Merve KARACAER ULUSOY
Tüm Yazıları1898 yıllarında bilim adamları karbon dioksit emisyonlarının küresel ısınmaya yol açacağına dair uyarılarda bulundurlar; ancak 1980’lere kadar bununla ilgili herhangi bir uluslararası anlaşma imzalanmamıştı. Ozon tabakasının zarar görmeye başlamasıyla atmosferi korumaya dair ilk anlaşmalar 1987 yılında Montreal Protokolü ile yapıldı ve bu protokol en önemli uluslararası başarılardan birisi olarak tarihteki yerini aldı.
Montreal Protokolü’nde yavaş yavaş bitirilmesi gereken bileşikler: chlorofluorocarbons (CFC), halons, carbon tetrachloride ve methyl chloroform olarak kararlaştırıldı. Bunlar atmosfere zarar vermekte, ozon tabakasını delmekte ve UV-B ışınlarına zarar vermektedir. Anlaşmaya göre gelişmiş ülkelerin CFC kullanım ve üretimlerini 2004 itibariyle %30, 2010 itibariyle %65, 2015 itibariyle %90, 2020 itibariyle %99.5 ve 2030 itibariyle %100 azaltmaları gerekmektedir. Gelişmekte olan ülkeler ise 2015 itibariyle CFC tüketimlerini dondurmak ve 2040 itibariyle tamamen bitirmek zorundadır. Protokol, bazı kimyasalların kullanımını safha safha azaltarak dünyayı güneşin yaydığı zararlı ultraviyole ışınlardan korumayı amaçlamıştır ki aksi takdirde insanoğlu, hayvanlar ve bitkiler ile iklimler ve ekolojik sistemler bundan oldukça kötü etkilenecektir. Türkiye protokole 19 Aralık 1991 tarihinde taraf olmuştur ve tüm değişikliklerini kabul etmiştir.
1997 Aralık ayında Kyoto Protokolü imzalanarak küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası bir anlaşma ortaya çıkmıştır. ABD hariç büyük ülkeler tarafından kabul edilen bu protokolün amacı sera etkisine neden olan 6 tür gazın emisyonunun gelişmiş ülkelerde azaltılmasıdır. Bu gazlar; carbon dioxide, methane, nitrous oxide, hydrofluorocarbon, perfluorocarbon ve sülfür hexafluoride’dir. 1996 yılındaki verilere göre, sera gazı emisyonlarının %80,5’i gelişmiş ülkelerden kaynaklanmaktadır. Yakıt yanması CO2’nin en önemli kaynağıdır. Karbon dioksit, insan aktivitelerinden oluşan en önemli sera gazıdır. Bu nedenle de emisyon azaltıcı projelerde CO2 en önemlisidir.
Emisyon azaltım hedefi doğrultusunda ülkeler iki gruba ayrılmıştır;
Sanayileşmiş ülkeler, 1990'daki salım oranlarını 2008-2012 yılları arasında %5 oranında azaltmayı taahhüt ettiler. Protokolde öncü rol oynayan Avrupa Birliği ise 2008-2012 yılları arasında sera gazları emisyonunu 1990 seviyesinin %8 altına düşüreceğini taahhüt etmiştir. Bu genel hedefe ulaşmak için anılan ülkeler, müzakereler sonucunda farklı oranlarda sera gazı emisyon azaltımı/sınırlandırması yükümlülükleri üstlenmişlerdir.
Programın ilk uygulama dönemi yani "pilot dönem" 2005-2007 yıllarını kapsar. İkinci uygulama dönemi ise 2008-2012 yıllarını, üçüncü uygulama dönemi ise 2013-2020 tarihlerini kapsamaktadır. Protokolün ikinci taahhüt dönemini oluşturan “Doha Değişikliği” ile ilk taahhüt döneminden farklı olarak, Ek-B listesinde bulunan tarafların emisyonlarını 2020 yılında 1990 yılına göre en az %18 azaltması kararlaştırılmıştır. Doha Değişikliği 21 Şubat 2019 tarihi itibariyle, 126 ülke tarafından kabul edilmiş olup, henüz yürürlüğe girmemiştir. ABD, Japonya, Rusya ve Yeni Zelanda ikinci taahhüt döneminde yer almamışlardır. Bu bağlamda, iklim değişikliğiyle mücadele, AB ile bazı küçük gelişmiş ülkelerin salım azaltımı konusundaki taahhütlerine bırakılmıştır. Protokol kabul edildiğinde Türkiye, Protokolün Ek-B listesine dahil edilmemiştir. Dolayısıyla, ülkemizin sayısallaştırılmış emisyon sınırlandırma/azaltım taahhüdü bulunmamaktadır (Kaynak: T.C. Dış İşleri Bakanlığı).
Kyoto kapsamında ABD’nin ise emisyonlarını %6 civarında azaltması gerekiyordu. ABD ise bu protokolden geri çekildi. Çünkü ABD’nin buna uyabilmesi için bariz piyasa değişiklikleri yapması gerekiyordu:
2020’de sona erecek olan Kyoto protokolü dünyadaki emisyon azaltımlarında ilk adımı atmıştır; ancak protokole dahil olan “gelişmiş devletler”, sera gazı salınım düzeylerini 1990 yılı seviyesinin altında tutma taahhütlerini yerine getirmemiştir. Bundan sonraki asıl soru atmosferdeki karbon seviyesini dengelemek için önümüzdeki yıllarda anlamlı bir CO2 azaltımı olup olmayacağıdır. Dünya, fosil yakıtlara bağımlı kaldığı ve onları tüketmeye devam ettiği sürece hızlı bir teknolojik düzelme beklenmemektedir. İhtiyaç duyulan; global karbon yoğunluğunu azaltıcı acil bir mevsimsel değişiklik rejimidir.
Bu kapsamda 2016 yılında küresel sera gazı emisyonlarının %55’ini oluşturan en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun sağlanmasıyla Paris Anlaşması yürürlüğe girmiştir. 196 ülke ve AB’nin imzaladığı anlaşma, bütün ulusları, iklim değişikliğiyle mücadele etmeye davet etmektedir. Kabulünden 1 yıl geçmeden yürürlüğe giren ilk küresel anlaşma olan Paris Anlaşması'nın temel amacı, küresel sıcaklık artışını 2 santigrat derecenin altına düşürmektir. Kyoto Protokolü’nden farklı olarak meseleyi sadece gelişmiş ülkelerin ele almasını değil küresel iklim değişikliği riskine karşı tüm ülkelere birlik olmaları çağrısı yapılmaktadır.
Yapılan araştırmalar; sera gazı emisyonlarının çok çabuk iklim değişikliklerine neden olduğunu ortaya koymuştur. Fosil yakıtlar yakılırken karbon dioksit oluşmakta ve bunun asıl etkileri karbon dioksiti emen ormanların yok olmaya başlamasında hissedilmektedir.
İklim modellerinin tahminine göre küresel sıcaklık 2100 itibariyle 1C ile 3.5C arasında artış gösterecektir. İklimler, sera gazı emisyonlarına anında tepki vermediklerinden atmosfer yoğunlaşması dengelenmesinden sonra da yüzlerce yıl değişmeye devam edecektir. Bu arada da hızlı ve beklenmeyen iklim geçişleri kaçınılmazdır. Bazı bilim adamları, bu durumu yaratanın fosillerin yakılmasından mı yoksa volkanların insan aktivitelerinden daha fazla emisyon katmasından mı kaynaklı olduğunu tartışsalar da iklim değişiklikleri gerçektir ve yaşam süresi boyunca meydana gelir. İnsanoğlunun bu zarar vermelere karşı önemli bir sorumluluğu vardır.
Genel olarak, hızlı iklim değişikliği demek, canlılar açısından büyük risk demektir. Şuandaki trend devam ederse 2100 yılı itibariyle deniz seviyelerinde 15-95 cm artış olması beklenmekte, bu durum da sellerin meydana gelmesi demektir. Ormanlar, çöller, meralar ya da diğer ekosistem daha nemli, kuru, sıcak ya da soğuk hale gelebilir. Sonuç olarak da birçoğu yok olur ve insan türü tükenir. Bazı bölgelerde yiyecek kıtlığı ve açlık olur. Su kaynakları etkilenir. Deniz seviyelerinin artması ve bazı bölgelerde sıklıkla ve yoğunlukla olabilecek aşırı hava olaylarıyla fiziksel altyapılar zarar görebilir. Kısacası, ekonomik aktiviteler ve insan yerleşimleri iklim değişikliklerinden dolaylı ve dolaysız yollara oldukça etkilenecektir. Dolayısıyla emisyonların şuandaki seviyelerinden %30 daha düşmesi gerekmektedir. Artan popülasyon ve genişleyen dünya ekonomilerine rağmen bu azaltımların ivedilikle yapılması gerekmektedir
Güncel Yazıları
Kripto Para Borsalarında Neler Oluyor? Yatırımcılar Nelere Dikkat Etmeli?
26 Nisan 2021
Kripto Para Hakkında Bilinmesi Gerekenler
25 Nisan 2021
Biden’ın Sürdürülebilir Temiz Enerji Planı Kapsamında Çin İle İlişkiler
26 Ocak 2021
Petrol Fiyatlarının Düşmesi Kime Yarar ve Düşük Petrol Fiyatlarına Hangi Ülkeler Ne ..
02 Ekim 2020
Merkez Kur ve Enflasyonda Frene Bastı
25 Eylül 2020
KOVID-19 Sonrası V Tipi Toparlanma Mümkün mü?
29 Mayıs 2020
İnsan Olarak Kalabilmek…
25 Mayıs 2020
FED, Koronavirüs, Parasal Genişleme ve Politikalar
09 Nisan 2020
Çin Dışa Açılırken Batı ve ABD İçine mi Kapanıyor?
02 Nisan 2020
Ekonomik Krizlerden Ekonominin Krizine
31 Mart 2020
Korona Virüsünün Ekonomik Etkileri
31 Ocak 2020
IMF 4. Madde Konsültasyon Raporu: Türkiye
06 Ocak 2020
2019 Yılı Ekonomi Değerlendirme Raporu
02 Ocak 2020
EYT, Sakıncaları ve Çözüm Önerileri
19 Kasım 2019
Zimbabve Ekonomisine Genel Bakış
08 Kasım 2019