Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Kavramsal Tutsaklık: NATO ve AB Üyeliği

Bu yazı 28.08.2018 tarihinde yayınlanmıştır

Sinan TAVUKCU


“Onlarca yıldır bildiğimiz Atlantik İttifakı sonuna yaklaşıyor.

Buradaki ana sorunlardan biri, Avrupalı müttefiklerin

1945 ile 1989 arası dönemin 'kavramsal tutsağı' kalmış olmaları

 ve bunun dışında herhangi bir geleceği hayal dahi edememeleriydi”

Miguel Monjardino

 

ABD ile halen yaşanmakta olan ekonomik savaş, Türkiye’deki bazı entelektüel ve siyasi çevrelerin ABD’yle stratejik ortaklık ve müttefiklik arzularını savunulamaz ve sürdürülemez hale getirmiştir. Kendilerini Batı’nın ve Batı sisteminin ayrılmaz bir parçası olarak gören çevreler, bu defa, varlık krizi yaşamakta olan Avrupa Birliği’ne vereceğimiz siyasi-askeri desteklerle AB’yi küresel bir güç yapma ve içinde yer alma hülyasına daldılar.

Halbuki topu topu 60 yıllık geçmişi olan “Pax Europeana”, 1950’li yıllara kadar devam eden uzun ve yıkıcı Avrupa savaşlarının mola devresinden ibarettir. Nitekim, Avrupa ülkelerinde yükselen faşizm rüzgarları eski günlere dönüşün işaretini vermektedir. Avrupa Birliği, birbiriyle savaşmaktan yorgun düşen altı Batılı devletin (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda), harp teknolojisinin vazgeçilmez hammaddeleri olan kömür ve demir sektörleri üzerinde kontrol ve iş birliği geliştirerek savaşmayı engellemek üzere oluşturdukları topluluğun zamanla genişleyerek önce Avrupa Ekonomik Topluluğu (1957) ve nihayet 1992 Maastricht Anlaşmasıyla siyasi birliğe dönüşmüş halidir.

Maastricht antlaşması ile üye ülkeler arasında ekonomik ve parasal birlik, ortak dışişleri ve güvenlik politikası, adalet ve içişlerinde işbirliği sağlanarak tam bir entegrasyon hedeflenmiştir. Mevcut sınırların kaldırılması ve üye devletlerin yetkilerini ulus-üstü bir otoriteye devretmeleri suretiyle tek bir devlet gibi hareket etmek amaçlanmıştır.

Altı kurucu devlete ilaveten topluluğa üye kabul edilen diğer 22 ülke, kabul tarihleri itibariyle, aşağıdaki gibidir:

1972’de İngiltere, İrlanda, Danimarka

1981 yılında Yunanistan

1986 yılında İspanya ve Portekiz

1995 yılında Avusturya, Finlandiya, İsveç

2004 yılında Çek Cumhuriyeti, Estonya, Güney Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Malta, Slovakya ve Slovenya

2007 yılında Bulgaristan, Romanya

2013 yılında Hırvatistan

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik macerası ise 1963 Ankara Anlaşması ile başlamış olup, aday ülke statüsü ile AB kapısında hala bekletilmeye devam ediyor…

Güvenliğini ABD patronajındaki NATO’ya emanet eden Avrupa ülkeleri, savunma yükünü azaltarak bir yandan ekonomik gelişmeyi, diğer taraftan üye ülkeler arasında siyasi entegrasyonu sağlamayı hedefleyerek 500 milyon vatandaşlı küresel bir güç oluşturmaya yöneldiler.

Gelinen noktada, Birliğin devamı açısından hiç de iç açıcı bir tablo ortaya çıkmamıştır. Nitekim, Avrupa Birliği'nin temellerinin atıldığı Roma Antlaşması’nın 60. yıldönümü töreni için 24 Mart 2017’de Vatikan'da toplanan 27 AB ülkesinin liderleri ile AB kurumlarının temsilcilerine hitap eden Papa Francesco, AB'nin bugün karşı karşıya olduğu krizleri yenebilmesi için kendisini sorgulaması gerektiğini söyleyerek Birliğin varolma krizine dikkat çekmiştir.

AB ülkelerinin liderleri ve AB kurumlarının temsilcilerinin, Birliğin 60’ıncı kuruluşunu Vatikan’da bir törenle kutlamaları bir hayli garip karşılandı. Katolik, Protestan, Ortodoks demeden hepsi, üstelik AB üyesi olmayan Vatikan’da Papanın huzurunda buluşmuşlardı. Demokratik ve lâik değerlerin şampiyonu AB üyelerinin dünya kamuoyuna verdikleri bu görüntü ya Birliğin Hristiyan kimliğinin vurgulanmasına ya da Birliğin dağılmaması için Papa’nın manevi himâyesine ihtiyaç duyulmasının eseri olmalıydı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 27 Mart’ta yaptığı konuşmasında, Avrupa Birliği üyesi ülke liderlerinin Vatikan'da bir araya gelmesini; “Hayırdır niye Vatikan'da bir araya geldiniz? Papa ne zamandan beri AB üyesi oldu? Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi. Bu budur. Siz Türkiye'yi Müslüman olduğu için içeri almıyorsunuz” sözleriyle eleştirmişti.

Avrupa Birliği’nin Geleceğini Tehdit Eden Krizler

Üye ülkeler arasında siyasi bir entegrasyonu hedefleyen AB, bu hedefine ulaşmak bir yana bugün dağılması konuşulur hale gelmiştir. Avrupa Birliğini tehdit eden konular ekonomik, siyasi, sosyo-kültürel ve askeri konular olmak üzere sıralanabilir.

Ekonomik sebepler

2008 Euro krizi ile birlikte Avrupa’da büyüme problemleri yaşanmaya başlandı ve üye ülkeler arasındaki dayanışma ruhunun hızla kaybolmaya başladığı görüldü. Kriz döneminde (2008-2014) Euro bölgesine dahil olmayan İngiltere’nin Euro bölgesine dahil ülkelere göre 2,5 kat büyümesi Euro’ya olan güveni sarstı.

Avrupa’nın ekonomik krizini besleyen yapısal unsurlar olarak; işsizlik (Mart 2018 itibariyle genç işsiz oranı; Yunanistan’da %43,2, İspanya’da %33,8, İtalya’da %31,9), nüfusun yaşlanması, emekli sayısının hızla artması, kalkınma hızının yavaşlaması sebebiyle üretimin azalması, 2004 yılından sonra birliğe katılan Doğu Avrupa ülkelerinden gelen milyonlarca işgücünün AB içi ücret dengelerini bozması, ekonomik kararların süratle alınamaması, üye ülkelerin bütçe taahhütlerini yerine getirememesi, para birliğinin temin edilememesi (Euro bölgesine 8 ülke dahil olmamıştır), Euro’ya geçen üye ülkelerin pek çoğunda fiyat artışları ve gelir kayıpları yaşanması sayılabilir.

Bir kısım AB üyesi ülkelerde yaşanan ve genişleyeceği beklenen borç krizine karşı dayatılan sert finansal tedbirler şiddetle eleştirilmektedir. Enflasyonla mücadelede katı bütçe kuralları isteyen Almanya ile Euro Bölgesi'ndeki ekonomik büyümeyi esnek para politikalarıyla canlandırmak isteyen Güney Avrupa ülkeleri arasında siyasi gerilimler yaşanmaktadır. Güney Avrupa ülkeleri bu dayatmayı, ihracat odaklı Alman ekonomisine hizmet ettiği, sanayileri güçsüz olan Güney Avrupa ülkelerinin gelişmesini engellediği ve dayanışma ruhuyla yaklaşılmadığı için eleştirmektedirler.

Öte yandan, Batı Avrupa ülkeleri Doğu Avrupa ülkelerini bir yandan AB fonları ile nemalanırken, diğer taraftan Batı Avrupa vatandaşları aleyhine sonuç verecek düşük ücret ve vergi politikaları uygulamakla ve uzun vadede AB’ni işlemez hale getirmekle suçluyorlar. Doğu Avrupa ülkeleri Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya ise Batılı holdingleri, Doğu Avrupa ülkelerinde aynı markayla çok daha kötü ürünleri satışa sunmakla itham ediyorlar.

AB bünyesinde ekonomik kriz kaynaklarından birisi de bütçe açıklarıdır. İngiltere'nin AB'den çıkması (Brexit), birlik bütçesini alt-üst etmiş ve Birlik bütçesinin en az 13 milyar euroluk açık vermesine neden olmuştur. Bu miktar, AB'nin tüm bütçesinin yüzde 16'sına denk gelmektedir.

Batı Avrupa ülkelerinin, en çok Polonya, Çekya, Romanya, Macaristan, Yunanistan, Slovakya ve Bulgaristan tarafından kullanılmakta olan uyum fonları için, hukukun üstünlüğüne gösterdiği saygıya orantılı olarak fonların aktarımının dondurulması ya da kesilmesine ilişkin düzenleme yapılması talepleri Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında bir başka gerilim sebebi olmuştur. Yine Macaristan'ın başını çektiği bir grup ülke, AB fonlarının bölgesel kalkınma ve araştırma gibi kalemlerden kısılıp sığınmacı politikasına harcamasını şiddetle eleştiriyor ve bu harcamaların ulusal bütçelerden karşılanması gerektiğini savunuyorlar.

Avrupa Birliği'ne üye 27 ülke liderinin AB'nin 2021-2027 bütçesini görüşmek üzere Şubat ayı sonunda toplandığı zirvede, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in, AB'nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum yüzünden dağılabileceği uyarısı yapması AB’nin geleceğinden duyulan ciddi endişeyi ortaya koymaktadır.

Siyasi Sebepler

AB’de seçilmişler ve atanmışlar arasındaki güç çekişmesi her gün biraz daha gün yüzüne çıkmaktadır. Karar alma mekanizmalarının yavaş çalışması, hızlı ve etkili karar alınamaması AB’nin en büyük handikapı durumundadır. Yaklaşık 90 bin sayfalık mevzuata bağlı olarak, karar alma sürecinin Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği Konseyi başta olmak üzere birçok kurumu içermesi AB’yi küresel bir güç olmaktan uzaklaştırmaktadır. AB’nin hantal bürokrasisi de uygulamada yavaşlığı ile bir başka problem kaynağıdır.

Atanmışlar, yaşanmakta olan krizlerin sorumlusu olarak, egosu fazla şişik, kararsız ve milliyetçi duygulara sahip hükümet başkanlarından oluşan Avrupa Komisyonu’nu suçlamaktadırlar. Birlik bünyesindeki lider konumundaki ülkelerin, kendi aralarındaki liderlik mücadelesi bu suçlamaları haklı kılmaktadır.

Avrupa Birliği sözleşmelerine göre tüm üye ülkeler eşit olup, verilen kararlardaki katılım payları ülkelerin nüfuslarına göredir. Ancak bu oylama mekanizması, hayata geçiren reformların Almanya'nın merkezinde yer aldığı kuzey ülkeleri koalisyonunun lehine kararlar alınması sonucunu doğurmaktadır. Buna ilave olarak, AB Konseyi'nin gayri resmi uygulamaları da söz konusu koalisyonunun çıkarlarını korumayı öncelemektedir.

AB’nin hızlı genişlemesi ve entegrasyon güçlüğü Avrupa içinde “İki farklı hızda bir Avrupa” fikrinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Almanya, Fransa, Belçika ve İtalya’nın desteklediği bu konsepte göre, üye ülkelerin en az iki kategoriye ayrılması düşünülmektedir. Post-komünist ülkelerin AB'nin müttefiki olarak görüldüğü ve henüz bütün üyelerin her türlü siyasi ve kurumsal karar verme yetkisinin olmadığı 2004 öncesi duruma dönülmesi istenilmektedir. Polonya başta olmak üzere bazı Doğu Avrupa ülkeleri "İkinci sınıf AB" oluşacağı endişesi ile bu fikre karşı çıkıyorlar.

AB’de birlik ruhunun kaybolduğuna, 'sıkı bir birlik' hedefinden vazgeçildiğine inananlara göre AB’den geriye bir şey kalmadı.  Onlara göre, Brüksel’de alınan kararlar ancak Berlin’in işine geliyorsa uygulanabiliyor. Yine onlara göre, Berlin’in tek tek diğer üyelerle yapacağı anlaşmalarla şekillenen bir Avrupa AB’nin yerini almaya adaydır.

Avrupalı ülkelerinin kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde ekonomik kalkınma, demokratik değerler ve tehdit öncelikleri bakımından ayrışması ve birbirlerine karşı duydukları güven ve sorumluluğun azalmakta oluşu Birliğin geleceğini tehdit etmektedir.

Sosyo-Kültürel Etkiler

Avrupa Birliği, farklı milletlerden ve farklı dilleri konuşan ülkelerden oluşmaktadır. Üye ülke halklarının arasındaki tarihi anlaşmazlıklar, yaşanmış savaşlar, çözülmemiş ihtilaflar ve birbirine sevgi duymamaları dayanışmanın önündeki sosyo-kültürel engellerin başında gelmektedir. Halkların tamamı Hristiyan olmakla birlikte farklı mezheplere mensup bulunmaları da gerçek manada entegrasyonun önünde engel oluşturmaktadır.

Yine İspanya’da Katalonya, Fransa’da Korsika, İtalya’da Veneto ve Lombardiya, Belçika’da Flaman Bölgesi’nde görüldüğü gibi yerel azınlıklar, yeni bir devlet olarak tanınmak ve bu statüyle AB’ye üye olmak istiyorlar. Sınırların kaldırılması ve ulus devlet yetkilerinin ulus-üstü birliğe devredilme idealine zıtlık teşkil ediyor görünse bile, Brexit sonrası ayrılıkçı hareketler ivme kazanmış durumdadır.

Halklar arasındaki bu yapısal farklılığın yanı sıra, mülteci krizi, artan yabancı düşmanlığı, terör tehdidi ve ırkçılığın yarattığı aşırı sağcı ve milliyetçi akımlar Avrupa ideali ve entegrasyon önündeki yeni engeller olarak ortaya çıkmıştır. 

AB vatandaşları, küreselliği ve açık toplumu savunan liberal bir cephe ile, egemenliğini AB Parlamentosuna devretmek istemeyen milliyetçi iki cephe arasında savrulma halindedir. İkinci cephe, Macaristan'dan Katalonya'ya kadar her geçen gün daha fazla taraftar toplamakta, ulus devletlerini yeniden inşa etmek isteyenlerin sesleri gittikçe yükselmektedir. Avrupa'nın faşizmin ve milliyetçiliğin enkazının altından çıkarak kurduğu birliğin vatandaşlarının bir kısmı bu geçmişi unutmuş görünüyor. Avrupa Birliği’ni kuran nesil ile yeni nesil arasındaki ideal ve gelecek beklentisi her geçen gün daha da farklılaşıyor.

Eski Doğu bloku halkları, Avrupalı olarak ikinci sınıf birey muamelesi gördüklerini düşünüyorlar. Demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarına saygı gibi yıllardır taahhüt edilen Avrupa standartları onlar için derin bir hayal kırıklığına dönüşmüş durumda. AB’ne girdikten sonra karşılaştıkları vahşi neokapitalizm, siyasi seçkinlerin yolsuzluğu ve hayat standartlarının tepe taklak olması halklarda büyük bir yılgınlık ve umutsuzluk oluşturmuş vaziyette.

Dış Politika Oluşturma ve Savunmada Yetersizlik

12 Aralık 2003 tarihinde Brüksel’de düzenlenen Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde kabul edilen AB Güvenlik Strateji Belgesi’nde (A Secure Europe in a Better World) 25 üyesi bulunan Birliğin, 450 milyonun üzerinde nüfusu ve dünya gayri safi milli hâsıla (GSMH)’sının dörtte birini üreten ekonomisiyle kaçınılmaz bir şekilde küresel bir aktör olduğu açıklanmış ve daha iyi bir dünyanın inşasında sorumluluk üstlenilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Ancak, ne 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinde, ne Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan çatışma ve savaşlarda, nede Arap Baharının etkisiyle patlayan Libya’daki iç savaşa müdahalede AB üyesi ülkeler birlikte hareket etme ve süreci yönetme konusunda kabiliyet sergileyememişlerdir.

Aynı başarısızlık Rusya’nın Kırım’ı işgalinde ve Suriye iç savaşında da devam etmiştir. Her ülke tek sesli ortak bir dış politika izleme yerine, ulusal menfaatlerini önceleyen bir politika izlemeyi tercih etmiştir.

Ulusal menfaatlere göre davranma ve dayanışma ruhuyla hareket etmeme temâyülü, mülteci krizinde İtalya ve İspanya’nın yalnız bırakılması ile bir kez daha görüldü. Avrupa’nın Güney ve Doğu’sundan uzakta, mülteci göçü ile yüz yüze kalmayan üye ülkeler umursamaz bir tavır sergilediler ve maliyetlere katlanmak istemediler.

Yine, ABD büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınması konusunda da AB ülkeleri ortak ve bağlayıcı bir politika belirleyemediler, üye ülkelerin çoğunluğunun muhalefetine rağmen Avusturya, Çekya, Macaristan ve Romanya ABD Büyükelçiliğinin Tel Aviv'den Kudüs'e taşınma törenine katıldılar.

Küresel güç olduğunu iddia eden AB’nin büyük imtihanı ABD ile olacak görünüyor. ABD’nin İran ile imzalanan 5+1 anlaşmasından çekilerek İran’a karşı yaptırım uygulamaya başlaması, anlaşmada imzası bulunan İngiltere, Fransa ve Almanya için bir tutarlılık ve kararlılık sınavına dönüşmüştür. Bu ülkeler ya imzasının arkasında durarak en önemli müttefikinin karşısına geçecek ya da AB’ni Trump’a boyun eğerek çıkarlarını korumaktan aciz bir birliğe dönüştürecektir. AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker Mayıs ayında Sofya'daki AB zirvesinde, İran'ı hedef alan yaptırımları bloke edecek yasa sürecini başlatacaklarını, Avrupa şirketlerinin İran'ı hedef alan yaptırımlara uymalarını yasaklayacaklarını, Amerikan yaptırımlarını uygulamaya zorlayan mahkeme kararlarının da tanınmaması için bir yasayı uygulamaya geçireceklerini söylemesine rağmen Batı Avrupa şirketlerinin pek çoğu İran pazarını terk etmiş durumda.

Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’un Trump'ın demir, çelik ve alüminyum ithalatına getirdiği vergilere ve İran' ın nükleer programına dair anlaşmadan çekilmesine 16 Mayıs tarihli twitter mesajında verdiği cevap AB’nin düştüğü durumu göstermesi bakımından mânidardır: "Donald Trump'ın son kararlarına bakan biri şunu düşünecektir: Böyle bir dostu olan düşmana neden ihtiyaç duysun. Aslında Avrupa Birliği olarak kendisine minnettar olmalıyız, bizi bir hayalden uyandırdı, ihtiyaç duyduğumuz yardım eli yine kendi kolumuzun bitimindeki kendi elimizmiş”

ABD Başkanı Donald Trump’ın başkan seçildikten sonra NATO’dan çekilme tehdidi ve NATO üyelerini ödemeler konusunda zorlaması üzerine AB çevrelerinde NATO ile ilişkiler de sorgulanmaya başlandı. Bu sorgulamaların en ilginçlerinden birisi, “Şefi Washington'da oturan, öncelikleri Beyaz Saray'daki kişiye ve endüstrinin ihtiyaçlarına göre belirlenen, bir eşitsizler ittifakı”[1] olarak NATO’nun tanımlanmasıydı.  Expresso yazarı Miguel Monjardino da Atlantik İttifakına olan zihin tutsaklığını şöyle ifade ediyordu: “Onlarca yıldır bildiğimiz Atlantik İttifakı, sonuna yaklaşıyor. ... Buradaki ana sorunlardan biri, Avrupalı müttefiklerin 1945 ile 1989 arası dönemin 'kavramsal tutsağı' kalmış olmaları ve bunun dışında herhangi bir geleceği hayal dahi edememeleri.”[2]

Monjarido’nun “kavramsal tutsak” betimlemesi, bizim ABD, AB ve NATO dışında hiçbir gelecek tahayyülü bulunmayan aydın ve siyasilerimizi de gayet güzel tarif ediyor…

Avrupa’da ciddi orduya sahip ülkeler Fransa ve İngiltere’den ibarettir. Kuzey Atlantik İttifakı'nın günün birinde ortadan kalkabileceğini aklına bile getirmeyen Avrupa, Trump’un başkan olması ile birlikte acı gerçekle yüzyüze gelmiş durumdadır. NATO’nun alternatifi olabilecek bir savunma politikası ve ordusunun olmaması AB’nin terörizm, mülteci krizi, Rusya'nın agresif tutumundan kaynaklanacak tehditler vb gelişmelere karşı koyma iradesini felç edecektir.

Sonuç

ABD’ye Türkiye üzerinden Irak’a asker sokma izni veren 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi ve Türkiye’nin BOP projesinde oyun bozucu rolü ABD’nin Türkiye’ye karşı husumetini zirveye taşımıştır. Bize karşı terörist grupları silahlandırarak saldırtması, NATO ile müştereken 15 Temmuz’da ülkeyi işgale kalkışması ve nihayet 24 Haziran Başkanlık seçimlerinden sonra ekonomiyi çökertecek finansal operasyonlar yürütmesi ile ABD’nin husumeti savaşa dönüşmüş durumdadır.

ABD ile stratejik ortaklık ve dostluğun sona erdiği bu konjonktürde Türkiye’nin Batıcı çevreleri, Türkiye’nin bu eksenden kopmaması için AB’ye sarılmamız gerektiğini söylüyorlar. İsrail-Filistin meselesi, mülteci sorunu, radikal terörle mücadele, ABD yaptırımlarına karşı ortak mağduriyet, Rusya ile dengeli ilişkiler kurulması, enerji güvenliği vb pek çok noktada örtüşen çıkarlarımızın bizi bir arada tutacağını iddia ediyorlar. Hatta NATO’nun geleceğinden umutlu olmadıkları için, üçüncü ülkelerin katılımına açık olan, Avrupa ortak savunma girişimi (PESCO)’ya dahil olmamızı tavsiye ediyorlar.

Başkanlık sistemine geçilmesi ile birlikte Avrupa Birliği Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı'nın bağlı bir kuruluş seviyesine indirilmiştir. Bu düzenleme, 1963’ten beri Avrupa kapısında bekletilen ve hiçbir zaman Birlik üyesi olamayacağı anlaşılan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne verdiği bir cevaptır. Bundan sonra elbette Batı dünyası ile ilişkiler karşılıklı menfaat ekseninde devam ettirilecektir. Ama körü körüne bir bağlılık ve stratejik ortaklık söz konusu olmayacaktır. Hâkimiyet coğrafyasında yüzlerce yıl “Pax Ottomana” yı hayata geçirmiş olan Türk devletinin 60 yıllık “Pax Europeana”dan kazanacağı bir şey yoktur.

 

[1]Richard Werly, Trump yaraya parmak bastı

 https://www.letemps.ch/opinions/donald-trump-un-parrain-lotan

[1] Miguel Monjardino, Artık konu özgürlük ve demokrasi değil,

 https://www.eurotopics.net/tr/202574/nato-zirvesi-avrupa-nin-mi-adim-atmasi-gerekiyor