Kenan Evren’in Anılarında 12 Eylül Darbesi
Bu yazı 05/09/2022 tarihinde yayınlanmıştır.
*Prof. Dr. Tevfik ERDEM/ SDE İç Politika ve Hukuk Koordinatörü
12 Eylül 1980 darbesinin lideri ve Genel Kurmay Başkanı olması hasebiyle Kenan Evren’in darbe dönemine ilişkin anıları önemlidir. Bu önem, yazdıklarının mutlak doğruluğu anlamına gelip, darbeyi meşru görme şeklinde okunmamalıdır. Anılar, darbenin bir numaralı aktörünün gözünde dönemin Türkiye’sinin anlaşılmaya çalışılması açısından dikkate değer ve ayrıca onun gözünde darbenin neden meşru bir gerekçeye dayandığı da anılar üzerinden daha iyi anlaşılabilir.
Evren’in anılarında[1] dönemin siyasetçilerine karşı eğilimi de zaman zaman ortaya çıkar mesela Erbakan’a karşı sürekli bir olumsuzluk ve eleştiri, Türkeş’ e karşı da aynı tavır sergilenirken Ecevit’e yani Karaoğlan’ karşı, eğer bazı şeyleri yapabilseydi iyi bir siyasetçi olacağı ima edilir. Demirel ise, sözüne çok güvenilmeyen, siyasi manevraları ülke menfaati lehinde işlemeyen biri olarak resmedilir.
1990’larda askerlerin DYP ve ANAP koalisyonunu istemeleri gibi 70’li yılların sonuna doğru ortaya çıkan MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerine karşı da eleştirel tavır takınan Evren (177,182), kurulması gereken asıl koalisyonun CHP ve AP (Adalet Partisi) koalisyonu olması gerektiğinden dem vurur. Ancak siyasetin doğası iktidarı ele geçirme üzerine işlediğinden ne sağ ne de sol siyasi partiler ve liderler arasında onu paylaşma konusunda bir anlaşma gerçekleşir. Türkiye’deki siyasi kültürün iktidarı paylaşma yönündeki sicilinin çok da temiz ve uzun soluklu olduğunu söylemek mümkün değildir.
Evren’e göre darbeye doğru giden süreç Türkiye’nin çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmasından kaynaklanır. Bu sorunların başında ekonomik sorunlar gelir. Bu sorunların kökeninde ABD’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uyguladığı ambargodan kaynaklanan petrol ve finans krizi vardır. Bu sıkıntı nedeniyle silahlı kuvvetlerin modernizasyonu da gerçekleştirilemez. Ekonomik kriz sadece ABD’nin uyguladığı ambargodan kaynaklanmaz, ABD’nin kontrolünde olan Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar da Türkiye’ye kredi vermez. Bunun sonucunda dış borçlar ödenemez, Türkiye’nin gireceği döviz sıkıntısı, dış ticaret açığı öylesine büyüktür ki, 70 cent’e muhtaç hale gelme dönemi başlayıp, bütçe açıkları artar.
1970’li yılların ikinci yarısını yaşayanların hafızasında bu yıllar, kuyruklar, karaborsa ve hayat pahalılığı yılları olarak kalır.
Uluslararası arenada da Türkiye sorunlar yaşamaktadır. Türkiye NATO’nun bir üyesi ama buna rağmen önemsiz bir bileşen olarak görülür. Türkiye’nin uluslararası arenadaki yalnızlığı ve önemsizliği onun sadece küresel siyaset değil bölgesel siyaset alanında dahi etkisiz bir aktör olmasına neden olur. Kıbrıs meselesinde izlenilen yöntem bu yalnızlığın bir sebebi olarak görülür. Evren’e göre bunun arkasında Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde uzlaşılmaz ülke pozisyonunda görünmesi yatmaktadır. Burada da suçu Erbakan’a yükleyen Evren, sorunun Maraş’ın verilmesiyle çözüleceğine inanmaktadır (182). “(Kıbrıs meselesinde) , karşı tarafın istediği toprak fedakârlığı yapılamıyordu. Zira Erbakan hem 1974’teki Ecevit hükümeti döneminde ve hem de her iki Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde “Kan dökülerek alınmış toprakların bir karışı bile geri verilemez” diye tutturmuş ve bu yüzden de görüşmeler bir sonuca ulaştırılamamıştı. Belki harekâttan sonra başlayan müzakerelerde bir kısım toprak parçası ve Maraş bölgesi verilebilseydi Kıbrıs problemi daha o tarihte halledilebilecek ve uyuşmaz taraf biz olmayacaktık” diyerek Kıbrıs sorunun çözümünü bir kısım toprak parçasının verilmesine bağlar.
Siyasi krizler de 12 Eylül’e doğru giden süreçte çok önemli rol oynamıştır. 1970’li yıllar Türkiye’nin tek parti hükümeti ile tanışmadığı yıllardır. Zayıf koalisyonlar, küçük partilerin hükümet kurmada oynadıkları roller, onların siyasi ve bürokratik hayatta önemli roller oynamalarına neden olur. Aynı zamanda Evren’in anılarında isim verilmeden zikredilen Güneş Motel olayı gibi siyasi rüşvetlere sahne olur. 12 Eylül sonrası %10’luk ülke barajının devreye sokulmasının ardında bu siyasi krizler vardır.
Demokrasinin temel paradokslarından biri olan “temsilde adalet ve istikrar” paradoksu tam da bu süreci anlatır. Çünkü 1970’li yıllarda birçok siyasi parti parlamentoda çok küçük oy oranlarıyla yer alıp koalisyonların kurulmasında rol oynarken gerçekte her bir partinin kendi menfaati doğrultusunda hareket ettiği istikrarsız hükümetlerin oluşmasına sebep olmuşlardır. Oy oranı az da olsa birçok farklı görüşün parlamentoda temsil edildiği bu duruma karşılık 12 Eylül sonrası getirilen %10’luk baraj, küçük partilerin meclise girmesini engelleyerek güçlü hükümetlerin kurulmasını sağlamıştır. Barajla çok farklı görüşlerin temsil imkânı azalmış ancak güçlü tek parti hükümetlerinin ortaya çıkabilmesinin önü açılarak siyasi istikrarın sağlanması hedeflenmiştir.
Evren, halkın nazarında bir kurtarıcı gibi görülen Karaoğlan’ın (Ecevit), 1977 seçimleri sonrasında birinci parti çıkmasına rağmen tek başına hükümeti kurabilecek vekil sayısına sahip olmadığını belirtir. Evren’in sanki hiç olmamış gibi gördüğü bu olay, yani Güneş Motel vakası, Ecevit’in hükümet kurabilecek sayıya ulaşabilmek için AP’li vekillere Bakanlık rüşveti verdiği vakadır. Adalet Partisinden istifa etmeleri durumunda moteldeki 12 vekilden 10’una bakanlık verileceği vaat edilir ve verilir. Evren için bir başka kriz onun sık sık ismini zikrettiği Mardin bağımsız vekili iken Bakanlık sözü ile CHP’ye katılan ve Bayındırlık Bakanı yapılan Şerafettin Elçi’dir. Evren, Elçi’nin ayrılıkçı görüşlere sahip olduğunu onun bakanlığı döneminde bakanlıkta Kürtçe konuşulduğunu belirtir.
Ecevit, Evren’in anılarında görüldüğü gibi partisinde 70-75 civarında Kürtçü vekili barındıran bir parti başkanıdır. Bunların Kürtçü kimliği ön plana çıkan kişiler olduğu bilinir. Bayındırlık Bakanı Ş. Elçi bunlardan biridir. Ecevit darbe sonrasında milliyetçi kimliğiyle ön plana çıkıp, eşinin kurduğu DSP’de siyaset yapmaya başlar, SHP’ye (CHP’ye) dönmez. Çünkü CHP’nin öncülü olan SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Parti), Kürt solcularını bünyesinde barındırdığı için Ecevit’e alan kalmaz, bundan sonra Ecevit daha fazla Türk ulusalcılığının peşinde koşacaktır.
Terör olaylarının giderek artması da 12 Eylül’e doğru giden süreçte çok önemli rol oynamıştır. Evren, kamuoyunu etkileyen ilk terör olaylarına örnek olarak Malatya belediye Başkanı Hamido’nun (Hamid Fendoğlu 1919-1978) posta yoluyla gönderilen paketin patlamasıyla öldürülmesini örnek verir (17 Nisan 1978). Bombalı paketlerin Adıyaman ve Pazarcık’a da gönderildiğini belirten Evren başka bir açıklama yapmaz. Aslında darbeye doğru giden süreci hızlandıran ve kan akmasına sebep olan, kin ve nefret tohumları atılmasını sağlayan vakalardan biridir Hamido’nun öldürülmesi. Şimdi Evren’in çok fazla açmadığı konuya bakalım.
Malatya belediye başkanı halkın çok sevdiği Hamido, DP geleneğini temsil eden bir siyasetçidir. Onun gibi sevilen birinin öldürülmesi Malatya gibi farklı mezheplere mensup ve solun güçlü olduğu bir şehirde elbette ki büyük karışıklıkların çıkmasına sebep olacaktır. Aynı paketin dört kişiye daha Ankara’dan gönderildiği ortaya çıkar. Bunlardan biri de, Alevi kökenli aşiret önderi ve CHP Kahramanmaraş Pazarcık ilçe başkanı Memiş Özdal'dır. Paketi Özdal değil postacı açtığı için hayatını kaybeden postacı olur. Hamido’nun ölümünden sonra ise Malatya karışır, adeta Maraş öncesi bir provadır bu. 3 kişi öldürülür 30 kişi yaralanır, 700 işyeri tahrip edilir.
Evren asıl sorması gereken soruyu burada sormaz. Bu bombaları gönderenler kimlerdir? Farklı etnik ve siyasi kimliklere sahip kişilere gönderilen bu bombalı paketlerin niyetleri bellidir, halkta kin ve nefret duygusu yaratarak mezhep ve ideoloji eksenli çatışmaları arttırmak, ama bunların kimler olduğuna dair bir sorgulama yapılmaz anılarda, sadece bir durum tespitinin ötesine gitmez yazılanlar.
12 Eylül öncesi emniyet teşkilatındaki kaynak yetersizliği ve bölünmüşlük ciddi bir asayiş sorununun ortaya çıkmasına neden olur. Evren, emniyet kuvvetlerinin sayı ve eğitim açısından yetersiz olduğunu belirtir. “Silahı ile hiç atış yapmamış polisler vardı. Araçları da yeterli değildi. Hatta akaryakıt sıkıntıları vardı. İşin en kötü tarafı ise, polis politize olmuş ve bu yüzden de iki zıt kampa ayrılmıştı. Sola Mensup polisler POL-DER, sağa mensup polisler ise POL-BİR isimli derneğe üye olmuşlardı” (196).
Evren’in anılarında darbeye doğru giden süreçte terör olayları, sağ ve sol çatışması dikkati çekerken çok sık vurguladığı Güneydoğu bölgesindeki bölücü hareketlerin ne kadar uç noktalara vardığının altını çizer.
Evren’in anıları sadece bu açıdan bile dikkate değer çünkü PKK terörünü ve ayrılıkçı hareketleri anlayabilmek için bu dönemin ayrıca analiz edilmesi gerekir. Elbette ki 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkenceler insanlık suçudur ve bu işkenceler hem devlete olan bağlılığı azaltmış hem de cezaevinden çıkanların PKK’ya katılmalarına sebep olmuştur. Ancak ayrılıkçı hareketlerin PKK ile 1978’de başladığını ve 15 Ağustos 1984 ile eylemselliğe geçtiğini söylemek de safdillik olur. Evren’in anılarında bölgedeki komutanlarla yaptığı toplantı notları bir arşiv niteliği özelliği taşıdığından önemlidir ve dönemin ruhunu anlatması açısından kayda değer. Bakalım komutanlar toplantıda neler söylemişler…
[1] Evren, Kenan (1990), Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları.
Kelime Ara
Konular
- Uluslararası İlişkiler
- Savunma-Güvenlik
- Teknoloji-Siber Güvenlik
- Enerji
- Ekonomi
- İklim-Çevre
- Sağlık
- Toplum
- İnsan Hakları
- Çatışma
Bölgeler
- Asya
- Afrika
- Avrupa
- Amerika
- Okyanusya
- Orta Doğu ve Mağrib
- Türkiye
- Rusya
- Körfez Ülkeleri
- Avustralya
- Kuzey Amerika
- Batı Afrika
- Batı Avrupa
- Kafkasya
- Merkez Asya
- Doğu Avrupa
- Doğu Afrika
- Latin Amerika ve Karayipler
- Yeni Zelanda
- Levant Bölgesi
- Kuzey Afrika (Mağrib)
- Diğer Okyanusya Ülkeleri
- Orta Afrika
- Balkanlar
- Doğu Asya
- Güney Afrika
- Çin
- Güney Asya
- İskandinav-Baltık Ülkeleri
- Güney Doğu Asya