Büyük hesaplaşmanın ara-fesindeyiz. Dünya şekil ve kabuk değiştiriyor!
Tarihi kırılmaların yaşandığı bir döneme tanıklık yapıyoruz. Dünyamız ve bölgemiz ateş yumağı gibi örülmüş durumda. Kendilerini “Süper Güç” olarak gören Batılı Devletler kamuoylarını “Büyük Savaşa” hazırlıklı olmaya çağırıyorlar.
Dün ezberimizde olan “Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü, İnsan Hakları,” gibi kavramların asıl sahipleri “kavramlarını” derin dondurucuya koymuş durumdalar.
Dün bize ezberletilen ve sömürülmek için dayatılan bize ait olmayan kavramlarla bugünki dünya ve bölgemizin geleceği üzerinden yorum yapamayız.
Bu kavramlar tepemizde bir sopa gibi durdu ve sopanın sahipleri sömürü düzenlerinin devamı için kavram delisi yaptılar.
Dün yaşadığımız, bugün yaşayacağımız durumu “ötekinin” tanımladığı, dayattığı, tarif ettiği kavramlarla açıklamayacağız.
Hemen yanı başımızdaki savaşları, yıkımları, bebek, kadın, yaşlı ölümlerini, soykırımları, göçler ve göç kervanlarımızı bu kavramlarla açıklamayacağız!
Batı Asya’dan uzak Doğu Asya’ya, Kızıldeniz’den Kafkasya’ya, Hind-alt kıtasından Doğu ve Batı Avrupa’ya, Afrika’nın Doğusu ve Batısı dâhil Latin Amerika’ya kadar olan acıları ve gözyaşlarımızı elbette ezberimizdeki kelime ve kavramlarla açıklamıyoruz.
Batı toplumu ve düşüncesi dışındaki her bir anlam arayışı, uluslararası platformda baskılara, duyarsızlıklara, körlüklere maruz kaldığından haberdarız.
Genel bir tanımlamayla uluslararası coğrafya, bir gün sonrası bakımından yapılan ve yapılacak jeopolitik, kestirmelerin, yorumların, öngörülerin güvenirliliğini altüst edecek ölçüde belirsiz ve sınırsız gelişmelere sahne oluyor…
İşin aslı...
Tarihin yeniden yazılacağı, sınırların yeniden şekilleneceği kritik "tarihi dönemeçler" her daim huzursuzlukların arttığı, ellerin yükseltildiği, parmak sallamaların yoğunlaştığı süreçlerdir.
Biliyoruz!
Yüz yıl öncesi de farklı değildi… Yani iki büyük Umumi Savaş öncesinde de büyük trajediler yaşanmıştı, sınırlar değişmiş ve jeopolitik güç dengeleri yer ve el değiştirmişti.
Yüzyıl önce trajik bir çöküşün yıkıntıları arasında yaşayan bir ülkenin çocukları olarak, ülkemizin bekası ve bölgemizin geleceği üzerinde düşünmeye çalışmalıyız.
Koca bir çınarın çöküşü ve üzerimize giydirilen deli gömleğinin dar geldiğinin farkındayız!
Almanya’nın Manzara-i Umumiyesi
İkinci Umumi Harp sonrası, savaşı kazanan İngiltere-ABD-Sovyet Rusya üçlüsünün tanzim ve tasnif ettiği bölünmüş Doğu ve Batı Almanya müesses nizam yok artık.
Batı Almanya Atlantik Avrupa’sının kurduğu bir sistemin ürünüydü.
Savaştan yenik çıkan Almanya, doğuda Sovyetler Birliği, Batı’da ise İngiltere, Fransa ve ABD tarafından işgal edilmişti. Sovyet Rusya’ya karşı olması açısından Batı Almanya, ABD ve NATO müttefikleri için çok gerekeli bir ülkeydi.
Gerçek ve donanımlı bir ordusu olmayacak, göreceli oluşturulan ordusu NATO üyesi yapıldı ve ABD komutasına verildi.
Siyaseten iç işlerinde yine göreceli bağımsız ancak, küresel dünya ve bölgesel-yerel politik gelişmelere kapatılmış ABD’ye bağımlı bir ülkeydi.
Almanya NATO üyesi yapılarak Avrupa’ya dâhil edildi.
Almanya Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), daha sonra AET’den doğan Avrupa Birliği (AB) yolculuğunda da, Atlantik Ötesi ABD ve Kıta Avrupası İngiltere eliyle kontrol ediliyordu.
20.yüzyılın sonuna doğru Sovyet Birliği tarih sahnesinden çekildi.
Doğu Almanya, batı Almanya ile birleşerek tek Almanya oldu.
Avrupa Birliği-AB’nin temel amacı olarak gösterilen yeni bir egemenlik ve Avrupa ekonomisi yaratmaktı. Bilahare üye ülkelerden oluşan federal Avrupa Devleti kurmaktı.
AB serbest bir ticaret bölgesi ve Avrupa parası yarattı fakat siyasi bir kurum oluşturamadı.
Almanya’nın siyasi bağımsızlığını kazanmak için Avrupa Birliğini araç olarak kullanma arzusu, Almanya’nın sahipleri ABD ve İngiltere tarafından her daim engellendi.
Birleşmiş Almanya’nın savunma ve dışişleri politikası, özellikle Soğuk Savaş öncesi durumda kalması gerekiyordu ve öyle de oldu.
Kısacası…
Almanya Soğuk Savaş sonrası her ne kadar iki Almanya’nın birleşmesi olmuşsa da, siyaseten tam bir karmaşa içinde günümüze kadar devam etti. Sözde bağımsız özde ise bağımlı olmaya alıştırıldı.
AB üyeliğinden Brexit kararıyla Birleşik Krallığın ayrılması AB’nin ekonomik ve siyasi hedeflerinin, dolayısıyla Almanya’nın siyasi bağımsızlık hayalinin de bitmesi anlamına gelmektedir.
Avrupa Birliği AB küfesini sırtından atan Birleşik Krallık-İngiltere, Almanya’yı hedef tahtasına oturtmuş gözüküyor. Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yayımlanan The Economist Dergisi kapağında “Almanya, Avrupa’nın Yeniden Hasta Adamı?” diye kapak yapıyor.
İngiltere, Avrupa’nın düşmanı fotoğrafına yine Almanya Fotoğrafını yapıştırıyor.
Almanya’nın durağan-resosyonist ekonomisine vurgu yapıyor…
Irkçılık hareketlerine dikkat çekiyor. Avrupa Birliğinin fonksiyonunun bittiğini söylüyor…
Almanya “bağımlılık” ve “bağımsızlık” şokunun altında ve yeni dönem yeni istikametini ararken klavyenin bütün tuşlarına basıyor.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ekonomik maliyeti altında eziliyor.
Uzakdoğu Çin ile Ticaretinin ABD-İngiltere tarafından engellenmesi, savaş bölgelerinden gelen göçler, nüfusunun yaşlanması yumuşak karnına işaret ediyor.
1950’den bu yana ülkeye göç edenlerin ve çocuklarının 20 milyona yaklaşması Almanya’nın gelecekte problemli bir ülke olmasının başat sebepleri olacağı muhakkaktır.
Bu bağlamda…
Almanya Federal Meclis üyelerinin yüzde 13,3’ü göçmen kökenli. 735 milletvekilinden oluşan Federal Mecliste 100 civarında göçmen kökenli parlamenter bulunmakta. Sol Parti (die Linke) partisinin yaklaşık yüzde 28, Sosyal Demokrat Partisinin yüzde 17, Yeşiller Partisinin yüzde 15, Hür Demokrat-Liberal partinin yüzde 6, Hristiyan Birlik Partilerinin yüzde 5 civarındadır.
Hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat-Yeşiller-Liberal kabinede birçok bakan yabancı kökenlidir.
Tarım adına hiçbir bilgisi ve deneyimi olmayan Almanya Tarım Bakanı Türk kökenlidir.
Almanya’da 1 milyon Suriyeli Mülteci bulunmaktadır. 2015 yılında Mülteci olarak Almanya’ya gelen Suriyeli-durzi bir genç, Stuttgart yakınlarında Ostelheim kasabasında yapılan Belediye seçimlerinde belediye başkanı seçilmiştir.
Göç ülkesi olduğunu kabul ettikten sonra söylem değişikliğine giderek tam-kalifiye, yarım kalifiye ve hatta az kalifiye işçiye ihtiyaçları olduğu yüksek sesle dile getiriliyor.
Askerlik yasasında mevzuat değiştirerek alman olmayanların yani göçmenleri de askere almak istiyor.
Son günlerde Türkçe ilanlarla askere alımların başlandığını duyuruyor. “Gerçekten bedeli olan bir iş yap” üst başlığıyla afişler yaptırıp “donanmamızın bir parçası ol” diyerek bay bayan muharip asker ve silah uzmanı aradıklarını deklare ediyor.
Berlin, Frankfurt, Köln gibi Türklerin yoğun yaşadıkları Büyük Şehirleri Türk Mahallerinde afiş yapıştırılıp ilanlar dağıtılıyor…
Öte yandan birkaç ay önce Alman Savunma Bakanı askeri bir törende LGBT bayrağını göndere çekerken görüyoruz. “Biz ayrımcılık yapmıyoruz” söylemiyle klavyenin bütün tuşlarına basıyorlar…
Tarih boyunca Almanya’nın merkez kültürü, Hristiyanlık üzerine bina edildiği bir realitedir. Federal Almanya Cumhuriyeti (BRD-1949) isminden önce tarihi olarak Almanya kendisini “Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu” olarak isimlendirmiştir.
Dolayısıyla Kutsal Romanın varisi Cermenler Katolik inancını, devletlerinin ve kültürlerinin merkezine koyarlardı. Yani hem asker hem de dindar bir milletti.
Çok yakın bir zamanda “Kleine und mitlere Unternehmen-KMU tarafından her on yılda bir yapılan Kilise Üyeliği Araştırması’na göre Almanların sadece yüzde 13’nün kiliseye bağımlı dindarlık anlayışının olduğu ortaya çıkıyor. Yine aynı araştırmada kendilerini “doğacı” ve “din düşmanı” olarak tanımlayanların oranın ise yüzde 36. Yüzde 50’nin üzerinde insan ise kendisinin seküler olduğunu söylemiş.
Araştırma rakamlarının ortaya koyduğu sosyolojik sonuçlar oldukça dikkat çekici.
“Kilisesiz Dindarlığın” Hristiyan Teolojisinde mümkün olmadığı göz önünde bulundurulduğunda gelinen durumun sonuçlarının Almanya açısından kaygı verici olsa gerektir.
Almanya’da Din ve Kültürden uzaklaşmasının böyle devam etmesi halinde “yıkıcı” bir kopuşun yaşanması mukadder gözüküyor.
Söz konusu anket 5300 kişiye, toplam 600 civarında soru sorularak yapılmış ciddi bir araştırmadır.
Almanya’nın Manzara-i umumiyesini perçeminden tutulup devletinin bağımlı, millet olarak ise, yozlaşmanın ve çürümenin dibe vuruşu olarak görmek mümkün…
Bu “bağımlılık” ve “çürümenin” karşısında alternatif olarak toplumun ırkçı hareketlere, Neonazi partilerine yönelmesi ise ayrı bir fecaat.
Yukardaki araştırma sonuçlarının sosyolojik açıklaması, dinde, milli duygularda, kültürdeki yozlaşmalar, haliyle ırkçılığı körüklüyor. Irkçı partiler merkez partilerden daha fazla oy alabiliyor…
Irkçı söylemlere sahip Almanya için Alternatif Partisi AfD’nin yüzde 20-25 gibi oy oranına ulaşarak Merkez siyasetin Hristiyan Demokrat Partileri ve Sosyal Demokrat Partisinin limanına demir atması ayrı bir yazı konusudur.
Sözün hülasası…
Almanya’nın hayaletlerden nasıl kurtulacağı bir muamma.
Siyasi bağımlılık, ekonomide durağanlık, kültür ve dinde yozlaşma ve çıkış yolu olarak Irkçı Parti ve hareketler…
Alman Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden, 1797 yazılmış sanat ve edebiyat dünyasını derinden etkileyen Johan Wolfgang Goethe’nin “Büyücünün Çırağı” adıyla Türkçeye de çevrilmiş bir şiir kitabından bir bölümü okuyarak yazımızı bitirelim…
“Oh, nihayet o ihtiyar sihirbaz,
Dışarı çıktı biraz!
Şimdi onun cinleri de bir kere,
Oynasınlar benim keyfime göre!
Söylediği sözler, yaptığı işler.
Aklımda birer birer;
Ruh gücü bende de var
Ben de elbet yaparım mucizeler!”
“Zauberlehrling” yani “sihirbazın çırağı” isimli şiirinde özet olarak şu konu işlenir:
Büyücünün tembel bir çırağı varmış. Ustasına özenir ve yerine geçmek istermiş. Ustasının olmadığı bir zaman, ustasının yerine geçmeye kalkar. Büyüyü basit bir şey sanır, “ne var bende yapabilirim” der.
Bütün hayaletleri çağırır, ancak bunlarla baş edemez, tekrar kovamaz, sonra ustasından medet umar…
Şiir uzun ve harika bir şekilde çırağın yaşadıklarını edebi bir dille anlatır…
Çırak avazı çıktığı kadar şöyle haykırır...
“ÇAĞIRDIĞIM HAYALETLERDEN ŞİMDİ KURTULAMIYORUM!