayasa hazırladılar. ABD Başkanı George W. Bush, 2004’te kabul edilip 2005’te yürürlüğe giren anayasasıyla Afganistan’ın demokratik, müreffeh ve terörden arındırılmış bir geleceğe doğru yürüdüğünü ilan etti. Başkan Yardımcısı Dick Cheney ise aynı yorumu 2005’te Irak için yaptı.
Afganistan savaşının on yedinci yıldönümünde Başkan Bush’un beklentisinin (samimi olup olmadığı bir yana bırakılırsa) gerçekçilikten son derece uzak olduğu teyit edilmektedir. İngiliz The Guardian gazetesi 7 Ekim 2018 tarihli internet sayısında, son 24 saatin Kandahar’dan Kabil’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada bombalı araç saldırılarından onlarca kişinin öldüğü silahlı çatışmalara ve okulların mayınlanmasına kadar 31 şiddet vakasına sahne olduğunu raporlamıştır. Bu haberden 2 gün önce Amerikan Foreign Policy dergisinde çıkan Robert A. Manning imzalı bir makale ise, Taliban’ın ve diğer direniş güçlerinin kontrol bölgelerini giderek genişlettiklerini, İngiliz İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği’nin bu coğrafyadaki akıbetini paylaşmak istemiyorsa A.B.D.’nin Afganistan’dan en kısa zamanda çıkmak zorunda olduğunu ve bunun için gerekirse askeri-siyasi sorumluluğunu Çin’e devretmesi gerektiğini öne sürmüştür (yazar, Çin’in Afganistan’ı kendi çıkarları için istikrarlı hale getirmek zorunda kalacağını, bunun da A.B.D. için kötünün iyisi bir seçenek olduğunu savunmaktadır). Manning her ne kadar şahsi görüşlerini ifade etse de, A.B.D. ve Çin’in ticari çatışma sarmalına girdikleri ve Çin Denizi’nde tehlikeli şekilde birbirlerini test ettikleri bir dönemde, Foreign Policy gibi Washington D.C.’de etkili bir derginin Afganistan’ı Çin’in nüfüzuna bırakmayı öneren bir makaleye yer vermesi, hedefler ile gerçekleşenler arasındaki derin uçuruma işaret etmektedir.
Durumun askeri analizi uzmanlarına bırakılıp Afganistan’ın 2005 anayasasıyla istikrarlı bir demokrasi haline geleceği beklentisinin arka planı incelenirse, birkaç başlık öne çıkmaktadır. İlk olarak, RAND Corporation 2003 tarihli “Amerika’nın Ulus İnşasındaki Rolü: Almanya’dan Irak’a” başlıklı raporunda, A.B.D.’nin bu alandaki tecrübelerinden hareketle bir yol haritası önermektedir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası Batı Almanya ve Japonya’yı başarılı örnekler olarak öne çıkaran rapor, “demokrasinin [bir ülkeden diğerine] transfer edilebileceği” ve “[işgalci] askeri güçlerin demokrasiye geçişin altyapısını oluşturabileceği” (s. XX) tespitlerinde bulunmuştur. Almanya ve Japonya’nın aksine, işgal öncesi demokrasi deneyimi yok denebilecek kadar az, ekonomik gelişmişlik seviyesi düşük, etnik yapısı karmaşık ve iç işlerine müdahale eden bazı komşuları bulunan Afganistan ve Irak’ta (Soğuk Savaş sırasında Batı Almanya Berlin Duvarı ve “Demir Perde” ile, Japonya ise denizle Doğu Bloku’ndan izole edilmiştir) ulus inşasının zor olduğunu kabul eden rapor, başarı sağlanması için daha fazla asker ve maddi kaynak ayrılmasını, işgalin ise uzun sürmesini tavsiye etmiştir. Demokrasi literatüründe önde gelen akademisyenlerden Arend Lijphart ise 2004 tarihli “Bölünmüş Toplumlar İçin Anayasa Tasarımı” başlıklı makalesinde, etnik/dini/mezhepsel olarak bölünmüş İsviçre ve Belçika gibi ülkelerin daha önceki deneyimlerine de atıfta bulunarak Irak anayasasının tasarımı sırasında dikkat edilmesi gereken hususları sıralamıştır.
RAND Corporation’ın ulus inşası raporunda Afganistan ve Irak için belirttiği zorluklar listesi daha da uzatılabilir. Örneğin, Irak’ın petrol zenginliği anti-demokratik merkezi yönetimlere kapı aralarken Afganistan’daki afyon ekiminin isyancı/terör gruplarına kaynak yaratması; Irak’ın büyük ölçüde çöl, Afganistan’ın ise dağlık ve denize açılmayan bir ülke olmasının ekonomik kalkınmayı güçleştirmesi; özellikle Japonya’da İmparator yerinde bırakılmak suretiyle yeni rejime meşruiyet kazandırılırken Afganistan ve Irak’ta böyle bir kurumsal devamlılığın olmaması; her iki ülkenin sınırlarının dış güçler tarafından çizilmiş olması ve etnik/dini/mezhepsel gruplara birlikte yaşama iradelerinin olup olmadığını kimsenin sormaması vs. sayılabilir. Ancak, bütün bu araştırma kuruluşlarının, uzmanların ve siyasetçilerin paylaştıkları temel varsayım, istikrarlı demokratik bir rejimin işgalci güçlerin zorlaması ve yönlendirmesiyle kurulabileceğidir. Bir defa bu varsayımda bulunduktan sonra, artık bunun nasıl, ne kadar sürede ve kaça yapılabileceği tartışmaları doğal olarak takip etmektedir.
Yukarıda yer verilen varsayım, bunu kabul eden uzmanlar ve kurumlar ne kadar prestijli olurlarsa olsunlar, kanaatimce sağlam verilere dayanmamaktadır. Şöyle ki, varsayımın bir ayağını İsviçre gibi demokratik kurumlarını tarihsel süreçte kendi iç dinamikleriyle meydana getirmiş vakalar oluşturmaktadır. Bu vakalardan alınacak derslerin, işgalci güçlerin gölgesi altında anayasa yapmak durumunda kalan Afganistan ve Irak’a tatbik edilmesinde bir karşılaştırma zemini bulunmamaktadır. İroniktir ki, Napolyon Fransa’sının işgal ettiği İsviçre’ye 1798’de dayattığı anayasa da isyanlara yol açmış ve istikrar getirmemiştir. İsviçre 1815 Viyana Kongresi sonrası bağımsızlığını kazanmış ve 1848 anayasası ile federal bir devlet haline gelmiştir. Dolayısıyla, tarih bu vakalar üzerinden okunduğunda demokrasinin ihraç edilebileceği şeklinde bir ders çıkmamaktadır.
Söz konusu varsayım ayrıca Lübnan gibi, belli bir süre demokratik rejimini muhafaza edebilmiş vakalara dayanmaktadır. Bu ülkedeki toplulukların 1943’de vardığı ulusal sözleşmede devlet başkanı ve başkomutanın Hristiyan Maruni, başbakanın Sünni ve meclis başkanının Şii olması öngörülmüştür. Ancak, bu sözleşmenin dayandığı 1932 nüfus sayımı sırasında ve 1943 yılında ülke Fransız mandası altındadır, 1946’ya kadar da öyle kalmıştır. Dolayısıyla, işgal devletinin gölgesi altında yapılan bir sözleşmenin yapay sınırlar içinde bir araya getirilmiş toplulukların hür iradesini yansıttığını iddia etmek güçtür. Karşıolgusal bir örnek vermek gerekirse, 1776’da Philadelphia’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, şehir İngiliz İmparatorluğu askerlerinin işgali altında olsaydı muhtemelen aynı içerikle çıkamayacak, çıksa da Kongre’nin kapatılmasına yol açacaktır. Daha yakın bir örnekte, İtilaf devletlerinin fiili işgali altındaki İstanbul’da son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Milli’yi ilan etmesi, Meclis’in kapatılmasıyla sonuçlanmıştır. Lübnan vakasına geri dönersek, Filistinli mültecilerin ve farklı doğum oranlarının demografik yapıyı belirgin bir şekilde değiştirmesi sonucunda ulusal sözleşme çökmüş ve ülke uzun yıllar süren iç savaşa girmiştir. Buradan çıkarılacak ders olsa olsa, demokrasinin hassas bir kuvvetler dengesine dayandığı ve toplumda karşılığı bulunmuyorsa bu dengenin muhafaza edilemediği şeklindedir.
Afganistan ve Irak’ın işgalci güçlerin zorlaması ve yönlendirmesi ile istikrarlı demokratik devletler haline getirilebileceği varsayımının son ve görece en güçlü ayağını, A.B.D.’nin 2. Dünya Savaşı sonrası “demokratikleştirdiği” vakalar oluşturmaktadır. Öyle ya; etnik, kültürel, tarihi, coğrafi vb. bir çok koşulu birbirinden farklı iki ülke (Batı Almanya ve Japonya), totaliter/otoriter rejimlerinden sonra A.B.D. işgali altında demokratikleşmişse, bu deneyim neden başka ülkelere uygulanmasın? (Aynı mantıkla devam edersek:) Her ne kadar Afganistan ve Irak, yukarıda belirtildiği üzere daha zorlu örnekler oluştursa da, yeterince beşeri ve maddi kaynak ayrılır ve sabır gösterilirse neden aynı mutlu sonu paylaşmasınlar?
Bu son nokta, aslında baştan beri var olan bir tezatı (oksimoron) su yüzüne çıkarmaktadır. Bir çok tanımı olmakla birlikte demokrasi, en basit ifadeyle, vatandaşların hür iradeleriyle ve rekabetçi bir ortamda siyasi temsilcilerini seçtikleri yönetim biçimidir. Doğası gereği demokrasi, işgalci güçlerin örtülü veya açık tehditiyle iradeler baskılanarak tesis edilemez. Edildiği düşünülen Lübnan örneğinde olduğu gibi, sistemin oluşturulmasını sağlayan işgalci güç ülkeden ayrıldıktan sonra ceza-teşvik denklemi değişeceği için kuvvetler dengesi bozulacak ve istikrarı sağlamak kolay olmayacaktır.
Peki ya Almanya ve Japonya? Halen Almanya’da 30,000’in, Japonya’da ise 50,000’in üzerinde Amerikan askerinin konuşlanmış bulunduğu göz önüne alınırsa, A.B.D.’nin bu ülkelerdeki askeri varlığını sona erdirdiği, bu ülkelerin ise ulusal güvenliklerini sağlamak için kaçınılmaz olarak büyük silahlı kuvvetler inşa ettiği bir senaryoda 1-2 kuşak içinde nasıl siyasi sistemlere evrilebilecekleri, (Brexit veya Donald Trump’ın başkanlığı 2 yıl önceden tahmin edilememişken) bugünden kolay kolay öngörülemez. Hele ki bu kuşaklar Batı’da göçmen akınına, Doğu’da ise artan Çin tehditine maruzlarsa. Dolayısıyla, Almanya ve Japonya henüz yanıtlanmamış sorulardır ve başka ülkelerin “demokratikleştirilmesi” için meşrulaştırıcı vakalar olarak kullanılamazlar. Sonuç olarak, Afganistan ve Irak dahil bu zamana kadarki deneyimler, demokrasinin bir ihraç ürünü olmadığına, dışarıdan dayatma yoluyla değil ülke içinde karşılıklı güç dengesi sonucunda ortaya çıkmadıkça sürdürülmesinin çok olası bulunmadığına işaret etmektedir.
08.10.2018