Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

İsrail Devlet Politikası ve “Değişim Hükümeti”: Rota?

Bu yazı 15/01/2022 tarihinde yayınlanmıştır.

*Emekli Kurmay Albay İlyas Süpürgeci/Araştırmacı-Yazar

 

Devletlerin ortaya çıkış koşulları, oluşumu, nitelikleri, zaman içerisinde yaşadığı dönüşüm ve izlediği siyasi rota bakımından her birinin kendine özgü farklılıkları vardır. Bu farklılık, İsrail örneğinde çok çarpıcı ve kendine özgüdür.

İsrail’in Oluşumunda kendine özgü Farklılıklar Nelerdir?

Aynı topraklarda daha önce var olan bir devletin devamı niteliğinde değildir. İsrail devleti kurulmadan önce orada halkı Yahudilerden oluşan bir devlet yoktu.

Devleti kuran halkın büyük bir bölümü daha önce o toprakların sahibi olan ve orada doğup büyümüş olanların çocukları değildir ve dünyanın çok farklı coğrafyalarından göç ederek gelmiş olanlar ve onların çocuklarıdır. Göç bugün dahi sürmektedir.

Coğrafi bakımdan devletin hükümranlık alanı (ülke toprakları) sınırları, devletin kuruluş aşamasında ilan edilmemiştir. Bugün dahi bu durum geçerlidir.

İsrail Devleti ilan edilmeden önce o topraklarda kesintisiz olarak binlerce yıldır varlığını sürdüren ve nüfus olarak çoğunluğu teşkil eden bir halk olan Filistin Halkının herhangi bir rızası aranmamış ve tek yanlı olarak dönemin Britanya yönetimi tarafından bu durum bir oldu bitti olarak gerçekleştirilmiştir.

Toprakların bir bölümü ilk başlangıçtan itibaren uluslararası zengin Yahudi ailelerin katkı sağladığı Yahudi Ulusal Fonu tarafından yerli toprak sahiplerinden satın alınmış ve göçmen olarak gelen Yahudilerin yerleştirildiği Kibutz denilen tarıma dayalı işletme ve yerleşim birimleri kurulmuştur. Bu yöntemle elde edilen toprakların sahibi bugün dahi İsrail Devleti değildir ve bu topraklarda söz sahibi olan Dünya Yahudi Kuruluşu devlet içinde devlet gibidir.

Devlet ilanına kadar geçen süreçte, göçmen gelen Yahudiler, zamanla yeraltı örgütlenmesine dayalı bir “savunma" teşkilatı kurmak suretiyle; yerli halka yönelik yıldırma ve topraklarını terke zorlama siyaseti izlemiştir. Böylece Filistinlilerden arındırılan bölgeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu siyaset devlet ilan edildikten sonra devlet tarafından sürdürülmüştür ve bugün de devam ettirilmektedir. Filistin Halkına ait topraklarda bir taraftan devlet eliyle sürekli yeni Yahudi yerleşim yerleri kurulurken, diğer taraftan devlet tarafından himaye edilen radikal Yahudi gruplar tarafından topraklar sürekli kemirilmekte ve gasp edilmektedir.

İsrail Devleti kurma fikri ilk olarak ortaya atıldığında; nerede kurulacağı konusunda bir kesinlik yoktu ve bu konuda uzun tartışmalar yaşandı. Bu fikrin sahipleri de o tarihlerde zaten Filistin'de yaşamıyorlardı ve Avrupa ülkelerinde yaşıyorlardı. Tartışmalar sonunda Filistin bölgesinde “başkenti Kudüs olan, Yahudilere ait ve Yahudi karaktere sahip bir devlet” kurmak fikri (Siyonist idealin bir parçası olarak) kesinleşti. Fakat ortada ne bir vatan ne de bir millet vasfına sahip halk vardı. Çok farklı coğrafyalarda, farklı devletlerde, farklı kültürler içinde ve birbirinden oldukça uzaklarda binlerce yıldır yaşamakta olan Yahudiler artık kendi dillerini dahi konuşmuyorlardı ve İbranice sadece Tevrat dili olarak kalmıştı. İvrit (İbranice) aslında ölü bir lisan haline gelmişti. Dini inanç ve ideolojik bakımdan da çok geniş bir yelpazeye sahiptiler.

Yukarıda özet olarak belirtilen önemli nitelikler ve tarihsel süreçten de anlaşılacağı üzere İsrail bir projedir ve bu projenin gerçekleştirilmesi süreci devam etmektedir. Normal olarak bir ülke için hayati varlıklar olan; VATAN, MILLET, DEVLET VE EGEMENLİK bağlamında inşa süreci devam etmektedir. VATAN henüz meşru bir vatan değildir ve gittikçe artan işgale dayalıdır. Yahudi halk MİLLET olma bakımından; bütün çabalara rağmen henüz kader birliği ve bir arada yaşama iradesi bağlamında olgunlaşamamıştır ve gittikçe daha fazla ayrışmaktadır. DEVLET ve EGEMENLİK alanlarında ise; kapsayıcılık, ilkeler ve uygulamalar bakımından gittikçe daha ırkçı ve ayrımcı bir kimliğe doğru kayması, devam eden önemli hukuk ihlalleri ve bir garnizon devleti görüntüsü gibi nedenlerle meşruiyeti büyük bir soru işareti taşımaktadır.

Bir İsrail ülkesi yaratma projesinin temelinde hukuk ve meşruiyet olmadığı çok açıktır. Hukuk ve meşruiyetin esas olmadığı bir oluşumun asıl inşa unsuru ise şiddet veya güçtür. Siyasi, ekonomik ve askeri güçtür. Proje, başlangıçtan itibaren küresel, uluslararası ve hükümetler üstü konuma sahip Yahudi gücü tarafından zamana ve koşullara göre değişen farklı şekillerde desteklenmiş ve himaye edilmiştir. Günümüzde bu destek siyasi, askeri ve ekonomik bağlamda İsrail lobisinin çabalarıyla devam etmektedir. İsrail’in kendi boyunu aşan talepleri ve ihtiyaçları hukukilik ve meşruiyet aranmaksızın mutlaka dikkate alınarak er veya geç çözüme kavuşturulmaktadır. Diğer taraftan Filistin halkının varlığını ve haklarını koruma mücadelesi ise görmezden gelinmekte ve hak ettiği desteği alamamaktadır. Bütün bu süreçlerin hukuk dışı ve gayri meşru karakterinin, Siyonist ideallerin ilk ortaya çıkmasından bugüne kadar hiç değişmemiş olması ve süreklilik arz etmesi tüm bu uygulamaların Siyonizm’in hedefleri doğrultusunda izlenen bir devlet politikası olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.

Peki, hukuk dışı ve gayri meşru uygulamaları bir devlet politikası olarak sürdüren Siyonistler özellikle BATI tarafından niçin kabul görmektedir ve desteklenmektedir?

Bu çok önemli sorunun cevabını kısa ve öz olarak ifade etmeye çalışalım.

Birincisi; jeopolitik bakış açısıyla görülebilen nedenler: Jeopolitik bakış açısıyla İstanbul ve Kudüs bir bütünün iki parçasıdır. İstanbul kuzeydeki, Kudüs güneydeki jeopolitik kavşak noktasıdır ve Kudüs diğerini tamamlar. Her ikisini birden elinde tutan güç için bu durum jeopolitik sinerji yaratır ve bir küresel aktör olma potansiyeli sunar (Roma ve Osmanlı). Bu iki merkez farklı güçlerin elinde olduğu takdirde bölgede daima bir güç mücadelesi yaşanacaktır (bugün olduğu gibi).

İkincisi; enerji-politik bakış açısıyla görülebilen nedenler: Körfez Bölgesine, Irak ve Hazar Denizi bölgesine Akdeniz üzerinden girişi ve/veya adı geçen bölgelerden Akdeniz’e ve Kızıl Denize ulaşmayı kontrol eden bir kapı gibidir ve uygun limanlara ve üslere sahiptir.

Üçüncüsü; teo-politik ve/veya medeniyet bakış açısıyla görülebilen nedenler: Kudüs merkez olmak üzere, Filistin coğrafyasının neredeyse tamamında tek tanrılı her üç dinin mensupları için kutsal önem atfedilen birçok nokta vardır ve kutsal kitaplarda anlatılan birçok olayın geçmişte cereyan ettiği bölgedir. Diğer önemli bir gerçek ise; halklarının neredeyse tamamı müslüman olan ülkelerin yer aldığı ve birbirine karadan bağlı bütün bir İslam Coğrafyasına, BATI dünyasının denizden ve havadan giriş kapısı olarak kullanımına ve/veya nüfuz etmesine imkân veren bir garnizon devlet inşa süreci uygulanmıştır. Böylece BATI medeniyeti, kendi içinde barındıramadığı ve soykırıma karşı koruyamadığı toplulukları, Avrupa coğrafyasından uzaklaştırmış ve başka bir halka ve medeniyete ait olan topraklarda, BATI'nın çıkarlarını korumanın bir gerekçesini teşkil edecek şekilde, gayet planlı olarak yerleştirmiştir.

Türk-İslam Medeniyetinin bayraktarlığını yapmış olan Türkleri bu coğrafyadan silmenin son hamlesi de Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde verilen milli kurtuluş mücadelesi ile bertaraf edildikten sonra; BATI (o dönemde Londra ve Paris) İstanbul’dan ümidini kesmiş, fakat Kudüs merkezli Filistin bölgesinde bir Yahudi devleti projesine destek vermiştir. Bu desteğin resmi veya gayri resmi olmasının, açık veya örtülü olmasının bugün hiçbir önemi yoktur. Yukarıda özet olarak üç madde halinde belirtilen, bölgeyi önemli kılan hususların farkında olan dönemin güçlü Avrupa ülkeleri (Britanya, Fransa ve Almanya) her iki Dünya Savaşında da bölgeyi ele geçirmek üzere kendi aralarında mücadele halindeydi. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanlar, Osmanlı üzerinden bölgede etkin olmak ve yerleşmek için İstanbul-Hicaz Demiryolları projesini önemli ölçüde hayata geçirmişti. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman Nazi Ordusu tarafından Avrupa'da yaşayan Yahudilere soykırım (holokost) uygulanması ve milyonlarca Yahudi’nin hayatını kaybetmiş olması, Filistin'in kaderinde Osmanlı döneminin sona ermesinden sonraki ikinci önemli dönüm noktası olmuştur ve bölgeye Avrupa'dan Yahudi göçü deniz yoluyla büyük bir hız kazanmıştır ve devletin ilanını çabuklaştırmıştır. Devletin ilanında, uluslararası alanda kabul görmesinde ve desteklenmesinde Londra başrolü oynamıştır. Londra’dan Körfeze ve Asya'ya yayılan güç, denizler ve su yolları üzerinden gitmektedir. Bu bağlamda Kıbrıs Adası, İsrail ve Ürdün hep stratejik öneme sahip konumda olmuştur. Küresel ölçekte güç mücadelesine sahne olan Doğu Akdeniz bölgesinin kontrolünde bu üç nokta Londra için daima önemini korumuştur. Üç büyük Avrupa ülkesi (Britanya, Fransa ve Almanya) arasında, bu bölgeye ilişkin rekabet, bugüne kadar süregelmiştir. Fakat bu üçlüden dominant olan hep Britanya olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Bölgede Görev Devir-Teslimi ve Siyonist Vizyona Etkisi:

İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa güçlerinin büyük ölçüde zayıflamış olarak çıkması neticesinde, ABD bölgede Britanya'nın yerini almış ve dominant rolünü üstlenmiştir. Bölgede genel olarak ABD liderliğindeki BATI ile Rusya liderliğindeki Sovyetler Birliği arasında rekabet ve güç mücadelesi başlamıştır. 1970’li yıllarda, Arap- İsrail savaşlarının da tesiriyle Rusya'nın daha çok Araplara silah desteği sağlaması, İsrail’in Rusya ile ilişkilerine mesafe koymasına ve ABD ile yakınlaşmasına neden olmuştur. İsrail-ABD arasındaki yakınlaşmanın ve aşamalı olarak stratejik iş birliğinden özel ilişkilere kadar varan bir sürecin gerçekleşmiş olmasının arka planında ABD'de yaşayan ve sayıları İsrail'de olandan daha fazla Yahudi olduğu bir gerçektir. ABD'de İsrail için lobi hizmetleri yürüten Yahudi varlığının ABD içindeki gücünün boyutlarını bilmek ve doğru değerlendirmek gerekir. İsrail için, kendi deyimleriyle “stratejik değerde bir varlıktır”. Bu bağlamda; Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden itibaren “Büyük (geniş) Ortadoğu Projesi”nin tetiklenmesiyle başlayan ve bölgenin altını üstüne getiren bir dizi felaketin yaşandığı ve ABD'nin de enkaz altında kaldığı çok kanlı sürecin arkasındaki motivasyonun ne olduğu ve bu motivasyonu besleyen aktörlerin kimler olduğu bugün sır değildir. Bugün sır olmayan gerçekleri bölge halklarının asla unutmaması gerekir.

ABD'nin Küresel Strateji Değişikliğinin İsrail’in Siyasetine Etkisi:

Günümüzde dünya güç dengesinde meydana gelen değişikliğin ve ABD'nin kendi iç sorunlarının devasa boyutlara ulaşmış olmasının da etkisiyle; ABD'nin küresel stratejisinde, İsrail'in merkezinde yer aldığı Geniş Ortadoğu Bölgesi artık birinci öncelikli bölge olmaktan çıkmış görünmektedir. Başkan Obama döneminden itibaren ilk işaretleri alan Tel Aviv değişen bu duruma uygun olarak yeniden konumlanma arayışına girmiştir. Bu bağlamda özellikle Netenyahu döneminde hem bölgesel hem küresel ölçekte boyutları olan bir dış siyaset izlemek için siyasi, güvenlik ve ekonomi alanlarında bir dizi yeni stratejiler oluşturma çabası sergilenmiştir. Bu çabaların merkezinde bölgede ve BATI'da Türkiye karşıtı bir cephe oluşturmak ve tecrit ederek zayıflatmak hedefi vardır. Bu hedef Tel Aviv'in boyunu aşan bir hedeftir, fakat izlediği stratejiler kendi varlık nedeni ve kendisine başlangıçtan itibaren yüklenmiş olan misyon ile örtüşen bir görüntü sergilemektedir. Diğer bir deyişle Siyonistler, stratejilerini bu misyon ile uyumlu bir ambalaj içinde pazarlamaktadırlar. Bu doğrultuda belirlenen yeni rotanın ana bileşeni yine BATI olmakla birlikte; ABD'ye ters düşmeden ve zıtlaşmadan Rusya, Hindistan, Çin gibi büyük güçlerle siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında ikili ilişkileri geliştirmek için sahip olduğu araçları kullanmaya çalıştığı görülmektedir. Diğer yandan bölgedeki Arap ve halkı Müslüman olan ülkeler (Afrika'nın en batısından Endonezya'ya kadar) ile ilişkilerini normalleştirme bağlamında; ABD'nin de desteklediği siyasi, ekonomi ve güvenlik alanlarında ikili ilişki kurmak ve/veya var olan ilişkilerini geliştirmek için dış siyaset izlemektedir. İran ve Pakistan'ın farklı nedenlerle bu siyasetin kapsamı dışında olduğunu belirtmek gerekir. Halkları Müslüman olan bölge ülkeleri (özellikle Araplar) ile ilişkilerini normalleştirme stratejisi, Siyonist idealler ile ve bölgede yüklenmiş olduğu misyon ile çelişen bir durum değildir. Aksine bu misyona hizmet etmektedir. Çünkü Türk-İslam Medeniyetinin bayraktarlığını yapmış olan atalarının bugünkü mirasçısı durumunda olan Türkiye, Siyonistler tarafından asıl tehlike olarak görülmekte ve Arap dünyasından tecrit edilmek istenmektedir. BATI’ya ve bölge ülkelerine de sanki bir tehditmiş gibi gösterilmektedir.

Netanyahu Hükümetleri dönemi ve derin siyasi kriz dönemi sonrasında güçlükle kurulan ve DEĞİŞİM HÜKÜMETİ olarak kamuoyuna takdim edilen mevcut çok partili koalisyon hükümeti neyi değiştirecektir?

Bu sorunun cevabı önemlidir. Fakat çok fazla umutlanıp sonrasında derin bir hayal kırıklığı yaratacak bir beklenti içinde olmamak gerektiği çok açıktır. “Değişim Hükümeti”, Siyonist ideallerin yarattığı ve zamanla gittikçe derinleşmiş ve kemikleşmiş olan ve neredeyse bir beka meselesi halini almış olan iç bünyedeki sorunların çözülmesi yolunda, bir seri reform adımları atma çabası sergilemektedir. Yani Siyonist rejimin dayanıklılığının arttırılması hedeflenmektedir; normal bir devlet haline gelmek değil. Kutsal kitap Kuran'ı Kerim’in ayetlerini ve bir evrensel barış dini olan İslâm dinini terörün ve tehdidin kaynağı olarak gösteren düşünceyi benimseyenlerin ve bunun küresel propagandasını yapanların rotasının, meşru, samimi ve adil bir barış istikametinde olmadığını anlamak gerekiyor. Diğer önemli bir husus ise; Siyonist projeyi destekleyen ülkelerin, tarihsel süreç içerisinde gittikçe artan ölçüde bundan zarar gördükleri ve zaman zaman inisiyatifi kaptırdıkları gerçeğinin farkına varmaktır.

Sonuç:

ABD için bölgenin öneminin ve önceliğinin birinci sıradan daha aşağı bir seviyeye kaymış olmasından kaynaklanan boşluğun hangi güçler tarafından ve hangi ölçüde doldurulabileceği konusu, bölgedeki en önemli gündem maddesi olma özelliğini sürdürmektedir. Geleneksel olarak Britanya, ABD'nin bölgedeki yükünü paylaşma ve tekrar etkin hale gelme konusunda en kuvvetli adaydır. Aslında bölgede hep var olan fakat görünmemeye çalışan Britanya'nın çıkarları; jeopolitik bakımdan birbirini tamamlayan iki parça olan İstanbul ve Kudüs’ün birbiriyle mücadele etmesini değil, aksine birbirine doğru yakınlaşmasını gerektirmektedir. Bunu görmek çok zor değildir. Fakat, bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini veya hangi süreçlerle ve nasıl gerçekleşeceğini bize, zaman gösterecektir. Bu husus Ankara-Washington hattındaki süreçlerle de çok yakından ilgilidir.

Dünya hukuk, adalet ve meşruiyet çerçevesinde Filistin’de ve bölgede barışı hâkim kılmak, bölgedeki tüm halkların barış ve refah içerisinde yaşaması için samimi bir çaba göstermek zorundadır. Bu, özellikle “medeni” BATI'nın omuzlarındaki en ağır yük ve sorumluluktur. Bir soykırıma maruz bırakılan Avrupa Yahudi toplumuna karşı işlenen bu korkunç fiilin günahını taşıyan BATI, bu günahı âdeta masum Filistin halkının ve diğer bölge halklarının sırtına yükleyerek kendini kurtaramaz.  Aksine, BATI aynı fiili sürekli tekrarlamaktadır ve aynı günahı defalarca yüklenmektedir.

Peki, BATI'nın bu rotası, insanlığın hayrına sonuçlar doğurabilir mi?!