Mehmet YALBURDAK

Mehmet YALBURDAK

Tüm Yazıları

21. yy. Dünya Düzeni, İşbirliği, Güvenlik ve Barış Arayışları

18 Aralık 2024, Çar
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Bilindiği üzere insanlık tarihi; sürekli bir ekonomik veya inanç yarışı, savaşları, barış, kutuplaşmalar, güvenlik, işbirliği, denge ve düzen kurma arayışı ile geçmiştir.

Günümüzde de Dünya; tek kutupluluk veya çok kutupluluk üzerine yeni bir denge arayışının ve bunun için yarışın ve vekalet şeklinde de olsa savaşların hızlandığı bir dönem yaşıyor.

Dünya; ulus devlet sistemi ve bu sistemin üzerine bina edilmiş ulusal ve uluslararası düzenin denge ve değişim mücadelesi veriyor. Bu mücadelenin sonunda yepyeni dengelerle karşılaşacağımız gibi kaos ve kanlı savaşların şiddetlenerek artacağını da görebiliriz.

Tarihte Denge ve Düzen Arayışları

Şavaşlar ve bunların sonucunda yapılan barışlarla veya baskılarla inşa edilmiş düzenler insanlık tarihi boyunca hep yaşadığımız olaylardır. Ancak konuyu bu yazı kapsamında tüm insanlık tarihi boyunca değerlendiremeyeceğimiz bilinmelidir. Bu nedenle konuyu özet olarak Avrupa, Afrika ve Asya’da yaşanılan otuz yıl savaşları(1618-1648), 1. ve 2. Dünya savaşları ile sınırlı olarak kısaca değerlendirebileceğiz.  Avrupalılar arasında yaşanılan Otuz yıl savaşları; Vestfalya Anlaşması ile eşit ulusal egemenlik kavramının sistemin ana unsuru olarak kabulüyle 150 yıl devam eden bir barış süreci başlatmıştır.  Bu barış süreci ve onun oluşturduğu denge ve düzen Napolyon Bonapart’ın imparatorluk kurma iddiasıyla saldırgan tavırları nedeniyle sona ermiş ve 1815 viyana kongresinde Napolyon’u dizginlemeye çalışan devletlerin bir araya gelmesiyle Avrupa’da; eşit egemenlik, toprak bütünlüğüne saygı ve çıkar çatışmalarının şiddete başvurmadan halli esasına dayalı İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Rusya, Prusya ve 19 yy. sonunda Almanya’nın da dahil olduğu; birbirlerinin aleyhine toprak işgal etmeyi reddeden, işgal eden ülkeyi cezalandıran, dengeyi-barışı bozacak savaş ve girişimlere mani olmak üzere 100 yıl süren, çok kutuplu yeni bir denge daha oluşturulmuştur.

20. yy. başına kadar yüzyıl süren bu dönem içinde ülkelerin emperyalist amaçları daha artınca ikili ve çoklu anlaşma ve ittifaklarla işgal ve savaş dönemi tekrar başladı ve bunun sonucu Dünya yaklaşık yarım asır devam eden paylaşım kavgaları, kanlı savaşlar dönemine girdi, dünya düzenini tamamen değiştiren 1. ve 2. Dünya savaşları dönemine, yani yeni kurumsallaşmalar-işbirlikleri, yeni düşmanlıklar, yeni paylaşım kavgaları dönemi başladı. Bu dönemde, savaş, sömürü ve emperyalizme kılıf olarak ortaya çıkan; faşizm, nazizm, sosyalizm, kolonyalizm vb. fikir düşünce ve akımlar üzerinden milyonlarca insanın katledildiği şavaşlar, işgaller, sömürüler ve katliamlar meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri İtilâf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya) mağlupları ittifak (Almanya, Avusturya Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti) devletleridir. Osmanlı Devleti, doğu Avrupa ve Afrika topraklarının paylaşılmasını öngören ittifak devletleri arasındaki gizli anlaşmalar o günlerin diplomasi tablosunu belirlemiştir.

ABD Başkanı Wilson’un 1918’de ilan ettiği self determinasyon ilkeleri söz konusu paylaşım anlaşmalarına uluslararası meşruiyet kazandırmaya ve o yılların dünya düzenini adaletsiz güce dayalı, paylaşıma dönük olarak oluşturmaya çalışılmıştır.

Güya, Wilson ilkelerinin ışığında, 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere ve Fransa’nın önem verdiği iki konu öne çıkmıştır. Birincisi; Almanya’yı tümüyle etkisiz hale getirecek olan kıta Avrupası’nın güvenliği ve ikincisi; self determinasyon ilkeleri hiçe sayılarak yıkılan devletlerin toprakları üzerinde Yunan, Arap, Ermeni ve Kürtlerle ilgili planları da içeren Osmanlı topraklarının paylaşılması idi. Güya, demokrasi, insan hakları, eşit egemenlik, milletlerin kendi kaderlerini belirleme, toprak bütünlüğü, güce dayalı işgallerin olmaması… ilkelerine dayalı yeni bir dünya nizamı oluşturulduğunun görüşüldüğü aynı dönemde Osmanlı toprakları güce dayalı olarak paylaşılmıştır. Kısaca 1. Dünya savaşı sonrası kurulan Dünya düzeni kendi ilkelerini hiçe sayan vahşi paylaşımların düzeni olarak kendini göstermiştir.

İtilaf Devletleri aralarında yaptıkları gizli anlaşmalara göre savaş sonrasında Osmanlı Devleti’nin topraklarını işgal etmeye başladılar.

Hatta Paris Barış Konferansı’na bir muhtıra verilerek; yüzyıllardır Türklerle bir arada barış içinde, bakanlık ve benzeri görevler dahil en itibarlı makam ve mevki sahibi olmuş Ermeniler İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin kışkırtması ve desteğiyle Osmanlı topraklarında iç savaş başlatarak katliamlara girişmişler, bunun üzerine Osmanlı Devleti Ermenileri o günün Osmanlı toprağı olan Suriye’ye tehcir etmiştir. Güya Wilson prensipleri savunucusu galip devletler Yunanlıları da kışkırtıp silahlandırarak Osmanlı’yı daha da köşeye sıkıştırmak için 15 mayıs 1919 yılında Türkiye topraklarını işgale başlatmışlardır.

Wilson prensiplerine tamamen aykırı olarak, Osmanlı coğrafyasında yaşayan milletlerin yaşadıkları coğrafyada, çoğunluk ya da azınlık olduklarına bakılmaksızın, referandum yapılmaksızın, bulunan yerli işbirlikçilerle birlikte Osmanlı toprakları işgal edilmeye, Wilson prensiplerine uygun olarak bağımsız hale getirilmesi adı altında, haksız ve adaletsiz olarak, zora ve güce dayanılarak, işgallerle yeni dünya nizamı oluşturulmuştur. Yapılan haksızlık ve adaletsizlikler, Osmanlı topraklarında Atatürk önderliğinde kurtuluş savaşının fitilini ateşlemiş ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasına,  Almanya’da ise faşizmin yükselişine ve bu nedenle 2. Dünya Savaşı’na giden yolun açılmasına sebep olmuş, kısaca oluşturulan dünya düzeni 2. Dünya Savaşı ile onlarca milyon insanın ölümüne sebep olarak 20 yıl dahi devam edemeden dağılmıştır.

Kısaca; dünyada haksızca, milletlerin iradesi yok sayılarak, baskıyla kurulan nizamlar kalıcı olamamaktadır.

Kanaatimizce; bu durum, tarihi, “süreklilik” kavramı içinde görmenin/anlamanın yakın dönem dünya tarihi için en iyi örneklerinden biri olduğu gibi yeni bir bin yılın başında, Avrupa Birliği’ne uyum süreci adı altında Türkiye’den toprak bütünlüğünü bozmaya dönük bir takım taahhütler istenmesi, demokrasi, insan hakları, eşit egemenlik prensiplerine aykırıdır.

Maalesef günümüze kadar kurulan dünya düzenleri çıkarlar çatıştığında güçlü olanın dayatmasına uyulması şeklinde işlemiş, uluslararası ilişkilerde zayıfın hakkını koruyacak güçte kurum ve kurallar oluşturulamamış veya geçersiz kalmıştır. BM gibi oluşturulan kurum ve konulan kurallara uyumu sağlayacak uluslarüstü adil kurumlar oluşturulamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden ilki dünya düzenleri oluşturulurken emredici güçte olan ülke ya da ülkelerin patronajında gayri adil kurumsallaşılmasıdır. Kısaca; eşit egemen bağımsız denilen devletlerin siyasi sitemleri ve toprak bütünlükleri güçlü devletlerin karşısında hiçbir şekilde işgal, kaosa sürükleme, bölme gibi belalardan garanti altına alınamamıştır. Kendi başlarına, güvenliklerini garanti altına alamayan ülkeler ortak tehditler karşısında güç birliği yapmak, ittifaklar oluşturmak zorunda kalmakta, bu da; uluslararası ilişkilerde güven ortamının oluşmasına, dünya düzenine, kurumlarına ve barışına zarar vermekte düşman bloklar oluşmasına neden olmakta böylece silahlanma yarışını artırmaktadır.

1.    Dünya Savaşı Sonrası Oluşturulan Çok Kutuplu Düzen

1. Dünya Savaşı’nın temel nedeni Alman imparatorluğu, Avustralya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya, Birleşik Krallık, İtalya, Fransa ve Japonya’nın uzun süredir takip ettikleri emperyalist  dış politikalarıdır. Savaş sırası ve sonrasında; savaşan ülkelerde siyasi değişimler yaşanmış örneğin Rusya Bolşevik Devrimi ile savaştan çekilmiş, Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları ya çok büyük toprak kaybına uğramış ya da tarihe karışmıştır.

Doğu Avrupa, Osmanlı,  Afrika Uzak Asya topraklarının  paylaşımı, ticaret yollarının ele geçirilmesi, petrol alanlarına sahip olma, panGermen, panSlav yaklaşımıyla yayılmacı politika izleme, sömürgelerin ve ekonomik hâkimiyet alanlarının artırılarak korunması, uluslararası ticaret yollarına hakim olma ve ticari imtiyaz elde etme… 1. Dünya Savaşı’nın başlıca nedenlerindendir.

1.Dünya Savaşı 1815 Viyana Konferansı ile kurulan dengeleri tamamen değiştirmiş, emperyalist emellerle, gizli veya açık anlaşmalarla yeni bloklar oluşmuş yeni dengeler kurulmuştur. Yüz yıllık Dünya düzeninin çökmesi bağımsız ve eşit egemen devletlerin toprakları üzerindeki rekabet yüzünden olmuştur. Emperyalist koloni paylaşma mücadelesi ve sanayi devriminin getirdiği yeni güç parametreleri, kızışan yayılmacı çıkar çatışmalarını çok kutuplu düzen araçlarının çözemeyeceği boyutlara taşıyınca Avrupa merkezli çok kutupluluk da büyük bir yıkımla sonuçlanmıştır.

Savaşın ardından gelen 1940’lı yıllara kadar iğreti şekilde yürüyen istikrarsız dönem, çok kutuplu güç dengesinin işlevini bütünüyle yitirdiği, eski yapıların büyük ölçüde değişime uğradığı ve yeni denge arayışlarının ortaya çıktığı bir ara dönem olarak görülebilir. Bu dönemde savaşın galipleri dahil tüm imparatorluklar İkinci Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir süreç içerisinde tasfiye edildi.

Sistemin istikrarı için devletlararası bir örgütten yararlanma düşüncesi kabul gördü. Bu amaçla kurulan Milletler Cemiyeti, ortak çıkar için demokratik yöntemlerle anlaşmazlıkları barışçıl çözümlere ulaştıracak bir forum olarak tasarlandı. Güya gizli diplomasi terkedildi. Savaşın siyaset aracı olmaması ve silahsızlanma yönünde uluslararası girişimler başlatıldı. Bununla birlikte iki savaş arası dönem sistem karşıtı rejimlerin de başta Avrupa olmak üzere dünyada yayılmaya başladığı dönem oldu. Sosyalizm, Faşizm, Nazizm, ekonomik, sosyal ve siyasi açılardan alternatif çözüm önerileriyle iktidara taşınan ideolojilerin de katkısı ile oluşan kaos ortamında revizyonist akım, İkinci Dünya Savaşı’nın zeminini oluşturarak şiddetli silahlanma yarışlarıyla ve milyonlarca insanın öldürüldüğü 2. Dünya Savaşı’na kadar devam etti.

2. Dünya Savaşı Sonrası Oluşan Uluslararası İki Kutuplu Düzen

İkinci Dünya Savaşı, egemen ve bağımsız devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve milletlerin kendi kaderlerini tayin etme ilkesine saygı, toprak işgal etmeme ilkelerine dayalı çok kutuplu sisteme karşı yapılan büyük bir savaştır.  Ancak savaş sonunda; eski çok kutuplu düzene meydan okuyan ve yeni bir tek kutuplu hiyerarşik sistemi kabullenmeyen SSCB gibi devletleri ortaya çıkarmıştır. Eski sistemi kabullenmemekte direnenler olunca, dengeyi oluşturan iki büyük nükleer güç sahibi ABD ve SSCB patronajlarında, aşırı rekabete, rejim ihracatı yoluyla genişleme, güç devşirme, silahlanma ve ekonomik yarışa dayalı, aralarında geçirgenliğin olmadığı, birbirinin zıddı ideolojik temelli rejim farklılıkları üzerine bina edilmiş, kendine has kutsalları olan ve bu kutsalları nedeniyle insan hakları ve egemenlik kavramlarının feda edilebileceği, nükleer gücün savaşları caydırıcılığı nedeniyle doğrudan savaşamayan ama vekalet savaşları yoluyla mücadele eden,  yaklaşık yarım asır devam edecek olan iki kutuplu yeni bir düzenin doğmasına neden oldu.

Yeni kurulan düzenin istikrar manivelası Milletler Cemiyeti’ne göre istikrarı sağlama alma maksadıyla kural ve kurumlara dayalı olma özelliği artırılan, istikrara katkıda bulunacak devletlerarası diyalog mekanizması fikrinin Milletler Cemiyeti’ne göre daha etkinleştirilmiş bir Birleşmiş Milletler Örgütü aracılığıyla sürdürülmesi konusunda tüm devletlerin görüş birliğine sahip olmasıdır.

Soğuk Savaş’ın ideolojik karşıtlık dinamiği, BM’nin çalışmalarına da yansımış olmakla birlikte, kuruluş antlaşması üye devletlerin bağımsızlık, eşit egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı ilkelerini amaçladığından, BM üyeliği devletler açısından güçler hiyerarşisi tehdidine karşı ek bir güvence olarak algılanmıştır.

İki kutuplu düzen, kurucu güçlerden birinin sahneden çekilmesiyle sona erdi. Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından Aralık 1991’de SSCB’nin resmen dağılmasına uzanan süreç Soğuk Savaş’ın bittiğini ilan etti. İki kutuplu düzenin kutuplarından biri yok olunca, diğeri de denge işlevinden yoksun kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan dengenin ortadan kalkması beklenmedik bir boşluk yarattı. Bu boşluktan yararlanmak isteyen bölgesel güçler kendi projeleri çerçevesinde harekete geçince bölgesel krizler ortaya çıktı. Körfez krizleri, Yugoslavya’nın kanlı dağılma süreci, Afrika kıtasında soykırım boyutuna varan istikrasızlıklar, yeni bir düzen ihtiyacının da habercisi oldu.

İki kutuplu Dünya’da ideolojik bağımlılık, ideolojik şartlanmışlık veya karşı blokla korkutma nedeniyle çoğu zaman ülkelerin eşit egemenlik hakları, ya da ferdi insan hak ve hürriyetlerinden çok tavizler verilmiş, aynı blok içinde olan ülkelere uygulanan ekonomik sömürüler, suistimaller, karşı blokla korkutmalar ya da askeri baskı ve zulümler görülmüştür.

Dünya günümüze kadar; devletlerin toprak bütünlüğünü, egemenlik haklarını, güvenliğini ve insan hak ve hürriyetlerini garantiye kavuşturacak bir kural ve kurumlaşma düzeni kuramamıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyesinin dünyayı baskı altına alması adaletten uzak olduğu için dünya kalıcı barışa ulaşamamıştır.

Kaynak: Dünya Bankası, Wikipedia

1.GSYH içinde askeri harcamaların yüzdesi

2.Askeri harcama tutarları

* Konulan ülkelerde askeri harcamalar tarafımca yapılmış tahminlerdir.

1.Savunma harcamaları ülke GSYH %si, 2. savunma harcaması milyon USD, 3. Dünya toplam savunma harcaması %si

SSCB’nin dağılmasıyla Moskova merkezli SSCB rejiminin aniden devreden çıkması sonucu bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerden Soğuk Savaş sonrası dönemin belirsizliğiyle bir süre bocalama ve şaşkınlık dönemi yaşamışlar AB ve NATO komşusu olan doğu Avrupa ülkeleri  bir müddet sonra AB ve NATO üyeliğine müracaat etmişler ve  hemen hemen tamamının üyelik müracaatları kabul edilmiştir.

Bu arada  tek kutuplu Dünya’da ABD, NATO ve bununla birlikte AB, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi birbirine kenetlenmiş soğuk savaş döneminin organları yani kısaca Batı ittifakı kurumları; ya yeni şartlara uyum sağlayıp istikrar sağlayamadıkları veya ekonomik ve askeri güçlerini suistimal ederek, Doğu Avrupa,  Orta Doğu, Afrika, Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar, ve uzak Asya’da tek güç olmanın verdiği güvenle; tıpkı Filistin, Libya, Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelerde katliamlar, suistimaller, işgaller ve vekalet savaşlarına  yönelerek kaosu artırdıkları görülmüştür. Hem fakir güneyin ekonomik ve askeri olarak hızla güçlenmesi,  iki kutuplu güç dengesine dayanan siyasi düzenin yok olmasıyla kaosa yatkın bir zeminin oluşması, hem de Batı ittifakının NATO gibi organlarının yeni duruma müdahele için program ve güç yetersizliği, hatta tek kutupluluğun sebep olduğu saldırganlıkla suistimal edilişi kaosu daha da artırmıştır.

Rusya Gürcistan ve Ukrayna gibi yakın çevresindeki ülkelerin toprak bütünlüğünü hiçe sayarak işgale kalkışması dışında tek başına denge sağlayıcı bir unsur olamamış, Çin ekonomik kalkınmasını sekteye uğratmamak için hızla kalkınmaya devam ederek güç dengeleri veya dünya düzeni ve barışıyla fazla meşgul olmamış, Afrika ve Orta Asya’da denge unsuru haline gelmeye ve yumuşak güç kullanarak ekonomik avantajlar elde etmeye gayret etmiş, ancak bu durum Batı ittifakını kızdırarak rekabeti kızıştırmış ve Batıyı tek kutuplu düzenin devamı için tahrik ederek vekalet savaşlarını artırıcı etki üretince üretimde ve teknolojide üstünlüğünü kaybetmeye başladığını gören Batı tek kutuplu düzenin devam ettirilebilmesi için, Çin patronajına doğru ilerleyen BRICS, Şhanghay İşbirliği örgütünün işbirliğini geliştirme eğilimleri çok kutupluluk mücadelesini iyice kızıştırmış böylece orta Doğu, Kuzey Ve Kuzey Doğu Afrika, Ukrayna ve belki de kısa süre içinde uzak Asya’da kanlı savaşlara sebep olmuş ya da olacaktır.

Tablolarda da görüleceği üzere; SSCB dağılıp Dünya’da iki kutuplu denge bozulunca ekonomik tablo ve silahlanma yarışı hızla değişmeye başlamıştır.

İttifak oluşturmaları halinde Avrasya’da Bölgesel barış ve güvenliği sağlayabileceklerine inandığım Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Belarus, Moğolistan, Pakistan, Azerbaycan, Tacikistan, Türkiye ve Rusya’dan oluşan Avrasya ülkeleri  1992 yılında Dünya toplam GSYH’nın %2,8’ine sahip iken 2023 yılında nisbi olarakta artışla 4 trilyonluk ekonomik büyüklüğe yükselerek Dünya GSYH’nın %3,8’ine yükselmişlerdir. Bu arada; 1992’de 751,5 milyar dolarlık dünya toplam askeri harcamalarının 30,3 milyar dolarla %4 pay almışlardır. Daha güç olmakla birlikte Avrasya ülkeleri ittifakı içinde yer alabileceklerini düşündüğüm; Bangladeş, Katar, Türkmenistan, İran, Suriye, Irak, Endonezya, Malezya, Somali, Yemen, Japonya ve Güney Kore’de ittifaka dahil edilebilirse 1992’de 5,5 trilyon dolar olan (%4,6) ekonomik büyüklükleri,  2023 yılında 13,2 trilyon dolarla dünya ekonomisinden %12,5 pay almışlardır. Aynı ülkeler 255 milyar dolarla dünya savunma harcamalarının %11’ine yakın savunma harcaması yapmışlardır.

Tablodan da görüleceği üzere Avrasya ülkeleri Çin ile birlikte aynı ittifakta olmaları halinde 31 trilyon dolara yükselecek olan ekonomik büyüklüklerini 2 katından fazla artıracaklar ve Batı ittifakı karşısında daha güçlü hale geleceklerdir. GSYH değerleri satın alma gücü paritesiyle kıyaslandığında bu değer yaklaşık 2-3 katına kadar daha yükselecektir. Ancak Çin tarihi boyunca çevre ülkelere hep yayılmacı politika takip etmiş, bundan sonrada 1,4 milyar olan nüfusunun ve 18 trilyona yükselen ekonomisinin girdi ve pazar ihtiyacını karşılayabilmek için yayılmacı olmaması mümkün değildir. Kaldı ki; Orta Asya devletlerinin ve Rusya’nın Ural Dağları’nın doğusundaki topraklarının büyüklüğü ve nüfuslarının yetersizliği ve yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin çok olması da Çin’i yayılmacılığa zorlayacaktır.

Yine tablolarda da görüleceği üzere 2023 yılı itibariyle birlikte hareket ettiklerini tarih boyunca defalarca görerek bildiğimiz ABD, Birleşik Krallık ve AB hala dünya ekonomik büyüklüğünün yaklaşık %47’sine hakimdirler. Kolaylıkla kontrol edebildikleri Avustralya, Yeni Zelenda, Hindistan, Filipinler gibi diğer ülkelerle birlikte düşünüldüğünde ekonomik büyüklükleri hala %57 oranındadır. Ancak; milli çıkarları ve egemenlikleri için ittifak yapmaları gerekli olan Avrasya ülkelerinin yıllardır aralıksız çok hızlı kalkınmaları, yetişmiş genç nüfusları,  doğal zenginlikleri ve özellikle Türkiye ve Rusya’nın ulaştığı teknolojik seviyeleri ve gittikçe kalitesi artan ucuz kitlesel üretimleri Batı’yı tedirgin etmekte olup bu da saldırganlıklarını artırmaktadır. Temelde; ABD, AB, Birleşik Krallıktan oluşan Batı dünya ekonomisinden gittikçe daha az pay almaktadırlar ancak görünen o ki buna razı değildirler. Ancak, son 30 yıllık ekonomik veriler incelendiğinde Batı ittifakının Dünya ekonomisindeki ağırlığı hızla düşmektedir. Dünya ekonomisindeki gelişmeler nedeniyle dünyayı vekalet savaşlarıyla da olsa kana boğmaktan çekinmemekte ve daha fazla kana boğmaya devam edecekleri görülmektedir. Geçmişte yaşanılan örnek ittifaklardan da bildiğimiz üzere tek kutuplu ve iki kutuplu ittifaklar mazlum milletleri çok fazla ezmekte ve sömürmektedir. Bölgemiz Avrasya’da da tek başlarına hareket ederek sömürülmeden bağımsızlıklarını koruyamayacak çok sayıda ülke vardır. Bu ülkeler bu nedenle tek başlarına bırakılmamalıdır. Ayrıca, Rusya ve Türkiye’nin bölgemizde tarihi, kültürel ve gönül bağları vardır. Bu bağları nedeniyle bölge ülkelerinden uzak kalınmamalı ve söz konusu ülkeler Çin’in yayılmacılığı ve Batı’nın sömürgeci tutumuna karşı egemenlik haklarına ve toprak bütünlüklerine saygılı kural ve kurumlar üzerine bina edilmiş ayrı bir ittifak içine alınarak oluşacağını tahmin ettiğim çok kutuplu dünya düzeni içinde ayrı ve saygın bir kutup olarak yerlerini almalıdırlar.

Avrasya Ülkeleri Nüfus, İşgücü, İstihdam ve Verimlilik Gibi Ekonomik Verilerinin Yeni Düzende Belirleyicilik Gücü

Yukarda sayılan Avrasya devletlerinin; Dünya Bankası verilerine göre 2023 yılı toplam GSYH’sı 4,1 trilyon dolardır.  Toplam gelirin; yaklaşık yarısı Rusya ve Belarus, %40’ı Türk Cumhuriyetleri ve yine yaklaşık %10’u Pakistan ve Moğolistan’a aittir.

Rusya, Kazakistan ve Türkiye’nin kişi başına düşen ortalama gelirleri diğerlerine göre açık ara önde olup, tüm ülkelerin kişi başına milli gelir ortalaması 7.000 dolardır.

Avrasya ülkelerinde ekonomik bakımdan en önemli sorun olarak karşımıza; istihdam yetersizliği, toprak, sermaye, işgücü verimliliğinin düşüklüğü ve kullanılmayan, üretime katılmayan atıl olarak çarçur edilen doğal ve sermaye varlıkları çıkmaktadır.  Kısaca,  bu ülkeler genel olarak atıl işgücünün fazla olduğu, toprak varlıklarını tam olarak işleyemeyen,  su varlıklarını israf eden, sermaye verimliliği ve katma değeri yüksek üretimleri düşük olduğu için mevcut kurulu tesislerinin üretim potansiyellerini tam olarak değerlendiremeyen ülkelerdir.

411 milyon 15 yaş üstü nüfuslarının ortalama %55,39’u olan 220 milyonu istihdam edilmektedir. Halbuki gelişmiş ülkelerde 15+ nüfusun ortalama istihdam oranı %58,5’tur. Avrasya ülkelerinde nüfus gelişmiş ülkelere oranla daha genç olduğu için istihdam oranının daha yüksek olması kolaylıkla mümkündür. Yüksek olması bir yana gelişmiş zengin ülkelerle aynı istihdam oranına ulaşılsa bile 220 milyon yerine yaklaşık 240 milyon istihdam seviyesine çok kolay ulaşılabilir. Diğer taraftan, Avrasya ülkelerinde çalışan başına işgücü verimliliği ortalama 17.000 USD iken, gelişmiş ülkeler ortalaması 98.000 USD’dir.

Eğer çalışan başına verimlilik 17 bin dolardan gelişmiş ülkeler ile Avrasya ülkeleri ortalaması olan yaklaşık 46.000 USD’ye yükseltilebilir atıl işgücü de asgariye indirilip %55,39 0lan15 yaş üzeri nüfusun istihdam oranı gelişmiş ülkeler ortalaması olan %58,5’a yükseltilir ve ortalama %5,28 olan işsizlik oranı da gelişmiş ülkeler ortalaması %4,39’a düşürülürse, Avrasya ülkelerinin halihazırdaki toplam GSYH’laları 4 trilyon dolardan 13,5 trilyona kolayca yükseltilebilecektir. Savunma harcamaları da uluslararasında mutabakat sağlanan oran olan GSYH’nın %3’ü ulduğu varsayımıyla toplam savuma harcamaları da 112 milyar dolardan 400 milyar dolarak yükselebilirdi.

Bilindiği üzere, Batı ittifakı 2023 yılı toplam Savunma harcamaları miktarı 1,65 trilyon dolardır. Avrasya ülkelerinde, Bahsedilen verimlilik ve istihdam artışları ile işsizlik oranlarının düşürülmesi sağlandığında 400 milyar dolar olabilecek olan askeri harcamaları satın alma gücü paritesine göre 800-1.200 milyar dolara kadar yükselebilecektir. Bu değerler; Avrasya ülkeleri olarak Batı ittifakının veya kurulacak olan başka ittifakların karşısında denge unsuru olabileceğini göstermektedir. Kısaca bahsetmek gerekirse; sözünü ettiğimiz GSYH ve savunma harcamaları yapılacak çok az yatırımlarla sektörel ve işletmeler bazında teknolojik ve dijital dönüşümler ile örgütlenmelerle sağlanabilir.

Batı ittifakı, ekonomik ve askeri güce dayalı baskıcı yönetme anlayışına göre ittifakları içinde veya dışındaki devletlere karşı patron anlayışını benimseyerek sömürgeci bir yaklaşımla hareket etmiştir.  Çin’de toplumsal yapısı ve devlet sistemi gereği yine baskıcı bir anlayışla yönetmeye alışmış yayılmacı bir yapıya sahiptir. Görüleceği üzere Çin ve Batılılar iki ayrı ittifak kuruluşunda önderlik etme kararında görünmektedir. İki ittifak kurulduğu ve başka bir denge unsuru ittifak olmadığı takdirde dünya 2. Dünya Savaşı sonrası görüldüğü gibi devlet ve milletler iki kutuptan da baskı ve sömürmeye dayalı olarak suistimal edileceklerdir. Böylesi bir yapıya sahip Çin ve sömürgeci Batı karşısında ayrı başarılı bir ittifak olmak, insan hak ve hürriyetlerine bağlı, etnisite, din, mezhep ayrımı gözetmeyen, zamanla, ilgili kurum ve kurallar oluştukça, iskan, seyahat, girişim, çalışma, ticaret vb. bütün alanlarda serbest olarak, olabildiğince ekonomik ve askeri işbirliğine açık, kuralları belirgin, demokratik yöntem ve kurumlarca idare edilen, birbirinin karşılıklı egemenlik haklarına, çıkarlarına saygılı olarak oluşturulmuş bir ittifak kurulması halinde diğer ittifak ve/veya ittifaklarla rekabet şansı artacak, insanlığa daha fazla adil hizmet etme imkanına kapı aralanmış olacak ve böylesi bir ittifak Dünya müesses nizamı içinde saygın bir yer edinecektir.

Dünyada Ekonomik Dengeler ve Yeni Düzen Arayışları

1990’larda iki kutuplu düzenin tek kutuplu hale gelmesiyle 30 yılı aşkın bir süredir yeni denge, düzen ve ittifak arayışları hızlanmıştır. Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri Batı bloğuna dahil olarak güvenlik sorunlarını hallettiklerini düşünmektedirler. Bunun yanında Rusya ve Türkiye dahil Orta Asya, Orta Doğu, Kuzey Afrika ülkeleri hala paylaşım kavgaları altında ezilip zulüm görmekte, toplumsal katliamlara maruz kalmaktadır. Batı, Orta Doğu’da şımarık, acımasız İsrail eliyle katliamlarına devam etmektedir. Dünya mevcut güç dengeleri ve ittifaklarla yeni ve adil bir düzeni oluşturamamaktadır.

Türkiye Batı Bloğu’nun askeri ve siyasi kurumlarına dahil olduğu halde ne Avrupalılaşabilmiş, ne Asyalı kalabilmiştir.  Batı Bloğu’nun kurumları Türkiye’ye güven vermemekte, gelişip denge unsuru olacak kadar güçlenmesinin önünde sürekli engeller çıkarmakta, PKK, FETÖ gibi terör örgütlerini ya da Yunanistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs, BAE gibi devletçikleri örgütleyip, destekleyip, silahlandırıp kışkırtarak kaosu ve ambargoları Türkiye’ye karşı demoklesin kılıcı gibi sürekli kullanmaktadırlar. Bu nedenle Türkiye Batı ittifakı içinde güvenliğini garanti görmemekte ve Orta Asya devletleri, Pakistan ve Rusya gibi dost olarak gördüğü veya işbirliğini geliştireceğine inandığı devletlerle ilişkileri geliştirmeye gayret etmektedir.

Rusya da ne Asyalı ne de Avrupalı bir ülkedir. Avrupalı değildir çünkü Batı’nın emperyalist emellerine sürekli evet diyememektedir. Asyalı değildir çünkü Güney Doğu komşusu Çin karşısında zaafiyetleri vardır. Zaafiyetinin temeli tahminen Urallar’ın doğusunda yer altı ve yerüstü zenginlikleri çok fazla 13-14 milyon km2 uçsuz bucaksız toprağa sahip olmasına rağmen aynı bölgede 30 milyon civarında çok yetersiz bir nüfusa sahiptir. Kaldı ki hemen Güney Doğusu’nda komşusu olan Çin’in ve 1,4 milyar nüfusunun bu uçsuz bucaksız, namütenahi yeraltı zenginliklere sahip topraklara ihtiyacı olup o bölgenin zenginlikleri Çin’i hep doğal zenginliklere sahip olmak maksadıyla yayılmacı politikalara heveslendirmektedir.

Rusya; BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütleri üyeliği ile yeterli ve sürdürülebilir olarak güvenliğini garanti edememiştir.

Kısaca, yeni ittifak ve dünya nizamı arayışlarının hızlandığı günümüzde  Rusya, Türkiye, Pakistan, Orta Asya, Kafkaslar, bazı Orta ve Doğu Asya ülkeleri kurulacak ittifaklar içinde güvenliklerini garanti görememektedirler.

Çin hızla kalkınmaya devam etmektedir. Yapılan tahminlere göre 2030 yılından sonra dünyanın bir numaralı ekonomik gücü, küresel üretim devi olacaktır. Bu nedenle, ekonomisinin ve nüfusunun ihtiyaç duyduğu girdileri sağlamak üzere mevcut topraklarının dışına taşmak zorunda olup, taşacağı veya taşamasa bile sömüreceği ilk bölgeler Rusya’nın Ural bölgesinin doğusunda kalan toprakları ile orta Asya devletlerinin toprakları olacaktır.

Yirmi birinci yüzyılda oluşacak yeni güç dengesinin tek kutuplu ya da iki kutuplu olmayacağı görülmektedir. Çünkü halihazırda hiçbir devlet veya devletler topluluğu Dünya’yı toparlayıp yönetecek, yönlendirecek güce sahip değildirler.

Diğer taraftan; Çin ya da Batı Bloğu gibi güçler de geçmişte veya hala ülke sınırları içindeki milletlere veya ittifaklarına dahil devletlere karşı adaletli davranmadıkları sömürdükleri, temel hak ve hürriyetlerden mahrum bıraktıkları ve halihazırda göreceli olarak yeterli güce sahip olamadıkları için dünya tek ya da iki kutuplu olamayacak çok kutuplu olmak zorunda kalacaktır.

Halihazırda mevcut ekonomik güç dengeleri hızla değişmektedir. Ekonomik güç dengesi değiştikçe güvenlik güç dengeleri de değişmek zorunda kalacaktır. Tablolarda tek kutuplu dünya sonrası ülke ya da ülke gruplarının ekonomik güçlerinin nasıl değişime uğradığı ve buna paralel olarak askeri harcamaların nasıl geliştiği ülkeler ve ülke grupları itibariyle verilerle görülmektedir. Görüleceği üzere ekonomik değişiklikler ve güç dengeleri yıldan yıla zengin kuzeyden fakir güneye kaymaktadır. Bu ekonomik değişim askeri kuvvet dengelerini de değiştirmeye devam edecektir.

Verilerde dikkati çeken Çin, Hindistan’ın bariz yükselişi ABD, Rusya ve AB üyelerinin göreli düşüşüdür. Sıralama düzeyinde ortaya çıkan bu durumun yanı sıra mutlak değerlerdeki kimi değişimler de çarpıcıdır. Batı ittifakı, otuz yıldan geriye doğru dünya ekonomisinin 2/3’üne hakimken son yıllarda gittikçe payı azalmaya devam etmektedir.

ABD yurtiçi hasılası parasal olarak 30 yılda yaklaşık 4 katına ulaşırken, küresel GSYM içindeki payı değişmemiştir. Dönem başlangıcında ABD’yi ikinci sıradan takip eden Japonya’nın küresel ekonomi içindeki payı %15’lerden %4’lere düşmüş küresel oyun içindeki önemi azalarak dünyada dördüncü sıraya düşmüş, küresel payı %15’lerden %4’e gerilemiştir. Çin ekonomisi aynı dönemde 42 katına ulaşmış olmasına rağmen küresel ekonomideki payı %17’lerde kalmıştır ve projeksiyonlara göre yakın gelecekte ABD’ ekonomik büyüklüğünü aşmak üzeredir. Rusya 30 yıldır %2 civarında bir pay sahibi olmayı sürdürmekte, ama ekonomik olarak ciddi bir atılım yapma potansiyeli göstermemektedir. Hindistan ekonomisi bu dönemde %1’lerden %3,5’lere yükselmiştir.  Brezilya, Endonezya gibi ekonomilerde yakın gelecekte Çin, ABD ve Hindistan’dan sonra bütün gelişmiş batılı devletleri geride bırakacağa benzemektedirler. Ekonomik alanda görülen bu gelişmeler işbirliği ve ittifak arayışlarını ve güç dengelerini etkileyecektir.

İki kutuplu dengenin son dönemi ve günümüz arasında askeri harcamaların dağılımındaki değişime bakıldığında, iki süper güçten SSCB’nin ardılı Rusya Federasyonu’nun geri sıralara düştüğü, AB üyelerinin de sıralamada gerilemiş olduğu görülür. Çin, ABD’nin ardından savunma harcamalarında da hızla yükselerek ikinci sıraya oturmuş ve birinci sırayı zorlamaktadır.

ABD ve Çin diğer devletlerin askeri harcamalarını gölgede bırakacak kadar arayı açtığı için savunma harcamalarını artırsa da diğer devletlerin tek başlarına yeterli olmadığı bu nedenle yeni ittifaklara ihtiyaç duydukları açıktır.

Ekonomik ve askeri düzlemlerde karşımıza çıkan güç konfigürasyonlarını nicelik ve nitelik olarak etkileyen iki unsur daha hesaba katılmalıdır; teknolojik inovasyon gücü ve yumuşak güç. Küresel rekabette giderek ön plana çıkan teknolojik inovasyon gücü, bilgi toplumu, bilimsel bilgi birikimi, genç ve yetişmiş insan gücü ve bunlara ayrılan kaynaklar ile doğrudan ilişkilidir. Yumuşak güç ise, kuvvete başvurmaksızın karşı tarafı kendi isteğiyle yanına çekebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Kendisi için en düşük maliyetle başkalarının çıkarlarına en büyük katkıyı sağlayabilen devletin, yumuşak gücü sayesinde kendi çıkarlarını da en etkin biçimde koruyacak etkiye sahip olduğu söylenebilir. Buradan hareketle, yeni denge arayışlarının ekonomik ve askeri düzlemlerde teknolojik ve yumuşak güç faktörlerinin de katkısıyla sürdürülmekte olduğu sonucuna varmak mümkündür.

Ekonomik güç dağılımı açısından bakıldığında, 1992-2023 arasında dünya üretiminin hızla Atlantik havzasından Güneydoğu Asya’ya kaydığı görülür. Bu durumun sermaye akışı, ticaret, tüketim ve işsizlik üzerindeki yansımaları geleneksel gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerde, küreselleşme karşıtı hareketlerden aşırı sağ ve korumacı siyasi yapıların güçlenmesine kadar uzandı. Yeni gelişen ekonomiler ise devlet olarak dünya siyasetindeki konumlarını yükseltme çabasına girmiştir. Doğal olarak bir dizi çıkar çatışmasını içinde barındıran bu gelişmeler yeni düzen arayışları üzerinde de etkili olacaktır. SSCB’nin ardılı 15 devletin, başta Rusya Federasyonu olmak üzere sosyalist rejim iddiasını terkettiği, Çin’in ise bu iddiayı sürdürmekle birlikte kapitalizm karşıtı ekonomik modelden çoktan vazgeçtiği göz önünde tutulursa, öncelikle Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir güç dengesine dayalı düzen arayışının ideolojik rekabet üzerine kurulu olmayacağı sonucuna varılabilir. Dolayısıyla yeni dengeler, bir önceki düzende olduğu gibi ideolojik karşıtlık oluşturan ekonomik, sosyal ve siyasi projelerin çatıştığı değil, benzer beklentilerle refah paylarını artırırken siyasi rejim ve iktidarlarını korumaya yönelik politikaların rekabet ettiği bir uluslararası ortamda oluşmaktadır.

 

 

Mehmet Yalburdak

E. Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı

 

Not: Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden sn. Gün Kut’un hazırladığı uluslararası sistem ve kurallara dayalı dünya düzeni, çok taraflı denge arayışları çalışmasından faydalanılmıştır.

 

 

Bu site içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu sitede yer alan SDE'nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli'nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE'nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA