İşte Osman Atalay'ın konuya ilişkin yazısı;
İsrail Meclisi, cuma günü çokça tartışılan “Yahudi ulus devlet” yasasını kabul etti. Başta Filistin olmak üzere dünyanın birçok yerinde bu yasaya karşı tepkiler sürüyor.
Kudüs ve Filistin Müftüsü Şeyh Muhammed Hüseyin, Mescid-i Aksa’daki hutbesinde, İsrail’in çıkardığı kanunla Filistinlilerin varlığını inkâr ettiğini ve Filistin davasını hedef aldığını söyledi.
Şeyh Hüseyin, Filistinlilerin kanunlara ihtiyacı olmadığını, bugün üzerinde İsrail’in kurulduğu tarihi Filistin topraklarının medeniyet geçmişi, tarihi ve kültürünün bu toprakların Arap ve Müslümanlara ait olduğunu ispat ettiğini belirtti.
İsrail’in aşırı sağcı hükümetinin devam edegeldiği ırkçı politikalarını kanunlaştırdığını belirten Şeyh Hüseyin, İslam dünyasına İsrail’in plan ve projelerine karşı birlik çağrısında bulundu.
Şeyh Hüseyin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından desteklendiği iddia edilen ve ABD’nin İsrail-Filistin sorununa çözüm amaçlı olarak ilan etmeyi planladığı “Yüzyılın Anlaşması” projesine de dikkat çekerek tepki gösterdi.
“Yüzyılın Anlaşması” projesini zillet ve utanç anlaşması olarak niteleyen Şeyh Hüseyin, Gazze Şeridi sınırındaki Geri Dönüş Yürüyüşü şehitlerine işaret ederek Filistinlilerin davalarıyla ilgili hiçbir ilkeden vazgeçmeyeceklerini vurguladı.
Yahudi ulus devlet yasası ne getiriyor?
İsrail meclisinde çok az bir oy farkla kabul edilen “Yahudi ulus devlet” yasası, iki farklı vatandaş modeli öngörüyor. Buna göre, 8 milyonu aşkın nüfuslu ülkenin yüzde 20’den fazlasını oluşturan Arapların ikinci sınıf vatandaş konumuna düşeceği çok açıktır.
Bugün uygulamada var olduğu belirtilen ayrımcı politikaları hükme bağladığı eleştirileri yöneltilen yasayla, Arapça resmi dil olmaktan çıktı ve ülkenin tek resmi dili İbranice oldu.
Yazılı maddelere baktığımızda buram buram ırkçılık kokuyor. Yasanın en çok tepki çeken maddeleri arasında şu hükümler yer alıyor:
- İsrail artık bir Yahudi devletidir.
- Tek resmi dil İbranice.
- Kudüs İsrail’in başkentidir.
- Bundan sonra hukukta Tevrat kullanılacak.
- Kudüs ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimleri meşrulaşacak.
- Ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir.
- İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi ana vatanıdır, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı vardır.
- Yahudilerin dini günleri resmî tatil sayılacaktır.
Yasada, “İsrail, tüm dünyadaki Yahudilerin tarihi ana vatanıdır” denilerek Filistinlilerin bu topraklar üzerindeki tarihi varlığı ve haklarının da görmezden gelinmiş olduğu dile getiriliyor.
Bugün Filistin Müftüsü Şeyh Muhammed Hüseyin’in İslam dünyasına, İsrail’in plan ve projelerine karşı birleşin feryadı 50 yıldır tekrarlanır durur ama maalesef beklediğimiz birlik ve beraberliği hâlâ göremiyoruz.
“Bugünlere nasıl geldik?” sorusunun cevabı çok basittir. İslam dünyasının iş bilmezliği, dağınıklığı ve Arap dünyasının içinde bulunduğu zavallılık.
İsrail, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan Yahudileri İsrail›e gelip yerleşmeye teşvik ederken, 1948›de vatanlarından sürdüğü Filistinlilere geri dönme hakkını tanımayı ise reddediyordu.
Bugün yaşadığımız trajedinin habercisi, 1948 yılında Batı bölgeleri işgal edilen Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Doğu kesiminin 1967 yılında Siyonist İsrail’in işgaline girmesiydi.
Bu tarihten itibaren kente yönelik planlarını sistemli biçimde uygulayan işgal rejimi, ilk büyük hamlesini 21 Ağustos 1969’da Yahudi bir fanatiğin öncülüğünde bir grup Siyonistle, Mescid-i Aksa’ya sabotaj düzenleyerek caminin önemli bir kısmını tahrip etmişti.
Bunun üzerine bütün İslam dünyası halkları ve liderlerinden çok büyük tepkiler gelmişti.
İslam Konferansı Örgütü, 21 Ağustos 1969 tarihinde İsrail’in işgali altında bulunan Kudüs’teki, Al-Aksa Mescidi’nin yakılmasının İslam dünyasında uyandırdığı tepki üzerine, 22–25 Eylül 1969 tarihlerinde Fas’ın başkenti Rabat’ta ilk kez düzenlenen İslam Zirvesi Konferansı’nda alınan bir kararla kuruldu.
Kuruluş gaye ve amacının ana nedeni Kudüs/Mescid-i Aksa olmasına rağmen maalesef bu konu neredeyse teşkilatın en zayıf ve ilgisiz olduğu bir konu haline geldi.
İsrail, Kudüs’ü 1948’de önce “işgal” etti, sonra kutsal topraklarda 60 yıl “inşa” politikalarını sürdürdü. Şimdi de son aşamada Müslüman Filistin halkını “imha” politikalarına yönelmiş vaziyettedir.
İsrail işgal politikası adım adım hedefine doğru ilerliyor. 1948’de işgal, 1969’da Mescid-i Aksa’ya ilk saldırı yapılıyor.
Çok geçmeden 1970-72 yılları arasında Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surların hemen altında bu kez arkeolojik çalışma adı altında tünel kazılarına başlıyor.
Yeni kazılar, 1974’ten başlayarak 1976’ya kadar sürdü ve aralarında Ubade bin Samit ile Şeddat bin Evs gibi sahabe kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile devam etti.
Süleyman Mabedi’nin kalıntılarını arama bahanesiyle yürütülen kazılarda 1977 yılından itibaren caminin kadınlar bölümünün tam altına ulaştılar.
Ağlama Duvarı yönünden kazılarını sürdüren Siyonistler, 1979 yılında Mescid-i Aksa’yı zemin altından Doğu-Batı yönünde ikiye böldüler. Yine aynı yıl yapılan resmi açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi geçici olarak kullanılmaya başlandı.
Böylece işgalin ilk 10 yılında Kudüs’ün sembolü durumundaki Mescid-i Aksa’yı yok etme siyasetini sistemli ve sinsi bir şekilde yürüten işgal rejimi, arkeolojik olduğu iddia edilen kazılar sonucunda, Mescid-i Aksa bünyesinde ve çevresindeki tarihi eserleri (camiler, mezarlıklar, medreseler, surlar, tekkeler ve hanlar) ya tamamen yok etmiş ya da kalıcı hasar vermiş oldu.
1982 yılından sonra başlayan ikinci aşama yeni kazı ve yıkım çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerinin evleri kamulaştırıldı ya da doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi.
1994 yılında Siyonist Kudüs Belediyesi “Kudüs 2020” projesini kabul ederek, Aksa’nın çevresindeki Müslüman nüfusun tahliye sürecini hızlandırdı.
Mescid-i Aksa’yı Ocak 1999 tarihinde Süleyman Mabedi’ne dönüştürme yolunda İsrail kamuoyunda resmi tartışmalar başlatıldı.
Temmuz 2000 tarihinde toplanan İsrail parlamentosu, Kudüs’ün “İsrail’in ebedi başkenti” olduğunu yasa maddesi haline getirdi.
Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron tarafından yapılan provokatif Aksa ziyareti, camiye yönelik en cüretkâr saldırılardan biri olarak tarihe geçerken Aksa intifadasının başlamasına neden oldu.
Bu süreç içinde 5 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti. O tarihten itibaren günün belirli saatlerinde Yahudi grupların cami haremine girmelerine güvenlik desteği ile göz yumulmaya başlandı.
2008 yılı sonundan itibaren Aksa Camii’nin çevresindeki mahalleleri boşaltmaya başlayan Siyonist yönetim, Silvan, Şeyh Cerrah ve Butsan mahallelerinde, Müslümanlara ait çok sayıda evi tahliye ettirdi.
2009 yılında Kudüs Belediyesi aldığı karar ile Doğu Kudüs’te ruhsatsız olduğu gerekçesiyle Filistinlilere ait evlerin yüzde 25’inin yıkılacağını açıkladı.
2011 yılındaki Arap Baharı süreci ise işgalcilere çok büyük fırsatlar sundu. Gelinen aşamada adım adım mescidin içine dahi giren işgal askerleri, bütün harem bölgesini kameralarla donatarak ibadethaneyi tam bir hapishaneye dönüştürdü.
İçeriye girerken aranan Müslümanlardan sakıncalı bulunanlar ibadetten alıkonulmakta ve mescit adeta insansızlaştırılmaktadır.
İslam dünyasının içinde bulunduğu manzaranın hali göz önüne alındığında gerçekçi olmak gerekirse İsrail saldırganlığının durdurulması ve Kudüs’ün korunması konusunda İslam ülkelerinin ciddi yaptırım imkânı maalesef şu durumda görülmüyor.
Kudüs’ün başkent ilan edilmesi, ABD’nin Kudüs’te büyükelçilik açması ve “Yahudi Ulus Devleti” yasasının kabul edilmesi.
Son 8 ayda ABD, İsrail, BAE ve Mısır’ın içinde bulunduğu “Yüzyılın anlaşması” diye adlandırılan projenin parçaları iddialarını bir kenara not edelim.
Son projeye göre; Yahudi yasalarını kabul etmeyen İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin, 48 şehirlerinden çıkarılacağı konuşuluyor.
Batı Şeria topraklarının zaten mevcut bölünmüşlüğü ile yüzde 70’e yakını İsrail’in kontrolünde tutuluyordu. Şimdi tamamı İsrail haritasına eklenecek.
Geriye sadece Gazze kalıyor. Filistinliler sessiz kalmayı kabul ederse, Kudüs ve Batı Şeria’dan sürgün edilenler Gazze’ye gönderilecek.
Gazze, Sina çölü ile birleştirilip yıllardır konuşulan iki devletli çözüm adı altında çölün ortasında Filistinlilere sözde bir devlet verilecek. Yani Filistin toprağı diye bir şey kalmayacak.
İşte bu nedenle Filistinliler, 30 Mart’tan bu yana Büyük Dönüş Yürüyüşü adını verdikleri direnişe ısrarla devam ederken İİT ve Arap Birliği ise uyumaya devam ediyor.